Özdemir İnce

AKP’nin savunmaması

25 Mayıs 2008
AKP’nin lejyonerleri gazetelerde, televizyonlarda, radyolarda ve özel toplantılarda Yargıtay Başsavcısı’nın iddianamesinin "beş para" etmediğini ileri sürüyorlar. "Beş para" etseydi AKP için daha iyi mi olurdu? "Beş para" etmez bir iddia karşısında savunma çok daha kolay yapılmaz mı?

Yapılmaz olur mu, elbette yapılır! Ama aklı evvel lejyonerler, saf AKP’nin bir kez daha tongaya düşmesine yol açtılar: "Bu beş para etmez metin karşısında savunma yapmak gerekmez; tarihe not düşmek için onu çürütmek gerekir!"

Sanki intihal yaptığı ileri sürülen romancı kendini eleştirmenlere karşı savunacak ya da iki eleştirmen kendi aralarında polemik yapacaklar. İddianameye karşı polemik yapılmaz! İddianame karşısında savunma yapılır! Kılavuzu 12 Mart artıkları olanlar her zaman hesap öderler!

KARŞI İDDİANAME

Ceza Hukuku öğretim üyesi Prof. Dr. Vahit Bıçak, Radikal’in 14 Mayıs 2008 tarihli sayısında yayınlanan makalesinde, "AKP savunmasında, ortaya atılan iddialara cevap verilmesinin amaçlanması yerine, iddianameye ve başsavcıya saldırı ekseni üzerine odaklanılmış. Hukuki olmaktan ziyade, siyasi bir söylem metni olarak kaleme alınan savunmanın hukuk literatürümüze katkı sağlayabileceği umudu ıskalanmış görünüyor" diyor.

Prof. Dr. Bıçak’ın yazısının yüzde 80’i AKP savunmasından (!) yapılan alıntıyla oluşmuş.

AKP’nin polemik metninde yer alan şu cümleyi okuyalım: "Çok sayıda kendi içerisinde çelişkili, gerçeklikten uzak, mesnetsiz ve hukuken yanlış ifadeler bulunduran / çok sayıda tahrifat, çarpıtma ve fahiş hatalar bulunan" iddianame!

İşte ne güzel, sen de savunmanda çelişkileri, mesnetsizlikleri, hukuk yanlışlıklarını, tahrifatları, çarpıtmaları, fahiş hataları göstererek kendini savun. Bu bir Názım Hikmet/Peyami Safa polemiği değil, hukuki iddianameye edebi savunma yapamazsınız.

Hukuk söylemiyle yazılmış metne hukuk söylemiyle cevap verilir; yazınsal söylemle yapılan eleştiriye yazınsal söylemle cevap verilir. Bir romancı romanını eleştiren eleştirmene, "Karın seni boynuzluyor, bu nedenle sen beni eleştiremezsin!" diyemez. AKP iddia metnine karşı bir savunma metni değil de karşı iddia kaleme alarak gülünç bir iş yapmıştır.

ANLAYIŞ FARKI

AKP, "Laiklik anlayışlarımız farklı!" diyerek Başsavcı Yalçınkaya’ya karşı saldırıya geçiyor.

Başsavcı, Cumhuriyet’in en yüksek "Cumhuriyet Savcısı" sıfatıyla Anayasa’nın ve yasaların içerdiği laiklik anlayışını savunmak zorundadır. İddianamedeki laiklikle ilgili cümlelerin Bassavcı’nın özel görüşü olduğunu sanmak ne yanlış! AKP’nin laiklik anlayışı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın laiklik anlayışından farklı. Sorun, hastalık zaten bu farktan kaynaklanıyor.

Bakın bir kez daha yazıyorum: AKP’nin polemik metninde yazdığı gibi, "Modern laiklik anlayışı, farklı din ve inançları sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederek, onların bir arada barışçıl beraberliğini sağlamayı hedefleyen bir siyasal ilkedir". İyi de, bireyi, toplumu ve devleti dinlerin saldırısına karşı korumadan nasıl yapacak bu işi?!

İşin püf noktası bu! AKP ilham alacaksa gazete yazıcılarından değil dil bilincine sahip hukukçulardan ve edebiyatçılardan ilham almalı!
Yazının Devamını Oku

Metin Altıok Şiir Ödülü

24 Mayıs 2008
’ÖMRÜMCE kendimi hep sözde buldum; Söz cehennemdi yanıp kavruldum. Yeniden doğdum kendi külümden, Ben Anka’ydım konuşuldum.’ (Metin Altıok)

* * *Kırmızı Yayınevi, 2 Temmuz 1993 günü Sivas Madımak Oteli’nde yakılarak katledilen şair Metin Altıok adına bir ödül veriyor.

Ödül töreni hakkında gerekli bilgi aşağıdadır:

Ödül törenine katkılarıyla katılanlar: Metin Altıok’un şiirleri, Fazıl Say, Sezen Aksu, Genco Erkal, Cüneyt Türel, Güvenç Dağüstün.

Gün: 24 Mayıs 2008 Cumartesi (yani bugün), saat: 19.

Yazının Devamını Oku

Biraz daha ekonomi

23 Mayıs 2008
EKONOMİDE vaziyetin durumu hakkında söyleyeceklerim bitmemiş meğer. Ben de devam ediyorum. Çarşamba günkü yazımda özelleştirme sayesinde ele edilen gelirlerin yatırımlara yönlendirilmediğini (örneğin GAP projesi için), aksine devletin iç ve dış borçlarını ödemek için kullanıldığını yazmıştım.

Buna karşın, AKP iktidarı döneminde iç ve dış borçlar yüzde yüzden çok daha fazla arttı.

Rakamları gerçek ekonomistler kuruşu kuruşuna bilirler.

YENİDEN KARL MARX
Çokbilmiş liberal ekonomistler ve siyasetçiler, Türkiye’nin geri kalmışlığını tek parti dönemine ve CHP’nin devletçiliğine bağlarlar. Aralarında, göze girmek istiyorsa, CHP’nin altı okundan devletçiliği çıkartıp atmasını önerenler bile vardır.

"Serbest" ticaret, serbest tarım, serbest sanayi, serbest rekabet, serbest yükseliş, serbest düşüş!

"Serbest" olan her şey serbest olmalı, ama düşüş serbest olmamalı.

O zaman "Devlet, nerede devlet!" diye bağırmaya başlarlar.

Son bunalımdan itibaren buna benzer çığlıklar yükselmeye başladı.

"Bu kadar da olmaz, devlet müdahale etmeli!" diyorlar.

ABD’deki "Mor kıç" (yazılış yanlış değil: "Mor kıç") krizi ve dünyadaki uzantıları, liberalizmin halının altına süpürdüğü pislikleri ortaya çıkardı.

Karl Marx’ın "Kapital" konusunda yazdıklarının ve kapitalizm eleştirilerinin yeniden okunması gerektiğini düşününler hiç de haksız değiller galiba!

Başkalarını bilemem ama ben okumaktayım!

BATAN GEMİNİN MALI
IMF, OECD, Analytical Databank ve Economic Outlook (Dergi) kaynaklarına göre 1998 yılında devletlerin ekonomi içindeki payları yüzde olarak şöyleymiş:

ABD: 32.3, Almanya: 49, Avusturya: 51.7, Belçika: 54.3, Fransa: 54.25, Hollanda: 49.9, İngiltere: 41, İspanya: 42.2, İsveç: 62.3, İsviçre: 48.8, İtalya: 50.2, Japonya: 35, Kanada: 42.3, Norveç: 46.3.

Ortalama: Yüzde 47.1.

Aynı yılda, Türkiye’de devletin ekonomi içindeki payı: Yüzde 26.6.

14 devletin ortalaması, Türkiye’den yüzde 20.5 daha fazla.

Bu payın 2000 yılında yüzde 23.9’a düştüğü tahmin ediliyor.

AKP’nin "batan geminin malı" anlayışıyla yaptığı özelleştirmelerden sonra bu pay çoktan yüzde 20’nin altına düşmüştür. Demek ki sorun "pay"da değil, o payın nasıl kullanıldığında.

YUMURTLAMAYAN TAVUK!
Özelleştirme İdaresi Başkanı Metin Kilci, "Bence kamunun bankacılık yapmaması gerek.

Çünkü, siyasetin gölgesi hep üzerinde kalır.

Bugün kamu bankalarımız çok başarılı çalışıyor.

Ancak, kamunun elinde başarıların sürekli olacağını kestirmek mümkün değil.

Bu dönem böyle olur, bir başka dönem farklı şeyler olabilir" diyor.

Başkan acaba ATV-Sabah kredisini mi eleştirmek, ihbar etmek istiyor?

Bu nedenle mi başarılı kamu bankalarımızın özelleştirilmesini istemekte?

Devletin ekonomideki payının sıfırlanmasını ben de istiyorum.

İnadına!

En azından yağma sofrasının ortadan kalkması için!

Kayıtdışı ekonomi, mülkiyet ve istihdamın hüküm sürdüğü, kayıtdışı seçmenin oyu ile iktidara gelmiş, kayıtdışı bir siyasal partinin hükümet ettiği bir ülkede neoliberalizm tavuğunun altın yumurtlamadığının iyice anlaşılması için!
Yazının Devamını Oku

Biraz da ekonomi

21 Mayıs 2008
İLKOKULDA (1943-1948) öğrenci dergileri okurdum. Bunlardan birinde "Biraz da gülelim" başlıklı mizah bölümü vardı. Gülünecek şeylere gülmez, hiç olmadık şeylere gülerdim. Bu yazımın başlığını bu nedenle "Biraz da ekonomi" koydum.

Birkaç yıl önce bir ekonomi yazısı yazmış ve komik ekonomistlerin saldırısına uğramıştım.

Yabancı sermaye konusunda "Neden borsaya geliyor, neden hazır fabrika alıyor, neden sıfırdan sanayi kurmuyor?" diye sormuştum.

Bir bobstil ekonomist de "Fabrikasını satan sanayici eline geçen parayla daha gelişkin bir sanayi kurar!" diye yazarak benimle dalga geçmişti.

2008 yılının ortalarında geldiğimiz durak, ulaştığımız menzil, ekonomistin değil de şairin haklı olduğunu gösterdi.

Şiirde sezgi önemlidir ve her ekonomiste böyle bir yetenek gerekir.

Borsanızın yüzde seksenden fazlası yabancının elinde ise, gelen yabancı sermayenin büyük bir çoğunluğu vur-kaç için geliyorsa, gerisi havacıvadır.

Sadece vezin ve kafiye ile şiir yazılmaz!

HAMAMIN PARASI

Gazetemiz, 60. yaşının şerefine benim gibi yaşlı yazarlara baston olması için bir genç gazeteci verdi.

Bize göz-kulak olmaları için.

Ekonomi servisinde çalışan genç arkadaşım Demet Cengiz bana, "Siz benim mentorumsunuz" diyor. Eh o zaman o da benim çırağım oluyor.

Benim ona ne yararım olacak bilemiyorum ama o bana yararlı oluyor.

Demet’e, "Özelleştirmeden gelen paralar nereye gidiyor?" diye sordum, o da bana hemen küçük bir dosya hazırladı. Özelleştirme gelirlerinin nereye gittiğini benim gibi merak edenler vardır mutlaka:

2003 yılından bu yana 25 milyar dolarlık özelleştirme yapılmış.

2008 yılı için 4 milyar dolarlık özelleştirme geliri öngörülmekteymiş.

Özelleştirmeden elde edilen gelirler Hazine’ye aktarılıyormuş.

Hazine de yapılan planlamaya göre iç ve dış ödemelerinde bu parayı kullanıyormuş.

Gelirler bazen yatırımlara aktarılıyormuş.

Eğer durum böyle ise -ki böyle- buna adıyla sanıyla mirasyedilik denir.

Hovarda oğul, paşa babadan kalan malı-mülkü, hanı-hamamı satıp savurur, kumara yatırır, kötü kadınlara yedirir ve sonunda köprü altında nalları diker.

Haa, bu arada laf olsun diye, hamamın parasıyla Tayyare Piyangosu aldığı da olmuştur.

KAPICI OLURSUNUZ

Özelleştirme İdaresi Başkanı Metin Kilci, hiç Yeşilçam filmi seyretmemiş galiba.

Türk Telekom’un yüzde 15’inin halka açılmasından (yabancı halklara açıldı galiba), Milli Piyango ile otoyol özelleştirmelerinden söz ediyor.

Petkim’de devir yaklaşıyor.

Tekel Sigara için Özelleştirme Yüksek Kurulu kararı bekleniyor.

Sırada Halkbank, Şeker Fabrikaları, Ziraat Bankası var; elektrik dağıtımı özelleştirmesi var...

Var oğlu var!

Metin Kilci, "Biz özelleştirmeyi ’gedik kapatma’ aracı olarak değil, ekonominin gereği görüyoruz.

Elbette gelirlerimizi Hazine’ye aktarıyoruz.

Hazine de daha çok borç ödemede kullanıyor özelleştirme gelirlerini"
diyor.

Benden bu kadar: Bu yönteme mirasyedicilik denir.

Mirasyedinin torunları, fabrika kapıcısının torunlarının fabrikasına kapıcı olur.

Vezin ve kafiyeden hoşlanan ekonomistler acaba ne derler bu işe?
Yazının Devamını Oku

15 yıl sonra ’The New Ottomans Co.’

20 Mayıs 2008
HÜRRİYET Gösteri Dergisi’nin Mart 1993 sayısında "The New Ottomans Co." adlı bir yazı yayınlamıştım.

Söz konusu yazı "Dinozorca" (Telos Yayıncılık, 1993) adlı kitabımda yer almıştı; şimdi "Mahşerin Üç Kitabı" (Doğan Kitap, 2005; S.170-177) başlıklı birleşik kitabımda okunabilir. Bu yazıya söz konusu makalenin başlangıç bölümünü alacağım:

Has adamlar "Son yirmi-yirmi beş yılda birlikte yaşamak zorunda kaldığımız kimi insanlar için, ’Analarının rahmine ’haklı’ olarak düşmüş, hep haklı olmak için doğmuşlar!’ diye bir tanımlamam vardır.

Yıllar önce bir yazımda bunun benzeri bir tanımlamayı kullandığımı da anımsıyorum. Bir zamanlar Kemalistin hası, Marksistin hası, Maocunun hası, Filistincilerin hası, Humeyni sempatizanlarının hası onlardı; ardından en hakiki liberal oldular, yeni dünya düzenini en çabuk onlar kavradılar, eski yol arkadaşlarına, ’Hálá aynı yerde mi otluyorsunuz?’ gibilerden, tepeden sorular sormaya başladılar ve ANAP’ın erdemini keşfettiler. Özal’ın kişiliğinde XXI. yüzyılın dáhi politikacısını görmeye başladılar. Şimdilerde ’Yeni Osmanlıcılık’a takılıyorlar. Asıllarına rücu etmek ve geçmişle, tarihle barışmak istiyorlar. Aşırı soldan saltanatçılığa giden o uzun ve trajik yolu kısaltıverdiler. Başkalarının yapması durumunda ’tu kaka’ edecekleri davranışları, kendileri yaptıkları için, erdemlilik olarak tanımlamaktan çekinmiyorlar. Yirmi yıl önce bir tek amaçları vardı: toplumsal vitrinin önünde olmak. Bundan sonra nereye gidecekler, bunu zaman gösterecek." (S.170)

Cacığa sarmısak

Tek parti döneminin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın "Komünizm lazımsa onu da biz getiririz, size ne oluyor" dediği ileri sürülür.

Yazının Devamını Oku

Manifesto

18 Mayıs 2008
İTİRAF etmeliyim: Hükümetin 1 Mayıs gazabından sonra, "Komünist Manifesto" üzerine yazmaya başlarken, çok eski günleri anımsadım: Sağa-sola tedirgin gözlerle bakıyorum. Sırtımda ürperme var. 2008 yılında bazı sözcükleri ürkerek yazacağım, acaba sivil polis var mı diye çevreye korkuyla bakacağım aklıma gelmeli miydi?

Yıllar önce, 1978’de, Dedeağaç’tan otomobille geçerken Yunan Komünist Partisi’nin (KKE) tabelasındaki orak-çekiç amblemini görünce korkudan ödüm patlamıştı. İçimden "Ulan manyak bunlar!" diye geçirmiştim.

77.657 geçerli oy

"Bayram değil, seyran değil, Lagendayık Enişte gibi enişteler neden öpüyor bizi" demesin kimse. İktidar partisinin Cumhuriyet’in anayasasına kağıt mendil muamelesi yapması mademki demokrasi gereği(!), o zaman, 2007 genel seçimlerinde binde 22 oy alan Türkiye Komünistlerinin Manifesto’sunun yayınlanmasının 160. yılının kutlanması, sanırım, artık kimseyi rahatsız etmez. Etmemeli! Düşünsenize, TKP oyunu on binde 3 oranında artırarak 77 bin 657 geçerli oy almış. Ve gene düşünsenize, Türk-İslam ve İslam-Türk sentezcilerinin Komünizmle Mücadele Cemiyetleri de yok artık, şükürler olsun!

Yüzde 46.7 nerede, binde 22 nerede! TKP böyle her seçimde on binde 3 oranında oy çoğaltırsa AKP’liler mahşer gününe kadar iktidarda kalırlar. Don’t worry, be happy!

Okumakta fayda var

Tarihimizle yüzleşmek isteyenler, hangi hikmettense, sol söz konusu olunca, "Oh olsun!" deyip üzerine bir bardak soğuk su içerler. Ben sabırlıyım, yüzleşme gününe kadar bekleyebilirim. Evet ne diyordum?

Karl Marx ve Friedrich Engels’in ortak kaleminin ürünü Komünist Manifesto, Türk Ceza Kanunu’nun 141. ve 142. maddeleri kaldırılıncaya kadar yasak bir metindi. 1965 yılında ilk kez Fransızcasını okudum, okumuştum Paris’te. Daha sonra bir ceketimin astarının içine saklayarak Türkiye’ye getirdim. Oysa 1945’ten sonra, bütün Avrupa’da sol ve türevleri özgürdü. Yüzleşelim mi?

O Fransızca Manifeto şu anda masamın üzerinde duruyor. Onun yanında Yordam Kitap tarafından yayımlanan yeni Türkçe çevirisi. Çevirinin arkasında 175 sayfalık yorumlar ve değerlendirmeler yer alıyor. Bir de değişik dillerdeki yayınlara yazılmış önsözler.

Okunmasında yarar var. Ardından Marx’ın yeniden okunmasında. Neden mi?

İşçiler, birleşin

İlkin bu 30 sayfalık kitapçık bütün insanlık tarihinin kısa bir tarihçesi sanki. Toplumsal ve siyasal gelişmenin de tarihi. Sanayileşmenin ve kentleşmenin övgüsü.

Mülkiyet hakkı günümüzde iyice karmaşıklaştı. Öte yandan komünist partiler proletarya diktatoryası ideolojisini epeydir terk etmiş durumda.

Manifesto, "Burjuvazi yönetmekten acizdir!" diyor ama aksi kanıtlandı. Bunalım yönetim tarzı oldu. Geriye "Burjuvazinin yıkılışı ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır" öngörüsü kalıyor. 1917 devrimine karşın bu öngörü sürekli bir varoluş kazanamadı.

Ancak her şey eskise bile "sınıf bilinci", "işçi sınıfı bilinci", "sosyal adalet" düşüncesinin ve "sınıf mücadelesi" sürecinin sonsuza kadar eskiyeceğini sanmıyorum.

Bir de "Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz!" çağrısı var. Sermayenin küreselleşmesinin egemenlik kurduğu bir ortamda, bu çağrıdan daha doğal ne olabilir?!
Yazının Devamını Oku

Görünen köyü görmek

17 Mayıs 2008
BİRGÜN Gazetesi yazarı Ahmet Çakmak, "Geçen gün arkadaşlarım söylediler, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ’Ebeveyn çocuklarını istediği gibi yetiştirme hakkına sahiptir’ diye bir madde varmış. O zaman bunun da günümüzden bakarak yeniden yorumlanması gerekir" diyor (20.02.08). Sonra ekliyor: "Bu aslında bizi bir yanıyla eğitim konusuna getirir. Eleştirel düşünmeyi öğreten bir eğitim sistemi sosyalistlerin başlıca amaçlarından biri olmalıdır."

Gizli niyetler!

Eleştirel düşünceyi öğreten sistem sadece sosyalistleri değil bütün çağdaş insanlığı ilgilendirir. İlgilendirmesi gerekir. Ama ben İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin çocukların eğitimiyle ilgili maddesiyle daha sonra ilgileneceğim. Bu madde her ülkenin eğitim sistemiyle çelişebilir. Eğitimin alabildiğine liberal olduğu ABD’de bile çocukların ailelerin insafına bırakıldığını sanmıyorum. Bu yazıda bunu tartışmayı düşünmüyorum.

Ahmet Çakmak, yazısında, "Bir insanın kafasının gerisindeki gizli niyetler varsayımı üzerinden politika yapılmaz" diyen Murat Belge’yi de bir ucundan eleştiriyor. Bilindiği gibi Murat Belge eleştirel düşünceyi öğrenmekle kalmamış, bu düşünceyi öğreten biri de olmuştu aynı zamanda. 06.05.08 tarihli yazısında "Ilımlı İslam"ı tavsiye eden Murat Belge bu cümleyi, AKP’yi, türbancıları, İslamcıları savunmak için söylemiş. Doğru, "Bir insanın kafasının gerisindeki gizli niyetler varsayımı üzerinden politika yapılmaz", ama bir atasözü de "Görülen köy kılavuz istemez!" diyor. AKP’yi ve dünyasını eleştirenler, gördükleri köy manzaralarından hareket ediyorlar.

Mavi mürekkep

Çetin Altan, 1960’ların başında, özellikle Akşam Gazetesi’nde yazdığı yazılarda, sol birikimle ilgili gözlemlerini bir metaforla anlatırdı: Bir bardak suya bir damla mürekkep damlatırsınız, su mürekkebi yutar; belli bir damlaya kadar su mürekkebi yutar ama sıra öyle bir damlaya gelir ki o damla suya düşünce su masmavi kesilir! Çetin Altan’ın kuramı doğrudur ama sol birikim bağlamında söyledikleri ne yazık ki temenni evresini aşıp gerçekleşemedi.

Entelektüel hocalar!

12 yaşımdan önceki çocukluğumda, yazları dedemin Mersin Torosları’ndaki Demirışık Köyü’ne giderdik. Köyün kadınlarının birlikte çalışırken "Hadımlı Hoca dimişkine" diye cümleye başladıklarını duyardım. Hadımlı Hoca 1940’ların sonunda Mihrican Yaylası’nın camisinde hocaydı. Derin olduğu söylenirdi. Hadımlı Hoca, "Kadınlar kısa kollu giymesinler" demiş olabilirdi. Demirışık kadınları giymiyordu nasılsa "Seyilli şeer gadınları" (Sahilli, şehir kadınları) giyiyordu.

Günümüzde, "Bir insanın kafasının gerisindeki gizli niyetler varsayımı üzerinden politika yapılmaz" diyen entelektüel Hadımlı Hocalar var.

Türban fesadının, imam-hatip okulları fesadının sahnelendiği köyü görmüyorlar. 25 Şubat tarihli Milliyet Gazetesi’nin 16. sayfasında yayınlanan manzaraları (hastaneleri ve devlet dairelerini baskın yaparcasına dolduran türbanlı görevliler; ilköğretim okullarını ve liseleri dolduran türbanlı öğrenciler) görmüyorlar, sonra "ilim ve bilim" adına ahkám kesiyorlar.

Doğrudur (pek doğru olmasa da), varsayımlar üzerinden politika yapılmaz, somut veriler ve belgeler üzerinden yapılır. Bunları görmeyene de ya kör ya da kötü niyetli denir!

Yazının Devamını Oku

Tuhaf şeyler ve ayıcılık üzerine

16 Mayıs 2008
PERU’nun başkenti Lima’da yayınlanan "El Canto Popular" adlı dergide Negra Cisneros imzalı bir yazı çıktı. Yazı Türkiye üzerine. Yazar Negra Cisneros’un Türkiye’yi çok yakından tanıdığı anlaşılıyor: "Türkiye’de AB’nin Genişlemekten Sorumlu Komiseri Olli Rehn’i yerden yere vurmak çok moda.

Özellikle, AKP’ye kapatma davası açılmasından yana takındığı tavır, Rehn’i laik çevrelerin hedefi konumuna soktu.

Tüm şimşekleri üstüne çeken diğer bir isim de Lagendijk... 2009 yılında, Rehn’in yerine bir Fransızın geçebileceğini yazan tanınmış gazeteci Mehmet Ali Birand ’Rehn ve Lagendijk’i mumla ararız!’ diyor."

Birand’ın yazısı


Daha fazla kafa karıştırmadan itiraf edeyim: "El Canto Popular" diye bir dergi yok. Negra Cisneros, şair arkadaşım Antonio Cisneros’un karısı (hálá karısı mı bilemiyorum); böyle bir yazı yazmadı.

Yazı Mehmet Ali Birand’ın (Posta, 13.05.08) yazısından alındı.

Böyle bir yazı yayınlanmadı, dememe bakmayın, istediğim an Güney Amerika’nın bir gazetesinde, dergisinde böyle bir yazı yayınlatabilirim.

Arkadaşlarım var.

Eski solcuların İslamcı AKP’nin nasıl lejyoneri olduklarına dair bir yazı da her an yayınlanabilir Peru’da, Şili’de, Arjantin’de.

5. kol cümlesi

10 Mayıs 2008 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nin 18. sayfasında "AK Parti’yi kapatma kararı askeri darbeden farksız olur" manşetini okuyunca aklıma geldi böyle bir oyun.

Bu patavatsız yargı Brooking Enstitüsü’nün önde gelen isimlerinden Phil Gordon’a ait. Mr. Gordon bu cümleyi 4. Sakıp Sabancı Konferansı’nda söylemiş.

Phil Gordon’un yaptığı konuşmadan, Ali Akel imzalı haberde sadece bu cümle yer alıyor.

O da manşet olarak.

Phil Gordon çok önemli bir adam mı, bilmiyorum. Brooking Entitüsü hakkında da iyi şeyler okumadım, duymadım.

Bildiğim kadarıyla Ortadoğu, Asya ve eski Sovyetik ülkelerle ilgili bir enstitü. Anımsadığıma göre bir raporunda Irak’ı üçe bölmüştü ya da bölünmesini tavsiye etmişti.

İsterseniz bir bilene sorun, böyle bir enstitünün ABD hükümetinden, Pentagon’dan, CIA’dan bağımsız olması mümkün müdür?

Ben bağımsız olanına rastlamadım.

Kendi aklımıza şunu sormamız gerek: "Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatırsa, bu askeri darbeden farksız mı olur?"

Böyle bir cümleyi ancak beyin yıkayıcı 5. Kol örgütleri kurar!

İzzet Dayı kuralları

1950’lerde çok faullü oynayan futbolcuya ya da takıma ayıcı denirdi.

Anımsıyorum, bizim sınıfta İzzet Dayı dediğimiz bir arkadaşımız vardı.

Ayağımızdaki topu almak için naralar atarak üzerimize gelirdi.

Ayıcılık yapıp bizi sakatlamasın diye topu bırakıp kaçardık önünden.

Hakemsiz oynadığımız için, İzzet Dayı kural koyucu olurdu.

Tarafsız gözlemciler, AB şövalyeleri Olli Rehn, Joost Langendijk ve Barroso’nun eleştirirken ayıcılık yapmaktan sakınmadıklarının altını çiziyorlar.

Ama bizim kimi yazıcılarımız bu türden ayıcılıkları kural haline getirmişler.
Yazının Devamını Oku