9 Temmuz 2008
ANAVATAN Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu, gönderdiği metnin ortalarında "Nezaket ölçülerinin dışına çıkarak eleştirdiğiniz ’sağ’ın da böyle bir talep ya da düşüncesi asla söz konusu değildir" diyordu. Türkiye merkez sağı benim bakış açımdan hiçbir zaman eleştirilmediği için, Erkan Mumcu üslubumun nezaket ölçülerinin dışına çıktığını sanıyor.
Erkan Mumcu’nun dün yayınladığım mesajını birkaç kez okudum ve bu mesajı yazma ve benim sütunumda yayınlatma arzusunu bir türlü anlayamadım. Ancak bir şey anladım: Erkan Mumcu’nun da bütün merkez sağ ve daha sağdaki sağlar gibi Cumhuriyet’in temel ilkeleri ve bu ilkelerin uygula(n)ması ile sorunu var. Bu sorun benim "belagat bataklığı" olarak tanımladığım olgunun altına gizleniyor.
KAVRAYAMAMAK BİR SİYASETÇİYE YAKIŞMAZ
Erkan Mumcu şu cümleyi işte bu belagatın şehveti ile yazmış: "Türkiye’de yönetici elit ve halk ayrışması cumhuriyetten çok önce en erken II. Mahmud ile başladı. Meselenin özü; kendi çağdaşlaşmasını kendisi üretemeyen geleneğin modernlik ve modernizm denilen olguya ’maruz kalması’dır."
Bu türden yanlışları sadece Nilüfer Göle gibi sosyologlar yapar sanırdım, meğer genç politikacılar da yapıyormuş. İlkin bir safsatayı yıkalım: Dünyanın her ülkesinde yönetici elit ve halk ayrışması vardır. Bunun tersinin geçerli olduğunu hiçbir sosyolog, siyaset bilimci ve siyasetçi gösteremez. Kuşkusuz "Saray"/ "Halk" ayrışması söz konusu değildir, ama bu ayrışma vardır. Örneğin AKP iktidarında bile vardır bu. "Bile" de ne, belki de en çok onlarda vardır.
Siyasetteki en önemli sorun "elit" sorunudur. Eliti, elitleri iyi yetişmiş ülkeler başarı kazanırlar. ABD’ye, İngiltere’ye, Fransa’ya bakın: Siyasetçilerinin, yöneticilerinin mezun oldukları okullar ve üniversiteler bellidir; dışişleri kadrolarını besleyen okullar bellidir.
İyi yetişmemiş elitlerin yönettiği ülkeler batar. Türkiye merkez sağının ve İslamcı sağının elitleri iyi yetişmediği için Türkiye son elli yılda her bakımdan çıkmaza girmiş, çağ karşısında bozguna uğramıştır.
Erkan Mumcu yazdıklarımı ciddiye alıp adını verdiğim üç ülkede bir araştırma yapsın.
Türkiye merkez sağı ülke elitlerinin kalitesini arttıracağına tam tersini yapmış, Mülkiye ve Galatasaray gibi epeyce gelenekselleşmiş kaynakları, "devlet" ve "kadro" anlayışından yoksun olduğu için kurutma yolunu seçmiştir.
Elit/Halk çelişkisini anlamamak, bu çelişkinin olumlu/olumsuz özelliklerini kavrayamamak bir siyasetçiye yakışmaz.
BU TEMEL ’ŞEYLERİ’ BİLMESİ BEKLENİR
Erkan Mumcu "Meselenin özü, kendi çağdaşlaşmasını kendisi üretemeyen geleneğin modernlik ve modernizm denilen olguya ’maruz kalması’dır" diyor.
Hiçbir gelenek dışardan bir baskıya, bir etkiye "maruz" kalmaz ise değişmez. Bu "maruz" kalma altyapısal olabilir, üstyapısal olabilir. Cumhuriyet alt ve üst yapılarıyla toplumu değişime zorlamıştır. Devrimler "maruz" bırakmak zorunda olduğu için, devrimlere ve "maruz bırakan" güce, kuruluşa ve kişiye jakoben demek çok yanlış olur.
Parti genel başkanlığı yapan bir genç politikacının bu temel "şeyleri" bilmesi beklenir!
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2008
ANIMSARSINIZ 24, 25, 27, 28 ve 29 Haziran günlerinde merkez sağ ile ilgili beş yazı yayınladım. Bunlardan 24 ve 25 Haziran tarihlerinde yayınlanan "Türkiye Merkez Sağının Trajedisi" ve "Türkiye Merkez Sağının Komedisi" başlıklı iki yazıya Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu’dan bir itiraz yazısı geldi. Yazıyı olduğu gibi yayınlıyorum:
* * *
[Sayın İnce,
Son iki gündür Hürriyet Gazetesi’ndeki köşenizde yer verdiğiniz eleştirilerinize ve yanıtlamamı istediğiniz sorularınıza ilişkin vereceğim cevaplar şöyledir:
Siz onaylamayabilirsiniz. Ama benim düşüncelerim gayet net ve sözlerim de bir o kadar açıktır.
Türkiye’de yönetim-yönetici elit ve halk ayrışması Cumhuriyet’ten çok önce en erken II. Mahmut ile başladı. Meselenin özü; kendi çağdaşlaşmasını kendisi üretemeyen geleneğin modernlik ve modernizm denilen olguya ’maruz kalması’dır. Maruz kaldığı alafrangalaşmayı içselleştirebileceği ekonomik, politik, kültürel araçlardan (veya moderatör) yoksun bırakılan kitleler uyum yerine muhalefeti seçmiş veya seçmek zorunda kalmışlardır.
Devlet düzeninin laik olması ile devletin toplumsal (giderek kamusal alanda bulunuşu üzerinden bireysel) hayatı dindışılaştırma (sekülerleştirme) işlevi üstlenmesi aynı şey değildir. Türkiye’deki yanlış; bu ikisinin bir arada uygulanmasıdır.
Laikliğin bir yönetim biçimi (rejim sorunu) olmaktan çıkıp bir yaşam biçimi, bir kültür sorunu olarak anlaşılması bunu apaçık kanıtlamaktadır. Laiklikten vazgeçmek ne benim gibi düşünenlerin, ne de geniş halk kesimlerinin talebi olmamıştır. Nezaket ölçülerinin dışına çıkarak eleştirdiğiniz ’sağ’ın da böyle bir talep ya da düşüncesi asla söz konusu değildir.
Bütün mesele; devletin bireye kültür kimliği dayatan rolünden yalıtılmasıdır.
Fakat Türkiye’nin büyük trajedisi şudur ki; kendilerini hem rejimin hem devletin sahipliği makamına ’kendiliğinden’ oturtanlar; Cumhuriyet’in de laikliğin de demokratik ve bilimsel bir anlayışla kavranmasına asla izin vermek istememişler, her türlü müdahaleyi meşru görmüşlerdir.
Bence Anayasa ve yasalarda veya başka belgelerde bir tanım berraklığına gidilmesi çok önemli bir değişiklik yaratmaz. Asıl berraklık kazandırılması gereken alan; bu kavramlara ’jakoben bir içerik kazandırma’ eğiliminde olan zihinlerdir.
’Menderes, Özal, Demirel, Erbakan veya Erdoğan ile ne farkınız var?’ diye soruyorsunuz. Bunun yanıtı uzun ve köşenizi buna ayıracağınızı ummuyorum. Ama hepimizin ortak bir yanımız var, size onu söyleyeyim: Halkın inançlarına saygı duyuyoruz. İnsanların inanç ve ibadet özgürlüğüne doğuştan hak sahibi olunduğunu kabul ediyoruz. Hiçbirimiz kendini devletin, rejimin sahibi ilan edenler gibi mavi kanlı değiliz. Hepimiz bu memleketin sıradan ailelerine mensup, devlet okullarında okumuş, dokunulabilir, hesap sorulabilir, icabında infaz edilebilir çocuklarıyız. (25.06.08)]
* * *
Söz konusu yazılar (iki + üç) hafif dozlu bir eleştiri dizisidir. Daha fazlasına dayanamazlar, hasar yaratır. Yarın bu konudaki görüşlerimi bir kez daha özetleyeceğim ama "mavi kanlı" sakatlığına ilişmeyeceğim! O kendi başına komik!
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2008
İslami cephede, bu cephenin avanta alan ve dağıtan vakıflarında bu işler nasıl kırılıp sarılıyor hep birlikte okuyalım: * * *
["Dergimiz uzun bir aradan sonra, yeniden sizlerin karşısına çıktı. Nasib olduğu için Yüce Rahman’a hamdediyoruz... 11. sayı ise ’Ailenin Önemi’ konu eksenli çıkacak (Allah’ın izni ile)" deniliyor. Vakfın Genel İstişare Toplantısı’na katılan sivil toplum temsilcileri arasında Ensar Vakfı, Mazlum-Der, MÜSİAD, Günışığı Derneği’nin yöneticileri bulunuyor. 600 kişinin "mutlu aile için eğitim gördüğü aile okulu mezuniyet tablosu"nda yer alan öğrencilerin hepsinin de türbanlı kadınlar olduğu dikkati çekiyor.
Kimse Yok mu Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği: 2002 yılında Samanyolu Televizyonu bünyesinde "Kimse Yok mu?" programı ile başladı. İnternet sitesinde (www.kimseyokmu.org.tr) derneğin başlattığı "Kardeş Aile" projesi ile ilgili olarak "Kardeş aile projesi bir gönül işi olup, adeta bir ’Ensar-Muhacir’ kardeşliğidir" ifadeleri yer alıyor.
Kepez Deniz Yıldızı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği: 17 Nisan 2005’te Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan tarafından açıldı. (www.denizyildizi.org).
Günışığı Derneği: İnternet sitesinde (www.gunisigi.org) faaliyetler kapsamında yardım ve sosyal faaliyetler bölümlerinde bir bilgi verilmezken, aile ve çocuk bölümünde "Çocuklar İçin Ramazan: 13 yol, İslamda Çocuk Eğitimi, Çocuk ve Allah (C.C.), İslam’da Ailenin Önemi, Kur’an-ı Kerim’de Karakter Eğitimi, Ailede Verilecek Din Eğitimi, Çocukları Kur’an’sız Bırakmamak, Çocuklara Allah Bilgisi" gibi alt başlıklar yer alıyor. Bunlardan "Çocuklar İçin Ramazan: 13 Yol"da, "çocukların günün en azından üçte birinde oruç tutmalarının teşvik edilmesi, arkadaşlarının özel iftara çağrılması, çocukların teravihe götürülmeleri" gibi öneriler yer alıyor.
NASIL İPTAL ETTİRİLİR?
Dönemin Cumhurbaşkanı (Sezer), anamuhalefet partisi ya da TBMM üye tam sayısının en az beşte birini oluşturan milletvekilleri, bununla ilgili yasanın Resmi Gazete’de yayınlandığı tarihten (2.1.2004 ve 31.12.2004) itibaren 90 gün içinde İPTAL DAVASI açabilirlerdi. Açmadılar.
Şimdi bir yol var. O da; vatandaş, Anayasa’ya aykırılık iddiasını da öne sürerek Vergi Mahkemesi’ne dava açacak. Vergi Mahkemesi olayda Anayasa’ya aykırılık bulunduğu kanaatine varırsa, bu gerekçe ile Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açabilecek.]
* * *
Bir yasal dalavere sayesinde, Anayasa’nın ve yasaların eşitlik ilkesine aykırı olarak nemalanan bu özel derneklerin ortak özelliği şu: Türkiye Cumhuriyeti’nin vergi gelirlerini Cumhuriyet ilkelerine aykırı bir toplumsal düzen yaratmak için kullanmak.
Alman hükümeti, Deniz Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin neden peşine düştü acaba? Yurdunu seven herkes bu yasanın (Gelir Vergisi Kanunu, Madde: 40/10) iptali için elinden geleni yapmalı! Ey CHP, ey MHP, ey DSP, ey DTP, sizler de boş durmayın!
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2008
PROF. Dr. Şükrü Kızılot’un kaleme aldığı metni okumayı sürdürüyoruz: * * *
[Bir ’İNCE AYAR’ da burada var.
Tüzüğünde, gıda bankacılığı yaptığı yazılı olan vakıf ve derneğe gelince;
1- Bunların, Bakanlar Kurulu’nca vergi muafiyeti tanınan vakıf olma şartı aranmıyor. Dernek ise kamuya yararlı olma koşulu da aranmıyor. Sadece "gıda bankacılığı" ile uğraştığına dair, tüzüğünde bir açıklama olsun yeter.
2- Bunlara yapılan bağışın ise yüzde 100’ü yani tamamı, şahıs ya da şirket kárından düşülebiliyor.
Daha açık bir anlatımla, Mehmetçik Vakfı’na ya da Türk Silahlı Kuvvetler Vakfı’na bağışta, "kazancı yüzde 5’ini aşmayacak kısmı indirebilirsin" deniyor. Gıda bankacılığı faaliyetinde bulunan vakıfta ise bağışın yüzde 100’ünü indirebilirsin deniliyor.
Bir örnek verelim.
ÖRNEK: Her ikisi de gelir vergisi mükellefi olan ve 100’er YTL kazanç elde eden iki kişi var. Bunlardan (A), gıda bankacılığı yapan bir vakfa, 100 bin YTL, (B) ise Türk Eğitim Vakfı’na 100 bin YTL’lik gıda, temizlik, giyecek ve yakacak maddesi bağışlıyor.
Bu durumda, gıda bankacılığı yapan vakfa bağışta bulunan (A), 100 bin YTL’lik bağışın TAMAMINI kazancından indirecek ve 1 YTL dahi vergi ödemeyecek. Türk Eğitim Vakfı’na bağışta bulunan (B) ise, yaptığı bağışın 5 bin YTL’sini kazancından düşebilecek, kalan 95 bin YTL’den de gelir vergisini ödeyecek. Bu örnek, bağış yapan şirketler için de aynen geçerli. Ayrıca, yapılan bağışlar KDV’den de müstesna tutuluyor.
Hükümetin yukarıda belirtilen teşvikinden genellikle İslami vakıf ve dernekler de faydalanıyor.
AKP hükümetinin, yapılan bağışlarda yüzde 100 vergi muafiyeti getirdiği İslami vakıf ve dernekler "ensar kardeşliği"nden türbanlı küçük kızların gösterilerine, çocukların İslam’a nasıl hazırlanacağından Filistin’deki iftarlara kadar değişik faaliyetlerde bulunuyorlar.
Atatürkçü Düşünce Derneği, Türk Silahlı Kuvvetleri Vakfı, Mehmetçik Vakfı, Anne ve Çocuklarını Eğitim Vakfı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi dernek ve vakıflara yapılan bağışlar kazancın yüzde 5’i oranında ve Bakanlar Kurulu iznine bağlı olmak kaydıyla vergiden muaf tutulurken, "gıda bankacılığı" adı altında faaliyet gösterdiği için, kendilerine yapılan bağışlar yüzde 100 vergi muafiyetine sahip olan İslami vakıf ve derneklerin bazıları şunlar:
Deniz Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği: İnternet sitesinde (www.denizfeneri.org.tr) "Gönüllü Olun" bölümünde türbanlı küçük öğrencilerin çalışırken çekilmiş fotoğraflarına yer veriliyor.
İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı: İnternet sitesinde (www.insanvakfi.org.tr) türbanlı çocukların fotoğrafları, başları kapalı küçük kızların sahnede şarkı söylerken çekilmiş fotoğrafları yer alıyor.]
* * *
Soluğunuz daraldı mı? Benimki daraldı. Devamı ve sonu yarına.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2008
RAMAZAN çadırlarında yemek dağılmasının, AKP yandaşlarına ve yandaş adaylarına sürekli maddi yardım ve erzak yardımı yapılmasının kaynağının nerede olduğunu bir türlü anlayamıyordum. İşin içinde yasadışı bir dalavere olduğunu düşünüyordum ama işin yabancısı olduğum için kavramakta güçlük çekiyordum.
Bir arkadaşım "dalavere"yi öğrenmek istiyorsam Prof. Dr. Şükrü Kızılot’un 26 Eylül 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan "Fakirlere yardım eden daha az vergi ödeyecek" başlıklı yazısını okumamı önerdi.
Yazıyı dikkatle okuduktan sonra Şükrü Kızılot’a telefon ettim. "Yasal dalavereyi" bana ayrıntılarıyla anlattı. Daha sonra, üç gün boyunca okuyacağınız metni gönderdi. Bana gönderdiği metni yazarın izni ile olduğu gibi sizinle paylaşıyorum.
Şükrü Kızılot’un metni çok önemli bilgileri içeriyor. Bu nedenle, pazar günü üçüncü yazı yayınlandıktan sonra hepsini birden okumak üzere ilk iki yazıyı lütfen saklayın. Ve bu ukalalığımı da lütfen didaktik mizacıma verin.
"Yasal dalavere" olur mu demeyin, bakın nasıl oluyor:
TARİKAT VE CEMAATLERE BAĞIŞ KIYAĞI
AKP’nin, her gün yeni bir olayını öğreniyoruz. Bunlardan biri de bazı dernek ve vakıflara bağışta bulunanlara "özel avantajlar" sağlanmasıyla ilgili... Kimsenin farkında olmadığı bu "özel avantajlar" 2005’ten bu yana uygulanıyor. AKP’nin seçimdeki başarısında bu avantajın büyük payı var.
Sizi merakta bırakmadan, kısaca açıklayalım. Bir yasa çıkartılıyor. Bu yasa ile bazı dernek ve vakıflara bağış yapanlara "çok özel kolaylıklar" sağlanıyor. Gelir Vergisi Kanunu’nun 40/10. maddesinde deniliyor ki, "Fakirlere yardım amacıyla gıda bankacılığı faaliyetinde bulunan dernek ve vakıflara bağışlanan gıda, temizlik, giyecek ve yakacak maddelerinin faturasının tamamı yani yüzde 100’ü deftere masraf olarak yazılır." Örneğin 50 bin lira kár elde eden bir şahıs veya şirket var. Bunlar, 50 bin liralık gıda bankacılığı faaliyetinde bulunan dernek ya da vakfa, gıda veya yiyecek bağışladıklarında, bir YTL bile vergi ödemezler.
Aynı kişi veya şirket; Türk Silahlı Kuvvetleri Vakfı’na ya da Atatürkçü Düşünce Derneği’ne veya Mehmetçik Vakfı’na bağışta bulunursa, bu bağışın 2500 YTL’sini gelirinden düşüp, 47.500 YTL’nin vergisini ödeyecek. Çünkü, bu vakıf ve derneklere bağış yapınca, o yılki kazancın yüzde 5’i kadarlık kısmı, gelirden düşülebiliyor.
VAKIF VE DERNEKLERDE ÖZELLİK DE ARANMIYOR
Yıllardır, süregelen bir uygulama var. Her vakfa ya da her derneğe yapılan bağış kabul edilmiyor. Vakıf ise Bakanlar Kurulu’nca vergi muafiyeti tanınma koşulu aranıyor. Dernek ise kamuya yararlı dernek olarak kabul edilmesi gerekiyor.
Bu koşulları taşıyan vakıflara ve derneklere yapılan bağışın da tamamı masraf yazılamıyor ya da gelirden düşülemiyor. Deniliyor ki "Arkadaş, o yıl kaç YTL kár elde ettiysen o kárın ancak yüzde 5’i kadarını düşebilirsin."
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2008
NAZIM Kültür Ajandası’nın belirttiğine göre bugün "Laikliğe Saygı Günü". Bir de 37 aydın ve sanatçımızın şeriatçı fanatikler tarafından yakılarak öldürülmelerinin (1993) yıldönümü. * * *
Doğu-Batı sentezini (!) yapmış ve bütün ilimleri hatmetmiş Nilüfer Göle gibi bir álim(e) çıkıp, şiiri tanımlayan şair gibi, "Laiklik ufuklara yükselen bir názenin balondur!" dese, İslamcılar amma da sevinir ha!...
Tanımın "Laiklik; devleti, toplumu ve bireyi dinlerin saldırısına karşı koruyan bir kalkandır" cümlesi ile bitmesi koşuluyla ben bu tanımı da, her türlü tanımı da kabul ederim.
Laiklik sanki mevsimlik moda, herkes dilediği gibi tanımlıyor.
İslamcılara ve AKP’ye göre laiklik inançlar için, tarikatlar için, cemaatler için güvence! Neredeyse laikliği her türlü irticalarına sağdıç ve kirve yapacaklar.
Laikliğin tarihi, onun, devletin, toplumun ve bireyin kendilerini dinlerin maddi ve manevi saldırısına karşı korunmak gereksiniminden doğduğunu gösteriyor. Din ve devlet işlerinin ayrılması işin en kaba ayrıntısıdır.
Bütün yazılarımı elde büyüteç (pertavsız) ve cımbız ile okuyan laiklik tanımı ustalarına, álim ve muallimlerine bir sitemim var: "Laiklik; devleti, toplumu ve bireyi dinlerin saldırısına karşı koruyan bir kalkandır" cümlemi yıllardır okuyorlar ama nedense gıkları çıkmıyor. Sosyologlar, siyaset bilimciler isterlerse onlar da buyursunlar sofraya!
Değerli okurlarım ister bu yazıyı kesin, ister cümleyi bir kenara yazın ama bu 11 sözcüklük cümleyi unutmayın lütfen!
* * *
Laiklik kalkanı olmasaydı ne din ve devlet işleri birbirinden ayrılır, ne birey ve toplum özgürleşir ne de bilim yasaların ruhuna nüfuz ederdi.
Devlet laikleşmeden ne kendini, ne toplumu ne de bireyi dinlerin saldırısına karşı koruyabilir. Devletin işlerini yürüten hükümet(ler) laiklik ilkesini benimsemeden, laiklik kalkanını kullanmadan devletin laikleşmesinin hiçbir önemi yoktur. Bu, Kahramanmaraş olayında, Sivas katliamında kanıtlanmıştır.
Hükümetler ve öteki devlet kurumları laiklik kalkanını kullanmadıkları zaman bir dinin ve bir dinin baskın mezhebinin laik toplum ve bireyleri, öteki inançtan topluluk ve bireyleri kıyma makinesinden geçirdiği görülür. Görülmüştür!
* * *
Sivas olayında hükümet, devletin polisi, jandarması ve askeri kalkan görevini yerine getirmemiştir. Laikliğin ilke olarak Anayasa’ya ve yasalara girmesinin yeterli olmadığı 1923’ten bu yana görülmüştür. Laiklik kendini ve esirgemekle yükümlü olduğu devlet, toplum ve bireyi korumak için güç kullanmak zorundadır.
İşte buna militan laiklik (!) diyorlar ve mürteciler laikliğin kalkansız olanını tercih ediyorlar, bunu da demokratik laiklik (!) olarak tanımlıyorlar.
Cumhuriyet devrimleri karşısında travma yaşayanların kavgasının amacı laikliği kalkansız bırakmak, bu olmaz ise onun bu kalkanı kullanmasına engel olmak.
Bu kalkana saldırmamak koşuluyla herkes bireysel inanç özgürlüğünü dilediği gibi kullanabilir. Bu kalkan düştüğü ya da kullanılmadığı zaman her yıl onlarca Sivas "auta da fe"sine yani ateşte yakma işkencelerine tanık olabiliriz.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2008
EN küçük bir kuşkum kalmadı: Her şey kitaplarda yazdığı gibi, Yugoslavya, Gürcistan, Ukrayna, Bulgaristan’da olduğu ve Latin Amerika’da denendiği gibi oluyor. Türkiye’de yeni soğuk savaşın yöntemleri uygulanıyor, uygulanmakta.
BİRKAÇ ÖRNEK
Gazetelere şöyle bir bakıyorum:
"Kişi (Atatürk’ün - Ö.İ) putlaştırılması yıkım getirdi" (Sevan Nişanyan, Taraf, 23.06.08).
"Laiklik yaşam biçimi değildir" (Prof. Dr. Hakan Yılmaz, Akşam, 23.06.08).
"Darbeye karşı yürüyoruz" (Murat Aksoy, Akşam, 19.06.08).
"Sandıkta verdikleri oya sahip çıkmak için ’Darbeye hayır’ dediler" (Zaman, 23.06.08).
"Parlamento üzerinde vesayet" (Prof. Dr. Zühtü Arslan, Yeni Şafak, 16.06.08).
"Türk toplumu bir travma yaşamıştır. Bir gecede kıyafetini, dillerini değiştirmeleri istenmiştir. Dini yaşama biçimleri ortadan kaldırılmıştır" (Dengir Mir Mehmet Fırat, New York Times, Vatan, 23.06.08).
"Ne siyasal İslam, ne de Kemalizm" (Mehmet Altan, Star, 23.06.08).
MEHMET ALTAN AKLI
Yukarıda manşetlerini ve adlarını aktardığım yazılar, haklarında otuziki kısım tekmili birden yazılar yazdıracak yetenekte.
Mehmet Altan "Kemalizm’e hayır!" demeyi şimdilik uygun bulmadığı için "Ne siyasal İslam, ne de Kemalizm!" diyor.
Adı sonradan konulsa da Kemalizm, iyi-kötü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi olarak kabul ediliyor. Siyasal İslam ise bu cumhuriyete karşı, bu cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan bir ideoloji. Her ikisine birden "Hayır!" diyebilmek için Mehmet Altan’ın akıl ve mantığına sahip olmak gerek.
Sahi şu anda Kemalist olarak tanımlayabileceğimiz bir siyasal akım varsa kimler tarafından temsil edilmektedir?
CHP’nin bayrağındaki altı ok mu? Yani Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Devletçilik, Devrimcilik, Halkçılık ve Laiklik mi?
Mehmet Altan’a göre devletçilik ve milliyetçilik ilkeleri iflas halinde. Devletçiliğin karşıtı liberalizm, milliyetçiliğin karşıtı gayri milliyetçilik. Evrensel göstergeler liberalizmin de, gayri milliyetçiliğin de iflas halinde olduğunu gösteriyor. Mehmet Altan böyle palavraları ancak bazı saf okurlarına yutturabilir.
GERÇEK DARBECİYE DESTEK
"Büyük Birader ABD" Altı Oklu, Mustafa Kemal’li, Atatürk’lü, laik bir Türkiye Cumhuriyeti istemiyor. Bunları benimsemiş, bunları savunan ne varsa Türkiye’den kökünü kazımak istiyor. Bu ister CHP, ister TSK, ister Anayasa Mahkemesi olsun! Özetle 1923 Cumhuriyeti’ni istemiyor. Bunların yerine "Ilımlı İslam"ı geçirmek istiyor. Bunları bir komplo kitabında okumadım. "Büyük Birader ABD"nin sözcüsünün ağzından kendim duydum ve itiraz ettim!
Büyük Birader, Türkiye acenteliğini yapan AKP’nin mutlaka iktidarda kalmasını istiyor, zorluyor. AKP’nin Anayasa’nın, Cumhuriyet’in temel ilkelerinin ırzına geçmesi onun umurunda bile değil. Bu nedenle, darbe karşıtı olarak (!) amorf bir demokrasi savunmak (!) için sokaklara dökülmek, gerçek darbeciyi desteklemekten başka bir şey olamaz.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2008
ADAM arabasını demircinin önünde, yolun ortasında park etmiş. Yol, tek yön ve dar. Sadece bir araba geçebilir. Durumu görünce durdum ve olacakları düşündüm. Arabanın kornasını çaldım. Demircinin önünde dört beş kişi sohbet etmekteydi. Aralarından biri, yandaki yolu işaret etti. Yani geliş yolunu, ters yönü. Bir kez daha düdük çaldım. Adam elini "Sıktın ha!" türünden salladı.
Bunun üzerine arabadan indim. Böyle durumlarda arabadan inmek meydan okumaktır.
"Arabanız yolu tıkıyor, lütfen çekin buradan!" dedim.
"Yahu sen ne laf anlamaz adamsın be, ille buradan mı geçmen lazım, işte yol boş."
"Orası ters yön!" dedim.
"N’olmuş yani ters yönse? Saçı sakalı ağarmış adam senin gibi mi davranır?"
Bu sırada biri gelip kulağına bir şey söyledi. Koluna girip götürdü. Başka biri gelip adamdan araba anahtarını aldı. Yanıma gelip:
"Siz onun kusuruna bakmayın" dedi ve arabayı biraz ilerde uygun bir yere çekti.
İşte size ülkemizin yeni insanlarından biri. Tartışma biraz daha uzasa, bana, "Oruçlu ağzımı bozdurma bana!" diye çıkışıp burnumun üzerine yumruğu indirebilirdi.
RAMAZAN AZIKLARI
Migros, Carrefour, Metro gibi süpermarketlerde, ramazandan bir hafta önce başladı operasyon: Mağazaların en görünür yerlerine ramazan erzak paketleri yığıldı.
Kaymakamlıkların, belediyelerin, AKP örgütünün dağıttığı pusula ya da kartlarla bu türden süpermarketlere gidenler ramazan azıklarını aldılar. Ne bu avanta kartlarını dağıtanlar, ne bu kartları alıp azık paketlerini verenler, ne de bu paketlerin içindekileri mideye indirenler bu işin etik ("ahlak felsefesi" demektir) ve dinsel yönünü düşündüler. Azık paketlerinin bedelini kim ödedi, hangi parayla ödedi. Halkın ödediği vergilerle, kendi politik çıkarı için azık paketleri dağıtmak günah değil midir?
AVANTAYLA YAŞAYANLAR
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, AKP sayesinde ikiye ayrılmış durumda:
1. Alın teri ile kazandıkları paranın vergisini dürüstçe ödeyenler;
2. Vergi vermeyen, sağlık sigortası ödemeyen, hükümet ve belediyelerin dağıttığı avanta ile yaşayanlar. (Zenginlerin nasıl zenginleştiği ayrı bir fasıl!)
En küçük kazancının bile vergisini veren, sigortasını ödeyen, böylece bilinçlenen ve bilinçlendikçe özgürleşen bireyleşmiş vatandaşlar olmadan demokrasi yaşayamaz. Emre Kongar’ın dediği gibi, demokrasi ancak ulusal bilince dayalı, insan haklarını özümsemiş, demokratik, laik, kentsel ve endüstriyel ahlak sayesinde yaşayabilir.
ÖZÜRLÜ YIĞIŞIMLAR
1950’den bu yana iktidara gelen sağ partiler demokratik insan’ı hedeflemediler. Çünkü bu türden insanlar bir gün kendilerine oy vermeyebilirdi. Buna karşılık feodal düzenin, törelerin, tarikatların, hurafelerin yönlendirdiği, ulusal bilinç bakımından özürlü yığışımları öne çıkardılar ve bu yığışımların oy verdiği seçimleri demokrasinin tek ölçüsü haline getirdiler. Bana yoluma ters yönden devam etmediğim için horozlanan adam, bu yığışımın bir parçasıydı. Bu zihniyet sadece benim değil bütün ülkenin ters yönden ilerlemesini istiyor!
* * *
Bu olay geçen yıl olmuştu. Dün de biri 09 plakalı arabasını üzerime sürüp "Aval aval ne bakıyorsun be adam, önüne baksana!" diye çıkıştı. O sırada arabamın kapısını açıyordum!
Yazının Devamını Oku