Özdemir İnce

Brüksel seyahatnamesi (2)

6 Haziran 2008
JOOST Lagendijk ile tanıştık! Oturum arasında, üyelerle konuşa konuşa benim oturduğum yere geldi. Ayağa kalktım, kendimi tanıttım. <br><br>"Sizi tanıyorum. Vaktiniz varsa saat 12.30’da burada bir yerde buluşalım" dedi. Anlaşılan, kendisine benim niyetimden söz etmişler.

"Tabii memnun olurum!" dedim.

* * *

Ben ilkin CHP temsilcileriyle biraz oturdum.

Onların basın ile bir ortak söyleşisi vardı.

Biz, Alman Sosyal Demokrat, AP üyesi Vural Öger ve yardımcısı Kader Sevinç ile bir başka masaya geçtik.

Biraz sonra elinde bir sandviç ile Joost Lagendijk geldi.

"Siz benim kayınpederime laf ediyorsunuz" dedi.

"Evet ama folklorik bir ironiyle. Size biraz çıkışması için" dedim.

"Anlıyorum" dedi.

* * *

Bütün yazılarımı okuduğu izlenimi uyandı bende.

Elbette sadece beni değil.

Bu nedenle, kendisine sormayı düşündüğüm soruları bildiğini düşündüm.

Size, yaptığım konuşmayı aktarıyorum.

"Yaptığınız konuşmalarla AB’ye kötülük ediyorsunuz.

Türk halkı başlangıçta yüzde 80 dolaylarında AB’yi destekliyordu.

Şimdi destek yüzde 50’nin çok altına indi.

Bir de sizin lejyonerleriniz var, Türkiye’de, AKP ile AB’yi yürekten (!) destekleyen gazeteciler.

AB’yi ve AKP’nin AB ilişkilerini eleştirenleri faşist ilan ediyorlar.

Avrupa Birliği olmazsa, biz öldük, mahvolduk, diyorlar.

Türkiye, AB’ye giremez ise sanki tarihin ve dünyanın sonu olacak.

Siz AB olmaz ise ölecek-bitecek bir Türkiye mi, yoksa güçlü-kuvvetli bir Türkiye mi istersiniz?"

"Elbette güçlü bir Türkiye, AB’ye ihtiyacı olmayan, kendi ayakları üzerinde duran bir Türkiye!"

* * *

Benim kuşağımın, Kemalistlerin, CHP’nin demokrasiyi benimsemiyor olduğunu ileri sürmenin bizler için büyük bir hakaret olduğunu söyledim.

"Ama azınlıklar konusunda kesin bir tavrı yok CHP’nin, 301’e karşı, azınlıklar yasasına karşı, Papaz Okulu’na karşı, Ökümenik Patrikhane’ye karşı, Kürtlerin kültürel haklarına olumlu yaklaşmıyor" dedi.

Siz iktidarla muhalefeti karıştırıyorsunuz, dedim.

İktidarda olan AKP.

AKP’nin bu konularda açık seçik bir politikası var mı?

* * *

Bu Joost Lagendijk ile bir başlangıç tanışması idi.

Önemli olan, Türkiye’de lejyonerlerden başka insanlar da olduğunu bilmeleri gerekiyordu.

İnsanlar, AB’nin hál ve gidişini eleştirmelerine karşın, Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyorlardı.

Hürriyet Gazetesi destekliyordu, ben destekliyordum.

Lejyonerlerin iddia ettiği gibi, CHP, Kemalistler, "ama"cı aydınlar ne demokrasi karşıtıydılar ne de darbe yandaşı faşisttiler.

Bende, Joost Lengendijk ile sakin sakin konuşabileceğimiz izlenimi oluştu.

Neden konuşmayalım?!

(Not: Çarşamba günkü yazımda geçen 27, 28 Haziran tarihleri, 27, 28 Mayıs olacak.)
Yazının Devamını Oku

Brüksel seyahatnamesi (1)

4 Haziran 2008
BUNDAN böyle Avrupa Parlamentosu’nun ve Avrupa Birliği’nin basına açık toplantılarını mümkün olduğunca izlemeye karar verdim. Gazete yazıcıları bu türden toplantıları izlemeli kanısına bir gözlemle vardım:

Örneğin, bir dışişleri bakanının İngilizcesinin pek yavan olduğunu, suyuna tirit bir konuşma yaptığını bir muhabir yazmaz, yazamaz.

Ama nesnel bir gazete yazıcısı böyle bir şey gözlemlemiş ise bunu mutlaka yazmalıdır.

* * *

Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ali Babacan, 27 Haziran günü Karma Parlamento Komisyonu’nda, 28 Mayıs günü Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu’nda işte bu türden iki konuşma yaptı.

İki konuşmada da sanki CHP’ye ve görünmez bir muhalefete cevap vermekteydi.

Bir Dışişleri Bakanı, ülkesindeki Müslümanların da din özgürlüğü sorunları olduğunu söyleyebilir miydi?

Özgür olmayanları yasal yollarla özgürleştirmek, mensup olduğu hükümetin işi değil miydi?

Yoksa Bakan Babacan, yasa ötesi ve dışı bir "şeri" özgürlükten mi söz etmekteydi?

Bunlar söylenirken konuşmanın yapıldığı salondaydım.

Bu sözleri dinleyen Avrupa parlamenterlerinin ne düşündüğünü anlamaya çalıştım.

Acemilikten olacak, yanlarına yanaşıp ne düşündüklerini sormadım.

Soramadım!

Ama gelecek sefer böyle bir hata yapmayacağım.

* * *

CHP Milletvekili Onur Öymen, "Sayın Rehn, demokratik laiklikten söz ediyor.

Sanki kimileri demokrasiyi bırakıp laikliği savunuyormuş gibi.

Türkiye gibi halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkede laiklik yoksa demokrasi de yoktur"
derken KPK’nın toplantı salonundaydım.

CHP Milletvekili Hacaloğlu, Olli Rehn’e, "Sizin mi kafanız karışık yoksa Türkiye’nin kafasını mı karıştırıyorsunuz?" diye sorarken de aynı salondaydım.

* * *

Karma Parlamento Komisyonu’nun bütün AKP’li milletvekili üyeleri, Bayan Ria Oomen-Ruijten’i, kaleme aldığı Türkiye raporu dolayısıyla öve öve bitiremediler.

Teşekkür ederken birbirleriyle yarıştılar.

Raporu eleştirmek CHP’li üyelere kaldı.

İki gün süren çalışmaları yakından izledikten sonra kafamda şöyle bir izlenim oluştu:

Karma Parlamento Komisyonu’nun Avrupa Komisyonu temsilcileri ile Türkiye Cumhuriyeti hükümeti arasında imzasız bir koalisyon oluşmuş.

Bu koalisyonun karşısında muhalif olarak CHP var.

Karma Parlamento Komisyonu’nun AB temsilcileri ve öteki ülkelerden temsilciler Türkiye’yi eleştirdikleri zaman, AKP üyeleri, "Hükümetimiz istediklerinizi yapmaya hazır ama şu CHP münafığı olmasa!" diyor.

* * *

Sözünü ettiğim toplantılarla ilgili haber metinlerinde bunların benim gözlemlediğim gibi yansıtılması olanaksız.

Yansıtmak, haber tekniğine ve etiğine uygun olmaz.

Bu, benim elbette bildiğim bir şeydi.

Düşüncelerim, gözlemlerimle tam anlamıyla örtüştü.

Bu nedenle bundan böyle bu türden toplantıları izleyip gözlem ve izlenimlerimi yazacağım.

Yani ortalık "lejyonerler"e kalmayacak artık.

Ben de orada olacağım!
Yazının Devamını Oku

Názım Hikmet 1963’te bugün ölmüştü

3 Haziran 2008
İZMİR’deydi. Günlerden 3 Haziran değildi ama yıl 1963. Bornova’daki 57. Topçu Eğitim Tugayı’nın servis aracını uygun bir yerde durdurdum. Talim üniformalı bir teğmen olarak araçtan indim. Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’nda epeyce yürüdükten sonra Fransız Hachette Kitabevi’ne girdim. Amacım gazete, dergi, kitap almaktı. Baktığım gazetelerden birinin birinci sayfasında 3-4 sütuna "Grand poete turc Názım Hikmet est mort en exil" ("Büyük Türk şairi Názım Hikmet sürgünde öldü") yazıyordu.

O gazeteyi de aldım! 26 yaşında, eylül ayında terhis olacak bir yedek teğmendim.

İlk kitabını o yıl yayınlamış ya da yayınlayacak bir şairdim.

Sivil hayatta bir yıllık Fransızca öğretmeniydim.

Şansımı gazetecilikte denemek istiyorum, deneyebilirdim, ama eşim hamileydi, bu nedenle öğretmenliği sürdürmek zorundaydım.

Ve kuşaktaşlarımın çoğu gibi Názım’ın şiirlerinin sadece birkaçını okuyabilmiştim.

Okullarda okutulmuyordu.

Kendisinin de şiirinde yazdığı gibi kitapları bütün dünya dillerinde yayınlanıyor ama kendi dilinde, kendi ülkesinde yasaktı.

Büyük Türk şairin sürgünde öldüğünü yazan gazeteyi öteki gazetelerin arasına gizleyip Hachette Kitabevi’nden çıktım.

ÜNLENMEDEN ÖLENLER

19. ve 20. yüzyıllar şairlerin kendilerini büyük davalara adadıkları bir çağdır.

Biz sadece sonradan ünlenenlerin adlarını biliyoruz.

Ya ünlenmeden hapishanelerde, işkencelerde ölenler, idam edilenler, iktidarlar ya da düşmanlar tarafından kurşuna dizilenler...

Onları bilmiyoruz. Kuşkusuz sayıları ünlenenlerden çok daha fazlaydı.

Hapishanelerden, toplama kamplarından, sürgünlerden geçen ünlü şairlerin, idam edilenlerin, intihar edenlerin adlarını sayalım:
Attila Jozef, Geo Milev, Vapzarov, Yannis Ritsos, Pablo Neruda, Nicolas Guillen, Federico Garcia Lorca, Rafael Alberti, Názım Hikmet ve daha niceleri. Bunlardan sadece Yannis Ritsos’u tanıdım, arkadaşı oldum, hocam oldu, şiirlerinin küçük bir bölümünü Türkçe’ye çevirdim.

ŞAİR, ÖZGÜRLÜKTÜR

Öyle bir çağdı.

Taa 1960’larda bile Paris’i, Londra’yı, Roma’yı sürgün şairler doldurmuştu.

1990’lara kadar.

60’larda Yunanlar, 1975’e kadar, 90’lara kadar başta Şilililer olmak üzere Güney Amerikalılar.

1965’in aralık ayında, Paris’in Globe Kitabevi’nde tanıştığım Elsa Triolet de sormuştu:
"Paris’te normal şartlarda mı bulunuyorsunuz?" Fransız hükümetinin burslusu olduğumu söylemiştim.

"Hele şükür!" demişti.

İkinci Dünya Savaşı’nı unutmayalım.

Alman işgali altındaki ülkelerin şairleri direnme örgütlerinin içinde yer almış, önderlik yapmışlardı.

Rene Char Fransız direnme örgütünde yüzbaşı idi.

Başta Námık Kemal olmak üzere II. Abdülhamid dönemi şairleri.

Daha sonra tek parti 40’larının, Demokrat Parti 50’lilerinin şairleri, 12 Mart ve 12 Eylül şairleri, Madımak’ta diri diri yakılan şairler.

Şair demek özgürlük demektir.

Şair özgürlüğün, adaletin, eşitliğin, kardeşliğin yalvacıdır.

Hapislerden, idamlardan, sürgünlerden, zulüm altında intiharlardan sonra her zaman şairler haklı çıkar.

Tıpkı Názım Hikmet gibi! Ne dersiniz, Názım hálá vatan hainliğine devam ediyor mu?

Türkiye’nin ve Türkçe’nin iyilik ve hayrına vatan hainliğine devam etmeli; devam etmeliyiz!
Yazının Devamını Oku

Mahmut Makal kitaplığı

1 Haziran 2008
LİTERATÜR Yayınları, Fakir Baykurt ve Talip Apaydın’ın ardından, aynı kuşaktan "Köy Enstitülü" Mahmut Makal’ın kitaplarının yeni baskılarını yayınlamaya başladı: Bizim Köy, Hayal ve Gerçek, Yeraltında Bir Anadolu, Deli Memedin Türküsü. Mahmut Makal Kitaplığı’nın tamamlanması için yayınlanması gereken başka kitaplar da var: Bozkırdaki Kıvılcım, Köy Enstitüleri ve Ötesi, Kuru Sevda ve Memleketin Sahipleri.

Bizim Köy,
1951’de kurmaya başladığım kitaplığımın ilk kitabıdır.

Günümüz Türkiyesinin hallerinden hoşnut olmayanlar mutlaka okumalılar bu kitabı. Güney Amerikalılar, Eskimolar bile okudu.

* * *

Yayınlandığı zaman Köy Enstitüleri ve Ötesini okuyacak olanlar, 1950’den sonra Türkiye’de sahnelenen karşı devrimin boyutlarını görecekler. (14 Mayıs 1950 tarihinde Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi elbette karşı devrim değil, ama ya yaptıkları?)

Köy Enstitüleri’ni kapatıp imam hatipleri ülke sathına yaymak karşı devrim değilse nedir Allah aşkına? İnsanı budala yerine koymayın, koymasınlar!

Köy çocukları duvar ördükleri, işliklerde alet tuttukları elleriyle kalem, pergel, cetvel tutuyor, keman ve mandolin çalıyorlardı. Okudukları her şeyi anlıyorlar ve geleceği karşılamaya hazırlanıyorlardı. Yüzleri ve kafaları aydınlığa ve bilime dönüktü.

1950’den sonra bu çocukların kardeşlerini imam hatip okullarına tıktılar; anlamadıkları bir dilde Kuran ezberlettiler, geçmişi günümüze taşımak için onları yük beygiri olarak kullandılar.

* * *

İmam hatip okullarını kıyasıya eleştiren eski öğrencileri ve mezunları bol miktarda var. Fethullah okullarında hazırlanan fesatlar dizisini ihbar eden öğrenciler ve öğretmenler de çok. Peki Köy Enstitüleri aleyhinde konuşan ve yazan bir tek mezun ve öğretmen var mı? Ben bilmiyorum.

Ama kurulu düzenin temellerini sarsan bu okulların çok düşmanı vardı. Kendi çocuklarını kızlı-erkekli karma okullarda okutan elitler, bu okullarda kızlı-erkekli köy çocuklarının okumasını "komünistçilik" olarak ilan ediyorlardı. Öğrencilerin okullarını kendi elleriyle yapmalarını zorbalık, gaddarlık, angaryacılık sayıyorlardı.

Köy Enstitüleri’nin en yaman muhaliflerinden, Sovyetler Birliği’ni çok iyi bilen toprak ağası Kinyas Kartal, okulların kapatılmasından sonra, "Bunların komünist olmadığını elbette biliyorum ama iki mezunu altı ayda iki köyümü elimden aldı" demiştir. Bu sözü daha önce de söylemiş olabilir.

Kemal Tahir’in Köy Enstitüsü düşmanlığını anlamamışımdır: Köylü değildi, Köy Enstitüsü öğrencisi ya da öğretmeni olmamıştı. Ama bir kız öğrencisini taciz ettiği için okuldan uzaklaştırılan bir Köy Enstitüsü edebiyat öğretmenin anlattıklarına dayanarak Bozkırdaki Çekirdek’i yazmıştır. Utanç verici bir yazınsal deneyim!

* * *

Köy Enstitüleri artık açılamaz. Kapatılmasalardı gelişerek günümüzü yakalayacaklardı. Ülkeyi geleceğe taşıyacaklardı. Kaçan fırsatı öğrenmek için Mahmut Makal’ı okuyalım!
Yazının Devamını Oku

Allah akıl versin!

31 Mayıs 2008
TÜRKİYE Cumhuriyeti vatandaşlarının ya da kısaca "millet"in bir karmadan oluştuğunu ve bu karmanın çiçek bahçesini andırdığını göstermek için gayrimüslimleri bir kenara itip "Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Boşnak, Laz, Pomak" diyerek saymaya başlamaları tüylerimi diken diken eder. Postmodern siyaset ve sosyolojinin kakaladığı cemaatçiliğin fitne ve fesat çıkardığını günün moda deyimiyle sağır sultan bile duydu.

Bir de İslamcı taifenin kırk katır ve kırk satır tercihine soktuğu gayrimüslimler var. Ama onlardan daha beterleri var: Dönmeler, karışık olanlar, melezler ve benzerleri. İslamcılar onlara da düşman. En başta Musevilere. Musevi düşmanlığı sadece Filistin sorunundan kaynaklansa, bu geçicidir diye düşünebiliriz. Ama bu düşmanlık ebedi.

* * *

İtalya’da vefat eden zamanımızın büyük opera şarkıcısı Leyla Gencer’in cesedinin yakılıp küllerinin İstanbul Boğazı sularına savrulmasını vasiyet etmesi, İslamcı tayfanın zihniyetini bütün çıplaklığıyla ortaya çıkardı.

Bir İslamcı yazıcının, "Küllerinizle suyumuzu kirletmeyin!" tarzında zırvalaması, çağdaş Türklerin eleştirisine konu oldu. Bu eleştirilere de tahammül gösteremeyen İslamcı tayfa, bu kez, "Nuh Gönültaş, Müslüman olduğu bile şüpheli olan Leyla Gencer için ’Külleri İtalya’da kalsın’ diye yazınca adeta linç edilmeye kalkışıldı. Bunların, kendi fikirleri dışında hiçbir fikre tahammülünün olmadığı bir kez daha ortaya çıkmış oldu" diyerek ikinci bir saldırıya geçtiler. Peki kendilerinin başkalarına tahammülü var mı?

* * *

Bunu geçiyorum. Ben asıl "İsimleri yerli, cisimleri yabancı ünlüler!" manşetiyle ortaya çıkan yazıcının zırvalamasını önemsiyorum:

"Ben de bir zamanlar Yücel Aşkın’dan Emin Alıcı’ya, Türkan Saylan’dan Erol Aksoy’a kadar, bütün ’ünlü isimler’in ’ad’larına bakıyor ve onların ’Türk’ olduğunu zannediyordum" diyor. Ve soruyor: "[Leyla Gencer’in] Polonezköylü olduğunu, Minakowski ailesinden geldiğini biliyor muydunuz? Burada kalıp ne yapacaktı?" (Hasan Karakaya, Vakit, 14.05.08) Tam anlamıyla Nazivári bir ırkçılık bu!

Böylesine saldırgan ırkçılık çok tehlikelidir, "Kavimler Kapısı" Türkiye’de!

* * *

Türklerin 1071 yılında Anadolu’ya gelen nüfusunun 500 bin dolaylarında olduğunu Türk tarihçiler de kabul etmektedir. O sırada Anadolu’da yaşayan yerli halkın 10 milyon kadar Hıristiyan halklardan oluştuğu iddiaları var. Ama biz sadece birkaç milyon diyelim. Bu sayı bile Anadolu yerlilerinin dönemin Hıristiyan inançlı halklarından oluştuğunu kanıtlıyor. Bu insanlar iki yüzyıl içinde Müslümanlaşarak Türk oldular. Bu bir!

İkincisi: Bu Hıristiyan yerli halkın Hıristiyan olmadan önce kendi dinleri ve dilleri vardı. Hıristiyan dinini kabul ederek Rumlaştılar, Ermenileştiler, Gürcüleştiler, vb. Daha sonra da Müslüman oldular. Müslüman olmayanlardan olan Rumlar, Lozan’dan sonra "mübadele"de Yunanistan’a gittiler. Ermeniler, Ermenistan’a çekildiler. Müslüman olan akrabaları Türkiye’de kalıp günümüz Türk milletinin önemli bir kesimini oluşturdular.

Özetlersek: İslamcıların birçoğunun damarlarında Rumlaşmış, Ermenileşmiş Anadolu yerli halklarının kanı var! Benden söylemesi: Biri çıkıp DNA taraması isteyebilir!
Yazının Devamını Oku

Fethullah okulları ve Princeton Üniversitesi vs.

30 Mayıs 2008
HİKMET Çetinkaya’nın "Hakan Yavuz Neden Korkuyor?" yazısı (Cumhuriyet, 17.05.08) bugünkü yazımla ilgili olarak imdadıma yetişti.

Hikmet Çetinkaya Utah Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hakan Yavuz’un Reuters Ajansı muhabirine söylediklerini aktarıyor:

"Bu bir siyasi hareket...  Her zaman öyle oldu. İktidarın çok önemli olduğunu düşünüyorlar. Türkiye’yi ilerde dindar dünyanın merkezine dönüştürecek ve ülkeyi İslamlaştıracak elit bir sınıf yetiştirmek istiyorlar. Bu şu anda ülkedeki en güçlü hareket. Medyada, Eğitim Bakanlığı’nda ve polis teşkilatı içinde güçlüler. Bugün geldikleri nokta beni korkutuyor. Toplumda onların karşısında denge yaratacak başka bir hareket yok" diyor Hakan Yavuz.

* * *

Hakan Yavuz herhangi biri değil. İslamcılık ve tarikatlar konusunda uzmanlaşmış bir akademisyen.

Yazının Devamını Oku

Barroso: Laiklik zorla dayatılmaz

28 Mayıs 2008
TÜRK siyasetçilerin, gazete yazıcılarının, üniversite elemanlarının yanlışlarını düzeltmek zorunda kalmamız yetmezmiş gibi şimdilerde bir de Avrupa Birliği şövalyeleri ile uğraşmak zorunda kalıyoruz. Sabah Gazetesi iftiharla sunuyor: "Barroso: Laiklik zorla dayatılmaz" demiş.

Barroso hazretlerine laikliğin zorla dayatılması gerektiğini kanıtlamadan önce, hazretin bu inciyi yumurtladığı bağlamı sunalım:

KİBARLIK GEREKSİZ!

"AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Türkiye’nin bir gün AB’nin tam üyesi olması için, Türkiye’de tam demokrasi ve ’demokratik laikliğin’ olması gerektiğini belirterek, ’Laiklik zorla dayatılmaz.

Avrupa’daki demokrasilerde normal olduğu şekilde tüm garantileriyle uygulanan demokratik bir süreç olmalıdır’ dedi."
(Sabah, 09.05.08)

Bu, yanlışlığın değil deli saçmasının neresini düzeltelim?

Türkiye’de okuldan çok cami var.

Okullardaki sınıflarda öğrenciler yer bulamazken birden fazla camisi olan küçücük köyler var.

Halk iki dini bayramında yılda toplam en azından 10 gün tatil yapıyor.

Kurban kesiyor.

Sosyetesi bile hacca ve umreye gidiyor.

Milli voleybolcusu genç kız tesettüre giriyor.

Ülkede 300’den fazla imam hatip okulu, neredeyse her üniversitede bir ilahiyat fakültesi, bütçesi üç bakanlığa bedel Diyanet İşleri Başkanlığı, binlerce Kuran kursu, tarikatlar tarafından yönetilen gene binlerce öğrenci yurdu, yüzlerce İslamcı gazete, dergi, yayınevi, radyo, onlarca televizyon kanalı var.

Bankalar ve holdingler var.

Kimsenin namazına, niyazına karışılmıyor.

Yani herkes özel yaşamında inançlarını özgürce kullanıp uyguluyor.

Daha uzatmaya gerek yok.

Bu ülkede mi laiklik zorla dayatılıyor!?

Kibarlığın hiç gereği yok:

Çüş artık!

’ZORLAMA’NIN FERİŞTAHI

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde, devletin "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğu yazmaktadır.

Ve bu madde Anayasa’nın 4. maddesine göre, değiştirilmesi bir yana değiştirilmesi teklif bile edilemez.

İşte size zorlama’nın feriştahı!

Anayasa’nın 2. ve 4. maddeleri, Asli Kurucu (Demokratik) İktidar’ın tercihini yansıtmakta ve dayatmaktadır. Bu iki maddeyi Tali Kurucu İktidar (Türevsel İktidar) da değiştiremez.
(Yani AKP’nin egemen olduğu TBMM bile.)

Bu iki madde ancak İslamcı bir ihtilal ile, monokratik ve teokratik bir iktidar biçimi ile değişebilir.

Demek ki Türkiye Cumhuriyeti’nde laiklik bir devlet düzeni ve ilkesi olarak kendini zorlayabilir.

Bu bir!

İkincisi: Bu iki maddeden hoşnut olmamak, laikliği yeniden tanımlama hevesleri, fırsat kollayan, geleceğe dönük şiddeti içermektedir.

Bu nedenle AKP’nin kapatılma davası Venedik Kriterleri ile kesinlikle çelişmez.

Bir şair ancak bu kadar hukuk ve Anayasa hukuku dersi verebilir!

Jose Manuel Barroso ve dostlarına ve AKP milletvekillerine, dostum Erdoğan Teziç’in "Anayasa Hukuku" kitabını okumalarını tavsiye ederim.

Okusunlar ki yakında bazı önerilerim olacak!
Yazının Devamını Oku

Brüksel yolunda

27 Mayıs 2008
ŞU anda Brüksel’deyim. Ama bu yazıyı 25 Mayıs akşamı yazıyorum. Çünkü yarın sabah Brüksel uçağına bineceğim. Bu yolculuk nereden mi çıktı?

Avrupa Parlamentosu’ndaki milletvekili dostlarım (Türkler değil) davet ettiler.

Davetin kökeninde Avrupa Parlamentosu ya da Avrupa Birliği var mı, bunu Brüksel’de öğreneceğim.

Brüksel’de birkaç gün kalacağım için AP ve AB ileri gelenleriyle buluşup görüşmem mümkün.

Göreceğiz!

Dönüşte izlenimlerimi ve olursa daha fazlasını yazarım.

Ardından, 1988’den bu yana ilk kez Bulgaristan’a gideceğim.

Sofya ve Varna’ya.

Bir uluslararası yazarlar toplantısı için.

Ardından, Avrupa Şiir Akademisi’nin altı aylık dönem toplantısı var.

Akademi üyesi sıfatımla katılacağım.

Hayatımda tuhaf bir şey oldu:
Eskiden "gazete" ve "medya" dünyasında bir şair ve edebiyatçı olarak otururdum.

Şimdi, artık, edebiyat ve şiir dünyasında bir gazete yazıcısı olarak da oturuyorum.

Bundan dolayı aradan yirmi yıl geçtikten sonra AB üyesi Bulgaristan’a bir gazete yazıcısı gözüyle de bakacağım.

"AMA"CILARDANIM

Ben de "ama" rezervi ile Avrupa Birliği’nden yana olan vatandaşlardan biriyim.

Biliyorsunuz, "ama" rezervi koyanları, darbe yandaşı ve antidemokrat olarak tanımlıyor kimi AKP lejyonerleri. AP ve AB ileri gelenlerine "ama"cıların faşist olduğunu düşünüp düşünmediklerini soracağım.

Joost Lagendijk ve Olli Rehn ile rastlaşacak olursam, beni de isyan ettiren söz ve yorumları üzerine sorular soracağım.

"AKP’yi madem ki bu kadar beğenip seviyorsunuz, muhatap olarak tercih ettiğiniz iktidara neden kolaylık göstermiyorsunuz; fırsattan yararlanıp müzakere sürecini neden hızlandırmıyorsunuz?" diye soracağım.

Soracağım bir yığın şey var.

KAZA OLMAZSA 2023

Bende şöyle bir izlenim var:

Sırbistan seçimlerini kazanan AB sempatizanı parti hükümeti kuracak olursa, bu ülkenin AB üyeliğinin gündeme geleceğini düşünüyorum.

Ardından Ukrayna, Makedonya, Bosna-Hersek, Karadağ, Kosova ve Arnavutluk’a sıra gelecek.

Osmanlı İmparatorluğu’nun işgal ettiği Doğu Avrupa ülkelerinin tamamının AB üyeliğine alınmasından sonra, Türkiye’nin adaylığının ciddi olup olmadığının ortaya çıkacağını da düşünüyorum.

Bu operasyon 2020’ye kadar tamamlanacak ve herhangi bir ölümcül trafik kazası olmaz ise Türkiye ile müzakere 2023 yılında tamamlanacak.

Bunu da soracağım.

Ayrıca, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinden taviz vermek istemeyen bir edebiyat yazarı ve gazete yazıcısı olarak, mensubu olduğum düşünce kesimi için neler düşündüklerini de soracağım.

Yüzüme karşı söylesinler!
Yazının Devamını Oku