26 Şubat 2011
AKİT (Vakit) Gazetesi yazılarımı iktibas edip benden habersiz okurlarına zorla okutur. Gazeteyi yönetenlere çok teşekkür ederim. Hedef göstermek amacıyla yaptıkları alıntılar, kendi saflarında, bana düşman ama tiryaki okurlar kazandırıyor. ‘NE HALT ETMEYE GİDİYORSUN’
23 Ocak 2011 tarihli sayısında gene müşerref olmuşuz. Büyük bir bölümünü aktardıkları “Hangi İhtişam” (22.01.11) başlıklı yazımı ve beni şöyle takdim ediyorlar:
“1. Bu laik yobazlığın kırıntısı da hâlâ devlet gazetesinde köşe doldurmaya devam ediyor ya? Önceki gün başladığı Kanuni zırvalamalarına dün de devam etti? 2. Hani ezanı şarkı, minareyi kule, Kur’an’ı ağıt diye tercüme etmişti ya işte o!.. 3. Bir de ‘Mini etekli kızı diri diri yaktılar’ diye düzmece bir habere imza atmıştı? Sürekli her konuda bilgiçlik taslıyor? 4. Şiirden anlamadan şair geçiniyor? 5. Edep ve edebiyat bilmeden edebiyat eleştirmeni diye geçiniyor? 6. Arada sanat ve siyasete ve dahi sosyolojiye, hatta felsefeye bile katkıda bulunuyor? 7. Dahası, Arapça bilmeden de Kur’an’ı tercümeye yelteniyor, şimdi de kalkmış ‘tarih’ dersi veriyor? 8. Bir yandan da sürekli küfür ve hakaret yağdırıyor? 8. Kanuni senin yaşındayken Zigetvar’da şehadete koşuyordu: sen bu kafayla nereye doğru ve ne halt etmeye gidiyorsun?”
‘İMANSIZLAR BÖYLE TAPINIYOR’
Takdim yazısının cümle başlarındaki sayıları ben koydum. Eleştiri, hakaret ve soruları nasıl yanıtladığımı rahat rahat izleyebilmeniz için. El cevap:
1. Daha önce onlarca kez gazeteden atılmamı istedikleri için sabırsızlıkları giderek artıyor. 2. Paolo Coelho’nun ünlü Simyacı’sını Türkçeye ben çevirdim. Kitabın 115. basımının 51. sayfasında şöyle bir cümle var: “...yüksek kulelerin tepesine çıkıp şarkı söyleyen din adamları, bunların çevresinde de diz çöküp alınlarını yere vuran insanlar görmüştü.”
Bu manzarayı Tanca’da (Fas) gören 15 yaşında bir İspanyol çocuğu, “İmansızlar demek ki böyle tapınıyorlar” diye düşünüyor. Kitabı Fransızcadan çevirirken masamda Portekizce aslı, İspanyolca ve İngilizce çevirileri de vardı. Acaba “Ezan”ı şarkı, “Minare”yi kule olarak çevirmek suretiyle İslam diniyle dalga geçtiğimi mi ima etmekteler? Kitabın Fransızcasında “...des prêtres qui montaient au sommet de hautes tours et se mettaient à chanter; tandis que tout le monde à l’entour s’agenouillait et se frappait la tête contre le sol” diye yazıyor. İslam’dan habersiz bir İspanyol delikanlı gördüklerini böyle tanımlamaz mı?
KANUNİ’NİN YERİNDE OLSAYDIM
3. Paris’teki İslamcı saldırılar konusunda, yerinde inceleme yaparak, birkaç yazı yazmıştım. Bir cinayetle ilgili olanı, “Mini Etekli Kızı Yaktılar” manşetiyle sunulmuştu (20.12.2003). İslamcı gazeteler ve yazıcılar ayağa kalktılar, yazımın asparagas olduğunu iddia ettiler. Olayın kayıtları Paris polisinde, dava ise mahkeme arşivindedir. 4 ve 5. Kim olduğumu iyice öğrenmeleri için “wikipedi”ye bakmalarını tavsiye ederim. 6. Okurlarsa kendileri de yazdığım konularda bir şeyler öğrenirler. 7. Arapça bilmediğim doğrudur. Kuran’ı Türkçe, Fransızca ve İngilizce tercümelerinden okuyorum. Ama şundan eminim: Bunların çoğu Arapça bilmez. Arapça “Bu bir kitaptır” bile diyemezler. 8. Yazdığım doğru ve gerçekleri küfür ve hakaret sanıyorlar. 9. Kanuni’nin yerinde olsaydım orduyu Zigetvar’a ve Viyana’ya götürmezdim.
Beni her ay birkaç kez hedef gösteriyorlar ve her defasında onlarca ölüm tehdidi alıyorum. Beni öldürtüp ne yapacaklar, nasıl olsa ölmeyecek miyim?
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2011
SİYASETÇİNİN, “Biz inançlara saygılı laikten yanayız!” demesi tüylerimi diken diken eder. Bu cümle, inançlara saygılı olmayan laikliğin de olabileceğini kabul etmektir. Aslında laiklik ikisini de umursamaz. Din ve inanç “kendileri için” kaldıkları sürece laiklik onların varlığını bile hissetmez. Ama toplumsal hayatı ele geçirmek istedikleri zaman, bireyi ve toplumu onlara karşı korur. İsterseniz şöyle bir benzetme yapalım: Laiklik bir kale surudur, duvarıdır. Olduğu yerde durur ve kalenin içini korur. İçeri girip egemen olmak isteyen bir dine ve bir inanca izin vermez. Çünkü içeride her bireyin ve inancın eşit olduğu bir kamusal alan vardır.
Yaptığım tanım laikliğin en yalın, en doğru, en tarafsız tanımıdır.
* * *
CHP Genel Başkanı geçenlerde “Biz siyasete karışmayan tarikatlara saygılıyız!” dedi. Ve laf değirmencilerine fırsat çıktı. Bol bol boş laf öğüttüler. Kılıçdaroğlu, bir CHP’li tarikatları (iki kez çoğul oluyor ya neyse) karaladığı için söylemiş bu cümleyi. Kılıçdaroğlu tarikatlardan haklı olarak korktuğu için söylemiş olmalı.
Koskoca CHP tarikatlardan korkuyor! Korkmalı zaten!
Bu korku, Anayasa’nın 174. maddesinin koruduğu 30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun”un çıkarılmasının ne kadar haklı ve doğru olduğunu göstermektedir.
Bilindiği gibi, Şeyh Said isyanı dolayısıyla çıkarılan bu yasa bütün tarikatları yasaklamaktaydı.
Enver Behnan Şapolyo’nun “Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi”nde (Elif Kitabevi) yazdığına göre sadece İstanbul’da 450 tekke vardı. Aynı kaynağa göre İslam âleminde 166 adet tarikat varmış. Bu 166 tarikatın büyük bir çoğunluğu büyük bir olasılıkla Anadolu’da kazan kaynatmaktaydı. Cumhuriyet bunları yasaklamasaydı devrimleri kesinlikle gerçekleştiremezdi.
* * *
“Yasakladı de ne oldu, tarikatlar yeraltına kaydı, zamanı gelince (şimdi yani) ortaya çıktı!” diyorlar. Dedikleri doğru! Ama yasaklanıp kapatılmasalardı devrimlere engel olurlardı, ayaklanmalar olurdu, iç savaş çıkardı. Tarikatlar 1950’ye kadar ağır baskı altındaydı. 1950-1975 arasında iktidara gelenler durumu idare ettiler. Daha sonra önleri açıldı. 1925-1975 yılları arasında, sindirebildikleri kadar Cumhuriyet’i içlerine sindirdiler, sekülerleştikleri kadar sekülerleştiler. Yoksa hepsi Hizbullah gibi olurdu.
İddia edildiği gibi tarikatlar bir sivil toplum örgütü değildir, demokratik toplum örgütü hiç değildir. Şeyhleri, STÖ’lerde olduğu gibi seçimle başa gelmez. Mürit özgür ve bireysel iradesine sahip değildir. Yani tarikat müridi özgür iradeli bağımsız bir seçmen değildir. Olamaz. Tarikatlar ve müritleri en fazla Anglosakson türünden sekülerleşmeyi kabul edebilirler ama Cumhuriyet laikliğinin kesinlikle karşısındadırlar.
Bu kimlikleri içinde tarikatların tamamı, laik ve demokratik cumhuriyet düzeni için tehlike kaynaklarıdır. Taşlaşmış statükoyu temsil ederler. Bu özelliklere sahip tarikatlara saygı duymak en azından siyasal saflık olur. İki anlamda da!
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2011
HALKIN bizzat anayasa yapacağı iddiası bir safsatadır, bir mugalatadır (demagojidir). Anayasa yazması ne kelime, halk dilekçe bile yazamaz, mektup bile yazamaz!
“Yapar” diyenlerin gönlü olsun diye biz de “Yapar!” diyelim. Ama ve ancak bir şekilde anayasa yapar. Onu da bizzat yapmaz! Bir ayaklanma ile ihtilal yapar, hükümeti iktidardan postalar, iktidar sahiplerini içeri atar. Bu birinci devre! İkinci devrede bir kurucu meclis kurulur; bu kurucu meclis de türlü çeşitli yöntemle anayasa yapar; bu kurucu meclis, isterse, yaptığı anayasayı kendi onaylar, halkın onayına bile sunmaz.
Halkın işi anayasa ya da yasa yapmak değildir. Halk eğer adama benzer bir halk ise, adama benzer, halk dostu elitleri kendine temsilci seçer.
* * *
Haydi isterseniz “AKP’nin özel halkı nasıl anayasa yapar?” başlıklı bir kurgubilim metni yazalım. Önce yürürlükteki anayasa maddesi sonra AKP halkının önereceği madde:
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2011
BİR lider durup dururken “entelek-tüel”e çatmaya, onu küçümsemeye başlamışsa, ayağının altından toprak kaymaya başlamış demektir. Bizim aydın dediğimiz entelektüel tekin bir varlık değildir. Başkalarının derdini kendi derdi sayan, üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokan adem nasıl tekin biri olsun?
Bizim Başbakan da (Allah selamet versin!) “Sandığı entelektüelin değil milletin dili belirler!” diyor. (Akşam, 27.01.11) Ancak, sandıktan her zaman demokrasi değil, her türlü “krasi” çıkar. Sandığı belirleyen “halk”, demokrasiyi unutup bir cumhurbaşkanını ömür boyu da seçer. Entelektüelin dilinin ve oyunun belirlediği sandıktan asla diktatör ve diktatorya çıkmaz, sadece demokrasi çıkar.
Ben aslında başka bir konuda yazacaktım. Yukarıdaki konuya önümüzdeki günlerde dönerim.
27 Ocak 2011 tarihli Akşam Gazetesi’nde Çiğdem Toker, Başbakan’a soruyor:
- Demokrasi hedefinden vazgeçiyor eleştirileri? Son söylemlerle milliyetçi oylara mı talipsiniz?
Başbakan cevap veriyor:
- Öyle bir şey yok. Demokrasinin içinde milli değerler yok mu? Azınlığın haklarına saygısızlık söz konusu değil. İçki içenlerin içmesine mi karıştık, içkili restoran mı kapattık? Ama belediye başkanlığımda, belediyeye ait yerlere içki koymadım. Çünkü alkol almayanların da gitmesi gereken yerler var. O dönem Anayasa’nın 59. maddesini okudum.
İçki içilen yerlerin kapatılması için hükümet kararı gerekmez. Bunun türlü çeşitli yolları var:
Belediyenin ruhsat vermemesi, verilen ruhsatı iptal etmesi; sağlık taramasında helada bir adet karafatma ve bir adet karasinek bulunması, falan ve filan. Bir iktidar bir şey yapmaya karar vermiş ise, yapmak için türlü çeşitli bahane bulur.
Başbakan aşevlerini, lokantaları içkili-içkisiz diye ikiye ayırıyor. Ayırmak da gerekir. Çünkü içki içmeyenlerin gideceği aşevlerini içkisiz bırakacaksalar, bütün lokantaların içkiden arındırılması gerekir.
Doğrudur: Lokantalar içkili ve içkisiz diye iki sınıfa ayrılsın. Ama içkili lokantalara hiçbir engel çıkarılmasın, ruhsatları iptal edilmesin, yenilerine de ruhsat verilsin. Lokantaya içmeyen de gelebilir diye içenlere içki yasaklanmasın. İçki satılan dükkânlara faşist baskılar yapılmasın. Madem ki böyle, kahveler ve lokantalar da sigara içilen ve içilmeyen diye ikiye ayrılsın. Sandığı belirleyen kutsal halk, içki ve sigara içilen lokantaların ve kahvelerin de kaderini belirlesin. Halk vesayet altına alınmasın! Hedef halkı koyunlaştırmak değilse tabii!
Doğrudur: Anayasa’nın 58 ve 59. maddelerinin hükümleri gençliğin korunmasına dair. Boyunlar kıldan ince! Amma ve lakin, 58. madde devleti, gençlerin “müspet ilimin ışığında, Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda” yetişmesi için gereken önlemleri almakla da görevlendiriyor. Efendim, siz eğitim-öğretimi İslamcılaştırmayı bırakıp sadece bu anayasal buyruğu yerine getirin, gerisi kolay, gençlik kendini çok iyi korumasını bilir.
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2011
ON kadarının adı bilinir, bazıları gazetecilerde, kitapçılarda vitrine konur ama Türkiye’de 500 kadar edebiyat ve şiir dergisi yayınlanır. Nasıl yayınlanır? Onu ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Harçlıklar toplanarak, giyim ve kuşamdan keserek, imece ile? Daha başka, akla gelmeyecek yöntemleri de vardır. Ama sonuçta yayınlanırlar, dağıtılırlar, okunurlar. Türkiye’nin düşünce, edebiyat ve sanatına büyük katkılarda bulunurlar. Her yıl çoğu batar ama yerleri hemen doldurulur. Bugün bunlardan birinden ve yaptığı bir işten söz edeceğim.
SANSÜRSÜZ MESNEVİ
“ŞiirSaati”, Alanya’da, üç ayda bir yayınlanıyor. Ocak-şubat-mart sayısı “Şiirde Argo ve Müstehcenlik”e ayrılmış. Bu konuda altı yazı var, dördünün yazarı kadın. Cesur yazılar. Ama ben onların yazısından değil, Haşim Hüsrevşahi’nin “Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde Müstehcenlik”inden söz edeceğim. Şimdi, “Höst! Kutsal Mesnevi’de müstehcenlik mi olur?” diye çıkışan olabilir mi? Olur, olur!
Haşim Hüsrevşahi, Farsçadan Türkçeye çeviri yapan önemli bir çevirmen. İran Tebriz doğumlu. Tıp doktoru, Türkiye’de yaşıyor. Özetle: Mevlânâ’nın (1207-1273) Mesnevi’sinin Türkçeye sansürlenerek çevrildiğini ileri sürüyor. Kendisinin sözcük sözcük yaptığı çeviriye bakılırsa, gerçekten bir sansür söz konusu. Çünkü Mevlânâ, mesellerinde, kıssadan hisse öykülerinde çoğu zaman tensel aşktan, cinsel ilişkiden (kadın-erkek, erkek-erkek) yola çıkıyor. Cinsel organların adını, cinsel eylemin türünü ve sürecini adıyla-sanıyla yazıyor. Oduna odun, baltaya balta diyor: “O halife içtima istedi / cima için o kadına gitti / Onu çağırdı ve zekerini kaldırdı / yatıp kalkarak sevdi”. Velet İzbudak-Abdülbaki Gölpınarlı, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1990 yılında yayınlanan Mesnevi’nin 5. cilt, 320. sayfasında bu beyiti şöyle çevirmiş: “Halife buluşmayı diledi, bu maksatla o cariyenin yanına gitti. Onu andı, aletini kaldırdı.”
İNSANLAR DAHA ÖZGÜRDÜ
Sorun şu: Çağdaş çevirmenler eski metinleri çevirirken neden sakınımlı davranıyorlar, metne sansür uyguluyorlar. Oysa vakti zamanında Mesnevi, saraylarda, dergâhlarda, medreselerde Farsça özgün halinde okutulmuş, tartışılmış. Örneğin, daha önce adını sık sık andığım Muhammed Bin Hamza’nın XV. yüzyılın başlarında yaptığı Kuran çevirisinde özgün metinde geçen sözcüklerin Türkçe anlamlarını aynen kullanması, “ferc”i “ferc” olarak çevirmesi gibi. Neden? Nedeni şu: Mevlânâ ve Muhammed Bin Hamza döneminde insanlar günümüze göre çok daha özgür düşünceli ve hoşgörülü idi. Okuryazarlar arasında olduğu kadar halk arasında da (belki de tersi) geniş bir doğalcılık (natüralizm) egemendi.
EDEPLİ BİR ÖRNEK
Bitirmeden edepli bir örnek (Mesnevi, c. 2, s. 179):
[Seyyid-i Ecel, bir gece Delkak’a “Hemencik bir orospu neden aldın? / Bunu bana söylemeliydin. Sana namuslu bir kız alırdık” dedi. / Delkak, “Dokuz tane namuslu, temiz kadın aldım, hepsi orospu oldu. Derdimden eridim bittim. / Bunun üzerine bu hiçbir işe yaramaz orospuyu aldım. Görelim, bakalım, bunun sonu ne olacak. / Ben, birçok defalar aklı sınadım. Bundan sonra bir tarla arıyacak, oraya delilik tohumu saçacağım!]
Mevlânâ’nın meselleri bazen bana çocukça gelir!
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2011
DEVLET Bakanı Faruk Çelik, TSK’nın içindeki çürükleri ayıklaması gerektiğini söyledi. (Hürriyet, 17.02.11). Yerden göğe haklıdır! TSK içindeki çürükleri Yüksek Askeri Şûra kararlarıyla temizliyordu yıllardır. Ancak AKP iktidara geldi geleli, bu kararları Başbakan ve 2007’den bu yana da Cumhurbaşkanı imzalamıyor, şerh koyuyor. Demek ki iktidar TSK’nın kendi içinde yaptığı çürük temizliğine karşı. Temizliği kendisi yapmak istiyor!
Bu amacına, dolaylı yoldan da olsa, yargı yoluyla ulaşmak istiyor. Böylece, TSK’nın iç düzenine kaos sokmuş olacak ki bu da kendi açısından büyük bir başarı.
DÜNYADAKİ TEK HALKÇI ORDU
Herhangi bir silahlı kuvvetler ülkenin mikrokosmosu değildir, yani inanç ve ideoloji bağlamında parçalı ya da yamalı bohça değildir; çoğulcu değildir, tam tersine homojendir (mütecanistir). Olması gerekir. Yeryüzündeki silahlı kuvvetlerin büyük bir çoğunluğu tutucu (muhafazakâr) sağ ideoloji ile yapılandırılmıştır. Halkçı bir orduyu mumla arasanız bulamazsınız. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran TSK, cumhuriyetçi, laik ve halkçıdır; bilimden yana ve çağının çağdaşıdır. Bu orduda, İslamcıların, tarikatçıların, karşı devrimcilerin, tutucuların yeri yoktur. Bu türden subay ve astsubay bireyleri, Devlet Bakanı Faruk Çelik’in deyimiyle “çürük” olarak tanımlanmak gerekir. Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) her yıl “çürük” saydığı tarikatçıları ayıklamaktadır.
Ancak AKP bu ayıklamaların karşısındadır ve her dönem YAŞ kararlarını eleştiri hedefi yapmaktadır. Bu nedenle YAŞ kararlarının yargıya açık olması için yasal dayanak hazırlamış, bununla yetinmeyerek Sözleşmeli Er Yasası’na eklediği bir kuyruk yasa ile “YAŞ kurbanları”na TSK’ya dönüş yolunu açmak için, yasa önerisini Milli Savunma Komisyonu’nda kabul etmiştir. AKP çıkaracağı bu yasa ile TSK’nın iç disiplinini dinamitleyeceğinin ve disiplin anarşisine yol açacağının elbette farkındadır.
Devlet Bakanı Faruk Çelik’e göre, TSK’nın içindeki “çürükler”, galiba, Silivri ve Balyoz davalarında tutuklanan general ve subaylar olmalı. Bakan, henüz hüküm giymemiş, masum askerleri “çürük” olarak tanımlamak gayret ve gafleti içindedir.
DOKUNULMAZLIKLARI TEMİZLE
Peki AKP ve iktidarı kendi içinde temizlik yapıyor mu, yaptırıyor mu? AKP’nin böyle bir temizlik arzu ve hevesi olsa, milletvekillerinin dokunulmazlıklarını hemen kaldırır. İktidarı, vurgun yapma iddialarıyla eleştirilmezdi.
AKP, sadece muhalefet yönetimindeki belediyelerdeki çürükleri ayıklamak istiyor. Dava açılıyor, tutuklamalar oluyor. Oysa, başta Kayseri Büyükşehir Belediyesi ve başkanı olmak üzere onlarca AKP belediyesi üzerinde yolsuzluk şaibesi bulunmakta, ancak İçişleri Bakanlığı bu belediyelerle ilgili hukuki sürecin başlaması için gereken izni bütün ısrarlara karşın vermemektedir. Yolsuzluk şaibesi altında bulunan belediyelerin çürük ya da sağlam olup olmadıkları ancak yargı kararıyla ortaya çıkabilir. Ancak bu süreç asla başlamıyor!
TSK bünyesinde (bulunduğu varsayılan) çok sayıdaki darbe çürüğü hakkında epeyce tartışmalı bir temizlik süreci başlamadı mı? Başladı! Hem de “bu dünya”da çoktan başladı! AKP içindeki çürükleri Allah’a havale edip “öteki dünya”da mı ayıklayacak?
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2011
BİR bardak suya mürekkep damlatın. Bana mısın demez. Mürekkebi yutar! Taa son damlaya kadar. Ama o son damladır ki suyu mavileştirir, su mavileşir. Bunun tersi asla mümkün değildir. Kimileri, bardaktaki suyu ve damlayan mürekkebi görür ama suyun sonsuza kadar mürekkebi emmeyi sürdüreceğini sanır. Dikkatsiz ve umursamazlar bardaktaki suyun kaç damla (menzil) sonra mavileşeceğini kestiremez ama su mutlaka mavileşecektir.
SU ARTIK MAVİLEŞİYOR
Tarihte ünlü davalar vardır: Sokrates, Galileo Galilei, Engizisyon, Calas, Dreyfus ve Dimitrov davaları, Moskova duruşmaları!.. Ancak şu anda Silivri’de görülmekte olan dava(lar) türlü çeşitli nedenlerden dolayı mutlaka tarihe geçecek(ler). Biçimiyle, usulüyle, içeriğiyle, medyasıyla, görülme tarzıyla, sanıkların sayısıyla, nitelik ve nicelikleriyle, pehlivan tefrikası iddianameleriyle, yargıçları ve savcılarıyla tarihteki mümtaz(!) makamına oturacak(lar). Bu cümleye “Belki” ya da “Acaba” sözcükleri katılamaz!
AKP iktidarı da toplumun ve devlet örgütünün bütün katmanlarındaki kuşku uyandırıcı işleriyle mutlaka tarihe geçecek. Sadece, partizan ve nepotist uygulamalarından, hempa ve yandaşları zenginleştirici politikalarından dolayı değil, çünkü (fakat) her ülkenin kötü iktidarları bu türden eylemleriyle tarihteki mümtaz yerlerini alırlar.
AKP iktidarının asıl amacı kesinlikle iktidarda kalmakla sınırlı değil, o ebediyen iktidarda kalmak istiyor. Ancak rejimi değiştirmeden iktidarda ebediyen kalması mümkün değil. O halde rejimi değiştirmeli. Zaten kendisinden önceki Erbakan partilerinin de amaçları rejimi değiştirmekti. Başarılı olamadıkları Anayasa Mahkemesi’nin kararları ile sabittir. AKP tarihten ve seleflerinin başına gelenlerden aldığı derslerle ve uluslar arası konjonktürün sunduğu fırsat ortamında rejim değişikliği seferinde epeyce yol almış durumda. Kaç menzil kaldı bilemem. Başından bu yana saydığım damlalar suyun mavileşmek üzere olduğunu söylüyor bana.
İLK TOPLAMA KAMPI MI?
Tanık olduğumuz sıradan bir iktidarda kalma mücadelesi değildir. İktidar mücadelesi böylesine gözü kara bir siyaseti gerektirmez. AKP’nin Cumhuriyet ile 80 yıllık bir kan davası var, o davayı güdüyor. Cumhuriyet rejimini, kurum, kuruluş ve ruhuyla tasfiye etme politikasını adım adım uyguluyor. Şaşırtıcı olan, bu tasfiyeyi demokrasi kaftanı altında yapıyor olması ve bu tebdil-i kıyafet politikasını yedi düvele yutturabilmesi.
Toplama (Temerküz) kamplarını Boer Savaşı’nda ilk önce İngilizler kurmuşlardı. Daha sonra Hitler Almanya’sında Naziler bu sistemi alabildiğine geliştirdiler. 1920’lerden itibaren SSCB’de de toplama kampları vardı. Bu kampların cehennemini tarihten, roman sayfalarından, şiirlerden, tiyatro sahnelerinden ve sinema filmlerinden çok iyi öğrendik.
Faşizmin kara treni harekete geçtikten sonra ancak toplama kamplarında durur. Bu istasyonun bir adım ötekisi fırınlardır. Yahudiler, Çingeneler ve Komünistler fırınlarda yakılırken, SS subayları Wagner dinleyerek kendilerinden geçiyorlardı. Benzer kendinden geçme durumunu besleme medyamızda her gün izlemekteyiz.
Tarih, Silivri kampusunun Türkiye’deki ilk toplama kampı olduğunu mu yazacak acaba?
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2011
TÜRKİYE’yi ille de birine model yapacaklar. Önce Irak’a, şimdi de Mısır’a. Irak kendisine İslamcı bir anayasa ayarlayarak ilerde AKP Türkiye’sine örnek olacak ülkeler arasına katıldı. On gündür, gazeteci milletimiz karşısına çıkan her Mısırlı’nın yakasına yapışıp “Türkiye’yi örnek alacak mısınız?” diye soruyor. Kasap et derdinde, davar can derdinde.
Yakayı ele verenlerden biri de Mısır’ın Akil Adamlar Komitesi Sözcüsü Amr Hamzavi. Bu konuda şunları söylüyor (Akşam, 14.01.11):
“Hayır, hayır. Türkiye bize model olamaz. Mısırlılar kendi modellerini yaratacaklar!”
Amr Hamzavi çok doğru söylüyor. Türkiye’nin yarattığı yapıtı (eseri) öyle kolay kolay tekrarlamak mümkün değil. Ama o bunu henüz bilmiyor. Bilemez zaten!
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla ilgili herhangi bir olumlu bir görüş açıklamayan Amr Hamzavi, AKP’nin izinden gitmeleri gerektiğini söylüyor. “Askerlerin sivil hayata ve siyasete müdahalesini azaltan önemli işler yaptınız son yıllarda” diyor.
Türkiye’nin ve modelliğinin güm güm kafasına vurulmasına sinirlenen Amr Hamzavi, “Peki laik bir Mısır ne kadar ihtimal dahilinde?” sorusunu da şöyle yanıtlıyor:
“Zorlu bir geçiş dönemine giriyoruz. İstediğimiz, siyaset ve dinin, din ve devletin ayrıldığı demokratik bir devlet kurmak. Ama bu, dinden ilham alan partileri siyaset dışı bırakacağımız anlamına gelmiyor. Demokratik sisteme saygı gösteren tüm partiler sürece dahil olacak.”
Dikkat ederseniz, Amr Hamzavi, laiklikten değil, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı Anglosakson tipi bir sekülerleşmeden söz ediyor. Bu bile büyük bir gelişme. Çünkü Mısır’da laik bir anayasa hazırlanması, eğitim ve öğretimin laikleşmesi, laik bir medeni kanunun uygulamaya konması olanaksız. Bunun böyle olduğunu, çok değil, birkaç ay içinde göreceğiz. Ben bunu biliyorum. Bilmeyenler öğrenecekler. İslam’ın, kültür ve uygarlık anlamına geldiği, dil ve edebiyat ile özdeşleştiği, tarih ve mitolojiyi yarattığı bir ülkede, laik bir anayasa ve medeni kanun mümkün değildir. Bu nedenle, kimse hayal görmesin, gerçekçi olup din ile devlet işlerinin birbirinden güya ayrıldığı yandan çarklı bir seküler rejimle idare edilsin.
Amma velakin, El Ezher gerçeğine gözlerimizi kapatamayız. Akil Adamlar Komitesi’ne girmesi olası kişiler arasında El Ezher’den bir temsilcinin adına rastlamadım. Bu, komitenin El Ezher’siz olacağı anlamına mı geliyor, yoksa “El Ezher zaten elde birdir!” anlamına mı? Yeni Anayasa’nın hazırlayıcıları arasında da El Ezher olacak mı? Amr Hamzavi’nin gücünü küçümsediği Müslüman Kardeşler yeni Anayasa’yı hazırlayanlar arasında olacak mı?
Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın en büyük mucizesidir. Göçmüş ve çürümüş bir imparatorluğun kalıntısı üzerinde, feodal bey ve mirlerin, tarikat şeyhlerinin ve mütegalibenin elinde oyuncak olmuş bir halktan çağdaş bir ulus yaratmıştır.
Cumhuriyetçiler, Türkiye’nin olur-olmaz yerlerde örnek gösterilmesine öfkeyle itiraz ediyorlar. Çünkü bu zevzeklik Türkiye
Cumhuriyeti’ne yapılacak en büyük hakarettir. Hiçbir İslam ülkesi Türkiye’nin yaptığını başaramaz! Halep oradaysa arşın burada! Görelim!
Yazının Devamını Oku