17 Haziran 2008
12 Haziran Perşembe günü telefonum çaldı. Varna’dan Sofya’ya dönüyorduk. Telefon eden, şair dostum Celal Soycan idi. "Özdemir Abi, Kadri Şaman’ı biraz önce yitirdik!" dedi. Arabanın tekerleri yalpalamaya başladı. Ülker’e, "Kadri’yi beyin kanamasından kaybetmişiz!" dedim.
"Eyvah, dedi, önce Hanri Atat, sonra bu yıl, birkaç ay önce Doğan Akça, şimdi de Kadri Şaman, nedir bu Mersin’in başına gelenler?!"
Üçü de Mersin’imizin halk önderleri idi.
ADI CUMHURİYET’Tİ
Gözümün önüne 1950’lerin Mersin’i geldi. Sonra Hastane Caddesi, Kadri’nin dedesinin Cumhuriyet Demirhanesi.
İçerde torna tezgáhları. Kapıya yakın yerde bir masa, masanın üzerinde siyah bir telefon.
Bu görüntüyü her görüşmemizde Kadri’ye anlatırdım.
Mutlu olup gururlanırdı. Mersin’in ilk sanayi tohumlarından biriydi bu atölye.
Ulusal taşra sanayinin, sermaye ve burjuvazisinin öncüsü bir işlik.
Adı da Cumhuriyet idi.
1908 yılında dedesi Mustafa Şaman tarafından kurulmuştu.
Demek ki Cumhuriyet ile birlikte atölyeye bu adı seçmişler.
Kadri tam anlamıyla demokrat ve cumhuriyetçi bir işadamı ve sanayici idi.
Özlemini çekip umut bağladığım bir çağdaş Türkiye insanı örneği!
Çağdaş Mersin’in en anlamlı simgelerinden biri!
GERÇEK DEMOKRAT
Rahmetli Kadri’nin ailesi Girit muhaciri idi.
Kuru Çeşme ile Devlet Hastanesi’nin arasında kalan bölüm Giritli Mahallesi olarak anılırdı.
Osmaniye Mahallesi de Muhacir Mahallesi olarak bilinirdi.
5 Mart 1950’de doğmuş; 24 yaşında makine mühendisi olmuş; Almanya’da mesleki staj ve Goethe Enstitüsü’nde Almanca eğitimi görmüştü. Mersin Makine Sanayi ve Ticaret AŞ’nin üçüncü kuşak temsilcisi ve genel müdürü idi.
Tam anlamıyla bir sivil toplum örgütü destekçisi ve temsilcisi idi.
Bireylerin her düzeyde yönetime katkıda bulunmasından, yer almasından yanaydı.
Yukarda söylediğim gibi gerçek bir demokrattı. Benim için en önemli görevi 2001 yılından itibaren yaptığı Mersin Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanlığı idi.
EN GÜZEL İŞADAMI
Bu görevi sadece sanayi ve ticaret erbabının temsilcisi olarak değil bir kültür ve sanat adamı olarak da yaptı.
Mersin Uluslararası Müzik Festivali’nin en büyük destekçilerinden biriydi.
Bir yaz günü, gecenin ilerlemiş bir saatinde, Kadri, Faik Burakgazi ve ben yalnız kalmıştık.
Faik "Abi bir edebiyat ödülü kuralım mı?" diye sormuştu bana. Ve bunun gerekçesini anlatmak istiyordu. Kadri öneriye hemen sahip çıkmıştı. Bilindiği gibi Ödül kuruldu ve ilki 2007 yılında "Büyük" Nezihe Meriç’e verildi.
Parti-marti düşünmeden Mersin’in her sorununu çözmeye çalışan, dertlerine deva olmak isteyen "işadamı"nın en güzel örneği idi.
Ömrü vefa etseydi bu "işadamı"nın destanını tamamlayacaktı.
Ama şimdi Mersin’in önünde bir Kadri Şaman örneği var ve bu örnek yaşamalı, yaşatılmalı, çoğalmalı, çoğaltılmalı ve destan tamamlanmalı!
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2008
DR. Hakan Yavuz’un ilginç ve uyarıcı açıklamalarının son bölümünü birlikte okuyalım: * * *
"Kişisel olarak Türkiye’deki dönüşümün ’yönünden’ kaygılıyım. Çünkü gittikçe cemaatleşen bir yapı ortaya çıkıyor. Bu yapı, maalesef umut edilen uluslaşmanın önünde engel. Öte yandan, kucaklayıcı, dayanışmacı, sağlıklı sosyal kontrol mekanizmalarına dayalı mahallenin fonksiyonlarını da gerçekleştirmekten uzak. Sadece güce ulaşmayı hedefleyen cemaatlerden oluşan, iğreti, yapay, şekilci, sağlıksız bir sosyal yığın ortaya çıkartıyor. Dramatik ve kaygı verici olan ise birbirini dengeleyecek cemaatlerin yokluğu ve alanın tamamen tek bir cemaatin tekeline girmesidir. Hem eğitim sistemi, hem güvenlik sektörü (emniyet) hem de medya ve finans alanında tek hákim gücün bir cemaat olması kaygı verici. Mesleki profesyonelliğin, tecrübe ve liyakatin önemli olduğu yargı ve ordu gibi kurumlarla kavganın asıl nedeni bu kurumların tarihinin cemaat tarihinden uzun olmasıdır. Bugün cemaatin, üst düzey bir generalden yandaş bulması için kırk beş yıl beklemesi gerekir ancak buna sabrının olmadığını biliyoruz. Türkiye gibi ’birey’ kültürünün henüz yerleşmediği, hayatın tüm alanlarında ve özellikle ekonomide kayıtdışılığın yaygın olduğu bu ortamda cemaat baskıları ve cemaat tahakkümü siyasi alanı kıskaç altına almıştır. Bu durum ülkemizdeki kutuplaşmanın ana nedenlerinden biridir. Bu konuları daha geniş sekilde ele alan çalışmam Ekim 2008’de yayınlanacak (Secularism and Muslim Democracy, Cambridge University Press, 2008).
En içten dileklerimle, selamlar.
M. Hakan Yavuz"
* * *
Dr. Hakan Yavuz’un "Çağdaşlaşma ve İslam Demokrasisi" başlıklı çalışmasını merakla bekliyorum. Dilerim Türkçesi de aynı günlerde yayınlanır.
Yazarın, Nurcular, Nakşiler, Milli Görüş ve AKP üzerine yazdığı, Kitap Yayınevi tarafından yayınlanan "Modernleşen Müslümanlar" (Islamic Political Idendity in Turkey) adlı kitabını okuduğum zaman gerçek bir korkuya kapılmış ve insanlar bu türden örgütleri neden kursunlar, para ve iktidar istemelerinin amacı ne, diye sormuştum. İnsanlar siyasal ve ekonomik güce sahip olmak için dinsel örgüt kurabilirler, ancak bu pek başarılı olamaz. Dinsel amaçla bir araya gelen insanlar, yapısal olarak biat ve itaate dayanan bir örgüt kurduktan ve sermaye birikimini sağladıktan sonra kurulu düzeni (müesses nizamı) kökten değiştirmek için siyasal iktidarı da isterler. İşte o zaman "Kanlı mı, kansız mı olsun?" sorusunu sormaya başlarlar. Şu anda "Kansız olsun!" evresindeler!
Dr. Hakan Yavuz’un açıklamalarını dikkatinize sunuyor ve onları nadasa bırakıyorum. Açıklamaları onaylayıp onaylamadığım çok önemli değil. Kuşkusuz büyük ölçüde onaylıyorum. En azından büyük bir yalanın kör perdesini aralıyorlar.
Ek olarak: Durup durup reklam jargonuyla sosyoloji konuşan Şerif Mardin’e şöyle bir dokundurması da önemli!
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2008
DR. Hakan Yavuz’u okumaya kaldığımız yerden devam edelim: * * *
"2. Bugün ülkemizdeki sosyal ve siyasi dönüşümün nüanslarını kaçırmadan okumak zorundayız. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisi ’laik ve modern bir ulus devlet’ kurmayı amaçladı. Bu proje büyük ölçüde de başarılı oldu. Ne söylendiği gibi öğretmen kaybetti ne de imam kazandı. Aslında ortada birbirini sürekli yoran ama ’maç’ ettikçe birbirini dönüştüren iki farklı yapı var. Kısacası, 2008 Türkiye’sindeki Allah anlayışı 1920 veya 1950’lerden çok farklı. Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinde de ciddi dönüşümler oldu. Birbirini dönüştüren bu yapı aslında son derece sağlıklı. Burada son yıllardaki kaygı verici gelişme bence ahlak anlayışımızın temelini oluşturan İslam’ın (onun adına hareket ettiği iddiasında olanların elinde) ciddi bir erozyona uğramasıdır. İslami dayanışma (ki cemaatin gücünü oluşturan yapının temel taşı budur) yapıları bugün hem demokratik sistem, hem de liberal ekonomik düzende sistem içinde bir ’sosyal/siyasal/sermaye ağına’ dönüşmüşlerdir. Kısacası, ahlaki değerlerden soyutlanan tamamen ’şekle’ indirgenen bir İslamileşme süreci yaşıyoruz. Şerif Mardin Hoca’nın dediğinin tersine bence en büyük yenilgi ’imam’da olmuştur. Bugün siyasi ve gündelik yaşamı ağ gibi ören yapılanma dini kökler taşısa da aslında tamamen ’güç’ peşinde ve ahlaki kaygıları büyük oranda dışlamıştır. Ülkemizdeki krizin ana nedeni bence Cumhuriyet felsefesi değil; çünkü Cumhuriyet kendisini hiçbir zaman din karşıtı bir şekilde tanımlamadı; krizin ana nedeni dinsel değerlerin Cumhuriyet karşıtı seklinde yorumlanarak siyasi alanda araçlaştırılması oldu. Ülkemizdeki kültür savaşını (cultural war) kazanan veya kaybeden taraf şeklinde okumak zor. Kültür savaşları (ki savaşlar rakibi yok etme/teslim alma üzerine kuruludur) klasik, askeri savaşlardan farklı gelişiyor. Çünkü dinamikleri daha farklı. Konuya kazanan veya kaybeden mantığı ile bakmak yerine, asla çıkış noktasında durmayan, zaman içinde sürekli biçim değiştiren, karşılıklı olarak birbirini etkileyen açık sistemlerle karşı karşıya olduğumuzu unutmadan ’dönüşüm’ kavramına odaklanmamız gerekir."
* * *
Dr. Hakan Yavuz, açıklamalarının dün okuduğumuz bir bölümünde "Cemaatler bana göre özgür düşünceye yer vermezler" diyordu.
Ben o cümledeki "Bana göre"yi kaldırıyorum ve cümlenin olması gereken biçimini yazıyorum: "Cemaatler özgür düşünceye yer vermezler."
Cemaatler, tarikatlar özgür düşünmek için değil, bireysel düşünme özgürlüğünü ortadan kaldırmak için kurulurlar; bireyler de özgür düşünmemek için bunlara katılırlar. Aslında dinsel cemaatlerin birer tarikat olduğunu bilelim. Nurculuktan kökten bir sapma olan Fethullahçılık gerçekte bir tarikattır. "Tarikatlar"ın devrim yasalarına göre yasak olması nedeniyle, bu yeni oluşumu (oluşumları) cemaat adı altında sunuyorlar.
İster cemaat, ister tarikat olsun herhangi bir dinsel topluluğun demokrasiyi, dini demokrasi ile uzlaştırmayı amaçladığı yalandan başka bir şey değildir. İslamcıların yolu demokrasi değil Tanrı’nın yolu şeriat düzenine göre yaşamaktır.
Dr. Hakan Yavuz’u okumayı yarın da sürdüreceğiz.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2008
ABD Utah Üniversitesi Siyasal Bilimler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. M.Hakan Yavuz’dan bir mektup aldım. Birkaç ay önce "Modernleşen Müslümanlar" (Kitap Yayınevi) adlı önemli kitabından söz ederken yazarın Fethullahçı olmasından kuşkulandığımı yazmıştım.
30 Mayıs tarihli "Fethullah Okulları ve Princeton Üniversitesi, vs." adlı yazımda, bir kez daha "Fethullahçı" olabileceğini yazdım.
Dr. M.Hakan Yavuz bugün okuyacağınız açıklama metnini gönderdi.
Çok ilginç ve tartışma çıkartması olası, hatta tartışma çıkartması gereken bir yazı. Birlikte okuyalım:
* * *
"Daha önceki yazılarınızda da bazı çalışmalarımı ele almıştınız. Konu şahsımla ilgili olunca iki konuda size açıklama yapmak zorunda olduğumu hissettim. Söz konusu açıklamalarıma yer vermenizi özellikle rica edeceğim.
1. Ben, hiçbir zaman Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ne talebesi, ne de takipçisi oldum.
Şimdiye kadar bu anlamda tüm cemaatlerden uzak durdum.
Kısacası, ben kendimi cemaat mensubu olarak görmedim.
Bazı cemaatler beni kendi mensupları şeklinde algılamış olabilirler. Kişisel görüşüm, Türkiye’de bir cemaate mensubiyetin büyük oranda ’yükselme’ veya ’belli kazanımlar elde etme’ amacı taşıdığıdır.
Benim bunlara hiçbir zaman ihtiyacım olmadı.
Öte yandan ben cemaat karşıtı bir insan da değilim.
Bu bir çelişki gibi görülebilir.
Ancak, bir sosyal bilimci olarak böylesine etkili bir olguya karşı da ilgisiz kalamazdım.
Ne var ki söz konusu cemaatin bugünkü ’konumundan’ ciddi şekilde hem demokrasimiz açısından hem de toplumsal barış açısından kaygı duyuyorum.
Bir akademisyen olarak bu kaygılarımı Reuters Ajansı’nda ve çeşitli gazetelerde dile getirdim. Rahatsızlık nedenlerim şunlar:
1) Cemaat samimi değil; cemaatin içeride ve dışarıda geliştirdiği birbirine zıt iki ayrı dili var;
2) Cemaat bir siyasi proje peşinde ve bu Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine uygun bir proje değil;
3) Cemaatin gerek içeride gerekse uluslararası alanda meşruiyet arayışı, dış aktörler karşısında zayıflığı, onu edilgen bir konuma sokmuş, bu nedenle işbirliği yaptığı uluslararası aktörlerle ilişkisi sorgulanmalıdır;
(4) Cemaat özelde Said-i Nursi’nin Risale-i Nur’unu, genelde ise İslam’ı ’araçsallaştırmıştır’. Gittikçe İslam’sız bir İslam anlayışı hákim olmakta ve güce odaklanmış bu İslam anlayışı ahlaki çekirdekten uzaklaşmaktadır.
Bunları görebilen biri olarak benim herhangi bir cemaat yapısına aidiyetimin olması mümkün değil.
Cemaatler bana göre özgür düşünceye yer veremezler.
Ayrıca, cemaatler doğaları gereği farklılıkları değil ’aynileşmeyi’ savunur.
Bu bağlamda her zaman farklılıkların zenginlik kaynağı ve hayatın olağan yapısı olduğunu savunan, sosyal olguları anlamaya odaklanmış, düşüncelerle dans etmeyi seven biri olarak benim şu veya bu cemaatin ’talebesi’ olduğum iddiası doğru değildir."
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2008
22 Mayıs 2008 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasında yayınlanan bir fotoğraf ve altında bir yazı: "Kol kola gezdiler." Başlığın altında da bir açıklama:
"Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile eşi Hayrünnisa Gül, Avusturya Cumhurbaşkanı Heinz Fischer ve eşi Margit Fischer’i Kayseri’de ağırladı. Gül ve Fischer çifti, kentin tarihi yerlerini kol kola gezdi."
YABANCI ERKEK
"Kol kola gezmiş de ne olmuş, ne var bunda?" diye sorabilirsiniz.
Çünkü cumhurbaşkanları kendi aralarında, eşleri de kendi aralarında kol kola gezebilirler.
Ya da Bayan Gül sağ başta durur, onun sol koluna eşi Cumhurbaşkanı Gül gidebilir; Avusturya Cumhurbaşkanı da sağ koluyla Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın sol koluna, sol koluyla da eşinin sağ koluna girebilir.
Ancak durum böyle değil:
Sağ başta Cumhurbaşkanı Gül duruyor, onun yanında eşi Hayrünnisa Hanım; Avusturya Cumhurbaşkanı Herr Fischer sağ koluyla Bayan Gül’ün, sol koluyla da kendi eşinin koluna girmiş.
Dindar bir Müslüman olan, başı türbanlı, uzun etekli Bayan Gül’ün koluna bir yabancı erkek, hem de gayrimüslim biri girebilir mi?
Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası’na ve yasalarına göre, özellikle de Medeni Kanun’a göre bu davranışta herhangi bir sakınca yok.
Bu nedenle fotoğraftaki görüntüyü eleştirmek münafıklık olur.
Ama durum başka, türban dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava eden ve gene türban yüzünden ülkenin huzurunu kaçıran bir çift söz konusu.
Bu nedenle, durumu, genç ve derin bir ilahiyatçı dostumun bilgisine sunup yardım istedim. Gönderdiği açıklamayı bilgi ve ilginize sunuyorum:
İSLAM’DA HARAM
İslam fıkhına göre, Hanefilerde, eğer kadın genç, güzel ve çekici ise bir yabancı erkeğin ona dokunması haramdır.
İslam fıkhında ve Hanefi mezhebine göre, erkek yabancı bir kadının eline ve yüzüne belli şartlarda bakabilir ama dokunması caiz değildir.
Buna göre, kadınla musafaha (tokalaşma) haramdır.
Bu konudaki rivayetlerin hemen hemen hepsi ve sahih olanları Peygamber’in kadınlarla tokalaşmadığını söyler.
Tokalaşmayla ilgili Ümmi Atiye’ye dayanan ünlü bir rivayet de şudur:
"Resulullah Medine’ye gelince Ensar kadınlarını bir evde topladı. Sonra Ömer’i bize gönderdi, Ömer gelip bize selam verdi.
O evin dışından elini uzattı, biz de içinden uzattık.
O da ’Allah’ım şahid ol’ dedi (Taberi ve Kurtubi)." Görüleceği gibi burada musafaha değil, el uzatma vardır.
KİTAPTA YERİ YOK
Üniversite hocası ilahiyatçı dostum başka kaynaklar da gösteriyor ama bunların hiçbiri kola girmeyle ilgili değil.
Demek ki eskiden kadın-erkek kola girme diye bir gelenek yokmuş.
Bu nedenle kaynakta ve gelenekte bu konuda bir açıklama yok.
Sanırım bu nedenle olacak (!), İslamcı gazeteler ve yazıcıları bu hususa değinmediler; belki de "kara kaplı kitapta yeri yok!" diye görmezden geldiler.
Ben elbette fotoğrafta gördüklerimi eleştiriyor değilim, sadece bir fikir idmanı yaptım.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2008
TAHA Akyol’un "Çok Fikirli Türkiye" (16.05.08) başlıklı yazısını okuyunca, aldığım ilhamla bir yazı yazıp adını "Dünyalar, Fikirler, Felsefeler" koymaya karar verdim. Ama sonra ne olduysa oldu, anılar yüzeye çıktı ve yazımın adını "Yobazlık Kalıcıdır" diye yazdım. 68’İN EN KÖTÜSÜ
Aynı zamanda televizyon programı da yapan yazar, CNN Türk’te 68 kuşağı üzerine Şahin Alpay ile bir program yapmış, aynı gün yayınlanacakmış.
Bakmamızı tavsiye ediyordu.
Bakmadım!
Çünkü "Her Zaman Haklı"lar okulunun temsilcilerini dinlemeye katlanamıyorum artık.
Okumak başka.
Okuyorum.
Ama 68 kuşağının en kötü temsilcilerinden Şahin Alpay’a hiç tahammül edemem.
Ne var ki, üzerine atlamam gereken ilginç bir gözlem ve itiraf var.
Şahin Alpay, Lenin’in "Devlet ve Devrim"ini okuyunca büyülenmiş ve hemen Marksist olmuş.
Maoculuk’tan diploma alıp Stockholm’e kapağı atınca "Marksizm’in dışında da dünyalar, fikirler, felsefeler" olduğunu görmüş.
Bakmış ki Marx’tan başka John Locke var, Karl Popper (Popper olmadan olmaz) var, varoğlu var, geniş bir yelpaze.
BİZDEN DÖNEN YOK
68 kuşağı, bizim kuşaktan 5-10 yaş gençtir.
Bizim kuşakla dalaştıkları çok olmuştur.
Bizim kuşak sıkı bir edebiyat okuru idi.
Dostoyevski, Tolstoy, Gogol, Gorki, Balzac, Zola, Stendhal, Jean-Paul Sartre, Unamuno, John Steinbeck, Hemingway, John Dos Pasos, Faulkner, Rilke; Milli Eğitim Bakanlığı Yunan ve Doğu klasikleri, Descartes, Sait Faik, Halide Edip, M.Ş. Esendal, Y.K. Karaosmanoğlu, Tercüme Dergisi, Türk Şairleri, yabancı şairler...
Bizler (1930’lu aydınlar ve yazarlar) Marksizm’e edebiyattan (biraz da klasik felsefeden) geçtik.
Bu nedenle bizim geçişimiz yumuşak oldu.
Bu nedenle bizim kuşaktan anımsadığım kadarıyla hiç dönek çıkmadı.
68 kuşağından tanıdıklarımız şiirden, edebiyattan nefret ederlerdi.
Önlerine gelen Marksist metinleri papağan gibi ezberlediler.
12 Mart tufanından sonra nereye döndülerse onun yobazı oldular.
İslam’a dönenler de, liberalizmi seçenler de...
Şimdi bana adlarını saydırmayın!
İkinci Cumhuriyetçilerin çoğu bunlardandır!
MÜTHİŞ BİR SAPTAMA
"Atatürk’ün Bütün Eserleri"nde, Rus ve Türk devrimlerini karşılaştıran müthiş bir saptama var: "Rus ihtilali edebiyatını okuyunuz: Avrupa’nın hiçbir memleketinde ve hiçbir devrinde bu kadar ateşli ve bu kadar kinli bir edebiyat daha yoktur. Tolstoy bile kendisi ihtilal taraftarı olmadığı halde, eseriyle Rus fukarası arasında kindarane bir ihtilal için istemeyerek tohum saçmıştır.// Türkiya’da böyle olmamıştır; Türkiya haricen muzaffer olmadığı için, bütün dünyada ilim ve sanat feyzinin büyük bir kuvvetle yayıldığı devirlerde bunlarla meşgul olmamıştır. Dolayısıyla Türkiya’da ne yüksek bilimsel ve felsefi fikirler, ne de derin ve yeni güzel hisler yaratılamamıştır. Türkiya’da değil bir ihtilal edebiyatı hatta milli bir edebiyat bile pek yeni, ancak son birkaç senelerde kendini göstermiş, henüz doğamaya başlamıştır." (Kaynak Yayınları, cilt 10. S.45)
* * *
Şahin Alpay ve arkadaşları, bulundukları yerlerde hálá öylesine sekterler ki edebiyat açıklarını kapattıklarını hiç sanmıyorum.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2008
KARMA Parlamento Komisyonu oturuma ara verince salona çıkıyorum. Almanya temsilcilerinden birinin asistanı genç hanım, bir AKP temsilcisiyle konuşuyor. Beni kimsenin tanımaması çok iyi. Gazetedeki fotoğrafımdan kimse kim olduğumu çıkartamıyor. Telefonlaşıp randevulaştığımız CHP Milletvekili Osman Coşkunoğlu bile tanımıyor beni. Birkaç kez telefonla konuştuğumuz CHP’li Onur Öymen bile. O sırada tanıdığım bir Türk gazeteciyle konuşuyor. Resmen tanışmak kaçınılmaz artık.
Onur Öymen, gazetedeki fotoğrafıma benzemediğimi söylüyor. Ben de bunun çok iyi bir şey olduğunu söylüyorum. Mümkün olsa, özgür kalabilmek için yüzümü sileceğim.
* * *
Brüksel’de görevli bir genç meslektaş elinde tuttuğu iki broşürü gösteriyor bana: "Aspects of Cyprus Cultural Heritage" ve "Cyprus at the crossroads of history."
Avrupa Birliği üyesi olmuş Güney Kıbrıs, Avrupa Birliği’ndeki ortaklarına kendini tanıtıyor. Tuhaf! Güney Kıbrıs kendisinin iyice tanınmadan AB’ye alındığına mı inanıyor, yoksa bir hinlik mi düşünüyor?
Çünkü Avrupa Parlamentosu’nun geniş, ayak altı salonlarından birinde, Kıbrıs’ın Kültür Mirası konulu fotoğraf sergisi açılıyor. Bizim Zeynel Lüle’nin dediğine göre AB salonlarında her gün böyle sergiler, sunumlar yapılmakta. İnsan haftanın beş günü para ödemeden karnını doyurabilir, kafayı bulabilir.
Ama 27 ve 28 Mayıs 2008 günleri Avrupa Parlamentosu-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu’nun toplantı günleri. Güney Kıbrıs’ın bugünlerden birinde sergi açması bir rastlantı mı?
Avrupa Parlamentosu-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu oluşumunu yavaş yavaş kavramaya başlıyorum. Zeynel Lüle, komisyonda görüşmeleri ekseninden, rayından çıkartacak üyeler ve konular olduğunu söylüyor.
Başta Türk bayrağını gönderden indirmekle ünlü Güney Kıbrıs Temsilcisi Marios Matsakis.
Tartışmaların ortasında "N’olacak bu Kıbrıs’ın hali?" diye ortaya çıkıyor.
Ermeni soykırımı ocakçıları var, Kürtçü fesadı körükçüleri var. Bunlar olur-olmaz zamanlarda ortaya çıkıyorlarmış. Bu konuları gösteri yapılabilecek sahne görevi görüyorlar.
Ben yalnızca iki kez Kirye Matsakis’in girişimine tanık oldum, KPK toplantılarında.
* * *
Dışişleri Bakanı Babacan’ın 28 Mayıs günü Dış İlişkiler Komisyonu’nda yaptığı konuşma çok uzun ve çok yavandı. Yanımda, yakınımda oturan gazeteciler bu türden konuşmaların genellikle 15-20 dakika sürdüğünü söylediler. Babacan’ın konuşması 45 dakikanın epeyce üzerindeydi. Konuşmadan sonra çoğu Güney Kıbrıslı ve Yunan olmak üzere 15 üye söz istedi.
Üyeler bir dakika içinde Kıbrıs, Ermenistan, Kürtler ve Irak’a yapılan seferler konusunda sorular soracaklardı. Bir ara dışarı çıkmak zorunda kaldım. Dönüşümde toplantı bitmişti.
Dışişleri Bakanı’nın çevresini gazeteciler sarmıştı.
Ben Joost Lagendijk ile buluşma noktasına yöneldim.
Daha önce yazmış mıydım? Artık AP ve AB işlerini lejyoner bezirgánlara bırakmak niyetinde değilim. Nerede bir toplantı varsa ben de oradayım.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2008
27 Mayıs. Avrupa Parlamentosu Karma Parlamento Komisyonu’nun öğleden sonraki oturumunda Dışişleri Bakanı Babacan konuşuyor. Konuşması ruhsuz bir kıraattan (metin okumaktan) ibaret. İrticalen konuşmanın yaratacağı jest ve mimiklerden uzak bir konuşma. Bu nedenle inandırıcılık elektriği yaymıyor. Bir ara, "Biz bu reformları AB için değil Türk halkı için yaptık, yapacağız" diyor. Daha bu cümle unutulmadan, yeni reform hamlelerinin yapılmasını AB’nin gün vermesine bağlıyor. AB, Türkiye’nin AB’ye gireceği tarihi şimdiden versin ki AKP hükümeti reform yapsın.
Adamlar, "Hani reformları Türk halkı için yapıyordunuz?" diye sormazlar mı?
* * *
Zaten AKP’ye göre öyle ya, sanki Karma Komisyon’un AB’li üyeleri de Türkiye’de işlerin yürümemesinden CHP’yi, muhalif aydın ve yazar grubunu sorumlu tutuyorlar. Bu nedenle cesaretlenen AKP üyeleri, konuşmalarında göz-gez-arpacık bile demeden sallıyorlar. Kendileri reformcuymuş, CHP ve muhalif aydın ve yazarlar statükocu imişler.
Statüko (status quo), var olan durum, kurulu düzen, müesses nizam anlamına gelir. Kurulu düzen, ekonomik düzen ve ilişkilerinden ibaret değildir. Şu anda devletin ekonomideki payı yüzde 20 dolaylarında olduğuna göre Türkiye’nin kurulu düzeni, özel sermayeli bir kurulu düzen. Liberal, neo liberal. Ama liberal zihniyet sadece ekonomi ile sınırlandırılamaz. Liberal anlayışın toplumun bütün katmanlarına nüfuz etmesi gerek.
AKP iki uyum yasası çıkartarak, kamu mallarını batan geminin malı gibi yabancılara ve özel girişime peşkeş çekip kendisinin reformcu olduğunu sanıyor. Aile düzenleri aynı kıskacın içinde değişmeden kıvranıyor, hatta daha da geriye gidiyor. Göğüslerini gere gere muhafazakár demokrat olduklarını ileri sürüyorlar. Kadınların eşitlik hakları nerede? 2002’den bu yana kadınlar iş hayatından çekiliyorlar. Başvekillerine göre kadınlar evlerine çekilip "Üç çocuk doğursunlar!" imiş.
Gelecek sefere (nasıl olsa gene statükoya karşı olduklarını söyleyecekler) AB temsilcilerine AKP’lilerin bu türden mavallarına inanıp inanmadıklarını soracağım.
* * *
Bu arada CHP temsilcisi Şükrü Elekdağ söz alıyor. AKP temsilcilerinden bazıları salonda değiller. Salonun havasından Şükrü Elekdağ’ın konuşmasına alışkın oldukları anlaşılıyor.
Avrupa Birliği ile serbest ticaret anlaşması yapan üçüncü ülkeler, işlerine geldiği, çıkarlarına uygun düştüğü için Türkiye ile serbest ticaret anlaşması yapmıyormuş.
1) Ancak Türkiye, AB ile yaptığı Gümrük Birliği Anlaşması’na göre, AB’nin serbest ticaret anlaşması yapmadığı ülkelerle serbest ticaret anlaşması yapamıyor. 2) AB üçüncü ülke ile anlaşma yapınca bu ülke Türkiye ile anlaşma yapmaya yanaşmıyor. 3) Çünkü Türkiye’ye AB ülkelerine ihracat yapar gibi mal satıyor, ama AB üyesi olmayan Türkiye anlaşma kapsamı dışında kaldığı ve özel serbest ticaret anlaşması yapılmadığı için ilgili ülkeye normal koşullarda ihracat yapabiliyor. Türkiye bu durumda nasıl rekabet edecek.
* * *
AKP’lilere bakıyorum. Tıss!
Bu arada Güney Kıbrıs temsilcisi zorla söz alıp, "Ne olacak bu Kıbrıs işi?" diye soruyor.
Yazının Devamını Oku