11 Mayıs 2011
MİLLİYETÇİ muhafazakârların padişah ataları arasında, “Deli” I. İbrahim’in (1610-1648) nedense hiç adı geçmez. Onların padişah ataları bellidir: Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Selim, Kanuni Sultan Süleyman, II. Abdülhamid, VI. Mehmed Vahidettin! Hiçbirinin “Avcı” IV. Mehmet ile “Deli” I. İbrahim ile övündüğü duyulmadı.
Deli İbrahim Sultan I.Ahmed’in sağ kalan tek oğlu idi. Mahpeyker (Kösem) Sultan’dan 1615’te dünyaya gelmişti. Padişah olduğunda 25 yaşında bulunuyordu. Sarayda geçirdiği uzun kafes (hapis) hayatı yüzünden sinirleri bozulmuş, akli dengesi de epeyce zayıflamıştı.
Bir süre sonra (1648), delilikleri yüzünden tekrar kafese kapatıldı ve öldürüldü. Ayasofya’nın eski yağhanesinde, kafes hapsi yüzünden deliren I. Mustafa’nın yanına gömüldü. I. İbrahim tahta çıktığında henüz çocuğu yoktu. Öldüğü zaman arkasında dört oğul bırakmıştı. Bu bakımdan, kendisinden sonra tahta çıkan Osmanoğullarının atasıdır. Bu özelliği çok önemlidir, çünkü arkasında dört oğul bırakmamış olsaydı Osmanlı hanedanı sona ererdi.
BİR ZİNDAN HÜCRESİ
Muhteşem Yüzyıl ile mademki Osmanlı tarihinin sayfaları açıldı, örneğin I. İbrahim’in, I. Mustafa’nın, IV. Mehmed’in dönemi de ele alınmalı. Özellikle de “Kafes” denilen zindan hücresinin öyküsü. Fransızlar, İngilizler bu türden romanlar yazıp filmler yapıyorlar!
I. Sultan Ahmed ölüm döşeğindeyken hanedanın taht veraseti geleneğini değiştirmiş, şifahi bir vasiyetname ile padişahlığın bundan böyle, babadan oğula değil, deli olmamak koşuluyla, hanedanın yaşça en büyük erkeğine kalacağını söylemiş idi. Bunun nedeni olarak, Sultan Ahmed’in genç yaşında dul bırakacağı sevgili hasekisi Kösem Mahpeyker’e bir gün valide sultanlığı sağlamak arzusu gösterilir. Kösem, üçüncü oğlu IV. Murad’ın anası idi.
İstanbul sarayının “Kafes” denilen zindan hücresinin ilk konuğu 11 yaşındaki şehzade Mustafa idi. 14 yıl kafeste kalarak 25 yaşında tahta çıktığı zaman erken bunamış bir deliydi.
“Kafes” geleneği, kafesten çıkarak tahta oturan padişahların neredeyse tamamının delirmesine ve cahil kalmasına yol açmıştır. “Deli” İbrahim de kafesten geçerek padişah olmuştu.
CELLAT KORKUSUYLA YAŞAMAK
1640 yılı şubatının dokuzuncu perşembe günü sabahı, sokaklara yayılan devlet tellallarının “Memleket ve devlet Sultan İbrahim hanındır!..” diye yükselen sesleri ile atılan yüz bir pare cülus topları İstanbul’un üzerinden bütün istibdad havasını kaldırmıştı. Gaddar IV. Murad’ın ardında vâris olarak kardeşi I. İbrahim vardı ve “kafes”te yaşamaktaydı.
Gece saat 10-12 arasında Valide Sultan’ın gönderdiği kapu ağası odasına gelip:
“Şehzadem, mübarek başınız sağ olsun, biraderiniz Sultan Murad darı bekaya gitti, taht-ı saltanat sizindir, buyurun!” dediğinde: “Siz bana mekrü âl idersiniz, bana taht ve saltanat gerekmez, karındaşım sağolsun, benden ne istersiniz?” demişti.
Yedi yıldan beri gece ve gündüz kafesin kapısı önünde ayak sesleri duyduğunda cellat korkusuyla titremişti, boğulan üç kardeşinin feryatları hâlâ kulaklarında idi. Kimseye inanmadığı için zorla hücresinden çıkartılıp zorla tahta oturtulurken kalan aklını da yitirmişti.
Anlattığım dönemin sinematoğrafik olanakları karşısında Muhteşem Yüzyıl sönük kalır.
İyi de, başta Başbakan olmak üzere, Fatih’i, Yavuz Sultan Selim’i ata kabul eden İslamcılar, milliyetçi muhafazakarlar, “Deli” padişahları ata olarak kabul edecekler mi bakalım?
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2011
HAFTADA beş gün yazarken de gündemi izlemezdim ama gene de kendime göre rasyonel bir yazı programım vardı.
Örneğin bu yazıyı Diyanet İşleri Başkanlığı’na bir teşekkür olarak 14 Mayıs günü yayınlayabilirdim. Neden 14 Mayıs? Çünkü Diyanet İşleri Başkanı adıma gönderdiği bir yazı ile beni 14-20 Nisan tarihleri arasında kutlanacak olan Kutlu Doğum Haftası’na davet etmiş, bir CD ve özel bir rozet göndermişti. Bu zarif davete teşekkür edecek ve ciddi bir mazeret dolayısıyla etkinliklere katılamayacağım için özürlerimi sunacaktım. Bu işi ancak şimdi yapabiliyorum. Sayın Başkan’ın mektubundan bir alıntı yapacağım:
“Başkanlığımız 2011 yılı Kutlu Doğum Haftası’nın ana teması olarak ‘Hz. Peygamber ve Merhamet Eğitimi’ konusunu belirlemiştir. Merhametin, hayatın her alanından her geçen gün artan oranda çekilmeye başladığını, bu boşalan yeri, şiddet ve öfkenin doldurduğunu görmek, üzücü olduğu kadar düşündürücü bir durumdur. Şiddete ‘dur’ demek ancak yüksek bir bilinçle herkesi kuşatan ‘merhamet’ çağrısıyla mümkün olabilecektir. Hafta boyunca gerçekleştirilecek ‘Merhamet Etkinlikleri’ ile, Hz. Peygamber’in şefkat ve merhametini anlatmak, merhameti bütün boyutlarıyla yeniden toplumun gündemine taşımak, fert ve toplumda merhamet duygusunu güçlendirmek, Hz. Peygamber’in örneklerinde fiili bir merhamet seferberliği başlatmak, merhameti hayatın her alanına dahil etmenin yollarının tartışılmasına fırsat vermek hedeflenmektedir.”
Alıntıdan anladığıma göre: Dini duyguların zayıflaması ile merhametin azalması arasında bir doğru orantı kurulmakta, dini duyguların güçlenmesinin merhamet duygusunu güçlendirip yaygınlaştıracağı yönünde bir düşünce dile getirilmektedir. Böyle olmasa Hz. Peygamber’in işleri ile merhamet arasında bir doğrudan ilişki kurulmazdı. Böyle bir orantılama elde somut veriler olmaksızın yapılamaz. Ancak elde mutlaka somut veriler vardır. Cumhuriyet’in 1923-1950 döneminin tek parti iktidarının baskısı ile dini duyguların zayıflatıldığına dair köklü bir önyargı vardır. Acaba 1923-1950, 1950-2000 ve toplumsal (yeniden) İslamlaşmanın etkisiyle dini duyguların güçlenmeye başladığı 2000-2010 yılları arasında işlenen şiddet suçlarının sayısı ve nüfusa oranı nedir? Özellikle kadına karşı işlenen şiddet suçları artmış olamaz mı? Mahkeme kayıtlarında ve polis arşivlerinde bu konuda ciddi belgeler olmalı!
Öte yandan bazı okurlar, Hz. Muhammed’in doğum günü ile ilişkilendirilen Mevlit Kandili’nin öteki Müslüman ülkelerde kutlanmadığını ve Kutlu Doğum Haftası’nın her yıl aynı tarihlere rastlayamayacağını ileri sürmekteler. Örnek olarak da, Hicri takvime göre ramazan ayının her yıl 10 gün erken geldiğini dile getirmekteler. Yani iddia sahiplerine göre kutlu günlerin sabitlenmesi mümkün değil.
Yıllar önce, MEB tarafından yayınlanan 1000 Temel Eser dizisinde yer alan bir kitabın önsözünde, İslamiyet’i kabul ettikleri ilk yıllarda yaz günlerinde oruç tutmaktan bunalan Türklerin ricası üzerine beylerinin bu dileği yerine getirdiğini okumuştum. Hz. Peygamber’in doğum gününü sabitleştiren Diyanet İşleri Başkanlığı ramazan ayını da kış aylarına alamaz mı acaba? Böyle bir karar turizm bakımından da yararlı olur, olacaktır!
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2011
GEÇEN hafta, 21-24 Nisan tarihleri arasında, Eskişehir Tepebaşı Belediyesi’nin (CHP) Türkiye Yazarlar Sendikası ve PEN’in desteğiyle düzenlediği I. Uluslararası Eskişehir Şiir Festivali yapıldı. Festivale Fransa (Lionel Ray, Mallarme Akademisi Başkanı), Finlandiya (Juha Kulmala), Almanya (Thomas Luthardt), İtalya (Giancarlo Cavallo), Küba (Laura Ruiz Martinez) ve Tunus’tan (Tahar Bekri) şairler katıldı. Türkiye’den ise yirmi kadar değerli şair, yazar ve akademisyen oturumlarda yer aldı.
Festivale ben de katıldım ve aşağıdaki konuşmayı yaptım:
SEVGİ VE SAYGILARIMLA
“Sevgili akraba ve dostlarım, değerli ve vefalı komşular, bütün dünya ve Türkiye!
Bugün, burada, sizlerin karşısında, 75 yaşında bir şiir sever memeli hayvan olarak, bir itirafta bulunmak istiyorum:
Gerçekten demokratik, gerçekten özgür, kardeşçe ve eşitlikçi bir dünyada ve Türkiye’de aynı hayatı birkaç kez yaşamak isterdim. Böyle bir dünyada bir şair ve yazar hayatı yaşamak, geceleri Ülker’in yanında uyumak.
Ama altmış yıllık deneyime dayanarak şunu da söyleyeyim: Bir şair, yazar ve aşık olarak demokrasi, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik hayali için mücadele etmek de çok güzel, sorumluluk ve onur verici. Hayatımı, şiirlerimi, yazılarımı, eylemlerimi ve aşkımı güzelleştirdi, diri tuttu. Böyle bir engebeli hayatım oldu yani gerçekten yaşadım, kendi hayatımı, Türkiye’nin hayatını, dünyanın hayatını.
Galiba böyle bir hayata ihanet etmediğim, ona sadık kaldığım düşünüldüğü için, bu şiir festivalinin doğum törenine onur konuğu olarak davet edildim.
Bana bu onuru verenlere ve şiirin kendisine teşekkür ederim.
Şiire teşekkür ederim çünkü beni besledi, adam etti, yarı yolda bırakmadı ve her gün sınava soktu, sorguya çekti. Başımı belaya soktuğu için de kendisine teşekkür ederim!
Daha önce birkaç kez yazıp söylediğim bir sözü burada da tekrarlamak istiyorum: Gazetedeki yazılarımı insanlara bugün ve yarın gerekli olabilir diye, kimsenin bana ısmarlamadığı şiirlerimi bir gün bir insana gerekli olur diye yazıyorum. Ölümümden sonra geleceğe kalıp kalmamaları gerçekten umurumda bile değil. Onları yazarak mutlu oldum, belki bazı insanları da mutlu etmişimdir. Sevgi ve saygılarımla.”
700 YILLIK KONUŞMA DİLİ
Bu tür toplantı ve festivaller, özellikle yerel yönetimlerin öncülüğünde, dünyanın dört bir yanında, onlarca, yüzlerce yapılır. Eskiden, Türk şairler yabancı ülkelerde yapılan toplantı ve festivallere katılır, ev sahiplerini ve konuklarını Türkiye’ye davet edememenin ezikliğini yaşarlardı. Artık ne mutlu ki, ülkemiz de bu türden festivaller ve toplantılar düzenlemeye başladı. Edebiyat ve sanat alanında yapılan toplantı ve festivaller, turizm, sanayi, tarım, tekstil, moda fuarlarından hiç de farklı bir şey değildir. Fuarlarda mal ve ürünler başkalarının ilgisine sunulurken sanat ve edebiyat festivallerinde kültür ve uygarlık dolaşıma sokulmaktadır. Eskişehir Şiir Festivali’ne katılan yabancı konuklar, en azından, Türk şiirinin Yunus Emre (1230-1321) gibi bir atası olduğunu ve 700 yıl öncesinin halk Türkçesinin günümüz Türkleri tarafından da konuşulduğunu öğrendiler. Az mı?
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2011
PARTİLER milletvekili aday listelerini yayınladılar: AKP cenahı, biat ve itaat disiplini içinde, kaynaşmış bir kitle görünümünde. MHP ve BDP’de ciddi bir hiyerarşik disiplin var. Onlar da birlik ve bütünlüğü kusursuz bir parti görünümündeler. Acıyan CHP’ye acısın: Dört bir yandan eleştiriliyor. Kadı kızının bile eleştirildiği bu dünyada CHP elbette eleştirilecek. Ancak liste dışı kalanların eleştiri ve itirazlarını ciddiye almak mümkün değil.
KENDİLERİNİ ALDATMASINLAR
Benim ilgimi en çok “kadınlar davası”nın militanları çekiyor: Cumhuriyet gazetesinde (13.04.11) bir manşet: “Kadınlar aldatıldı!” Acaba, kadınlar kendi kendilerini aldatmasın?
Kadın örgütleri, kadınların seçilemeyecek yerlerde aday gösterilerek dolgu malzemesi niyetine kullanıldığını ileri sürüyormuş. 13.04.11 tarihli Hürriyet gazetesinde de aynı konuda bir haber var: “550 milletvekilinin yarısına denk gelen 275 milletvekilinin kadın olması gerektiğini belirterek kampanya başlatan Haklı Kadın Platformu, açıklanan aday listelerindeki kadın sayısını yeterli bulmadı. Platformdan yapılan açıklamada, ‘12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra oluşacak parlamentoda kadınların eşit temsili sağlanamayacak’ denildi.” Anladığım kadarıyla, Haklı Kadın Platformu ve öteki kadın örgütleri AKP, CHP ve MHP’yi eleştirmekte.
HEPAR’DAN 122 ADAY
Fakat seçime giren 20 dolaylarında partinin ancak üçü hedef alınarak öteki partiler yok sayılmakta. Örneğin, HEPAR (Hak ve Eşitlik Partisi) Basın Merkezi’nin haklı bir şikâyeti var: Basında yer alan “12 Haziran’da yapılacak milletvekili seçimlerinde CHP 109 kadın milletvekili adayı göstererek birinci oldu” haberine itiraz ediyor. Ve karşılaştırmalı bir liste yayınlıyor:
HEPAR: 58 seçim bölgesi, 431 aday üzerinden 122 kadın aday.
CHP: 85 seçim bölgesi, 550 üzerinden 109 kadın aday.
AKP: 85 seçim bölgesi, 550 üzerinden 78 kadın aday.
MHP: 85 seçim bölgesi, 550 üzerinden 56 kadın aday.
HEPAR Basın Merkezi soruyor: “Biraz araştırma ruhu, biraz da matematik kafası olan herkesin rahatça anlayabileceği gibi, şimdi soruyoruz, hangi parti en çok kadın aday çıkartmış?”
TKP’DEN 227 ADAY
HEPAR haklıdır. Ama kendisi de büyük bir haksızlık yapmış ve Türkiye Komünist Partisi’ni yani TKP’yi unutmuş. TKP 550 üzerinden 227 kadın aday göstermiş. Herhangi bir kota uygulaması yapılmayan aday listesindeki bu sayı yüzde 41 oranına eşittir. Yüzde 41 kadın, yüzde 59 erkek. Bu da yeterli değil! “Kadın”a göre paylar yüzde 50’şer olmalı
Adil olmak gerekirse, kadınlara en çok yer veren parti TKP ama kadın örgütlerinin bundan haberi bile yok. Seçmen sayısının yarısına sahip olan kadınlar, kadın dayanışması yanı sıra, eşitlik, adalet ve özgürlük için TKP’ye oy verseler gerçek bir devrim yapmış olmazlar mı? Yazımızda sözünü ettiğimiz siyasal partileri kadınlara verdikleri öneme göre sıralayalım: TKP, HEPAR, CHP, AKP, MHP. Bu sıranın seçim sandığında gerçekleşmesi için her şey kadınların elinde! Biraz dikkatli hesapla 275 kadın milletvekilini TBMM’ne sokabilirler!
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2011
DEVRİM sözcük ve kavramını nasıl da rahat kullanıyor millet! “2011 Arap Devrimi” (Cengiz Çandar, Radikal, 05.03.11) imiş! Nerede o yoğurdun bolluğu? Ayıptır, Cumhuriyet Devrimi’ne hakarettir. Devrim, (sözcük ve kavramın tam anlamıyla) statükonun A’dan Z’ye altüst olmasıdır. Başların ayak, ayakların baş olmasıdır. 1789 Fransız Devrimi, 1917 Sovyet Devrimi, 1919-1938 Türk Devrimi, Çin Devrimi devrimlerin hasıdır ve gerisi uydurmadır, yakıştırmadır. Arap dünyasında olanlara ancak “isyan” denir!
“2011 Arap Devrimi” imiş! 2011 yılında Arap ülkelerinde olanları “devrim” diye tanımlayanları ciddi siyaset bilim dünyasında ciddiye almazlar!
Arap âlemi için devletin laikleşmesinden başka bir devrim yoktur, olamaz. İslamcı bir statükonun devam ettiği, edeceği yapıda iktidarın el değiştirmesi hiçbir şey ifade etmez. Egemenliğini sürdüren İslami yapının ABD’nin yanında ya da karşısında olması sadece ABD’yi ve onun yandaşlarını ilgilendirir. Arap dünyasında ne tas ne de hamam değişmiştir.
Herhangi bir Arap ülkesinin (örneğin Mısır) devrim yaptığını kanıtlaması için anayasasında “Mısır demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” maddesinin bulunması ve ülkenin devlet yapısının bu maddeye göre düzenlenmesi gerekir.
3 YIL GÖLGEDE ÇALIŞTILAR
Mısır, Tunus, Cezayir, Fas ve Libya’daki dostlardan gelen haberlerde Katar’daki Değişim Akademisi (Academy of Change)’den, Amerika’nın “Freedom House”undan, Belgrad’daki “Otpor”dan, “Canvas”tan söz ediliyordu. Her şey Balkanlar’da gerçekleştirilen Renkli Devrimler’in senaryolarına benzetiliyordu. Ancak bizim basında hiç kimse bunlardan söz etmiyordu. Şimdi düşünüp üzülüyorum: Oyun sahnelenirken neden Kahire’ye gitmedim?!
Bizden gazeteciler, televizyoncular gitti, ama ya Tahrir Meydanı’ndan maç nakli yaptılar ya da Körfez kaynaklarından aktarmalarla yetindiler.
Le Nouvel Observateur’ün 24-30 Mart 2011 sayısında Vincent Jauvert adında gazeteciye benzer bir gazetecinin yazısını okuyunca arkadaşlarımın bana uçurdukları haberlerin doğruluğu kanıtlandı. Vincent Jauvert, şöyle tanımlıyor olanları: “30 yaşlarındalar. Ellerinde cesaret ve bilgisayarlarından başka silahları yok. Sırbistan ve ABD’de eğitim gören bu şiddet karşıtı aktivistler üç yıl gölgede çalıştılar.”
YİNE DİKTATÖRLER GELECEK
Bunu Vincent Jauvert kafadan uydurmuyor, Tahrir Meydanı’nın liderlerinden Ahmed Maher (Mahir) adlı genç söylüyor: “Mübarek’i bu sonbaharda başkanlık seçimleri sırasında düşürmeyi planlıyorduk. Sırpların yaptıklarını yapmak istiyorduk. 2000 yılında Miloseviç’i nasıl devirdiklerini bize anlatmışlardı. Onların planına benzer bir plan yapmıştık. Ama Tunus’ta Bin Ali’nin düşmesi olayları hızlandırdı.”
Ayaklanma liderleri Mısır dışında yetiştirildiklerini, kendilerine bir uygulama planı verildiğini söylüyorlar. Mısır’da Hüsnü Mübarek’i, Tunus’ta Bin Ali’yi devirdiler de ne oldu? Libya’da Kaddafi’yi devirecekler de ne olacak? Onların yerine ABD’ye bağlı yeni diktatörler gelecek.
Devrimin ilkesi şudur: Devrim yapan kadro iktidarı kimseye emanet etmez, iktidarı kimseye devretmez, bizzat iktidara gelir ve düzeni toptan değiştirir. Gerisi düzmecedir!
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2011
3 Kasım 1946 tarihli Japon anayasasının 1. maddesi şöyledir: “İmparator Devlet’in, halkın birlik ve bütünlüğünün simgesidir.”
Anayasanın giriş bölümünde ise “Japon halkı” deyişi üç kez yer alır. Ve bu Japon halkı, giriş bölümünde yer alan ideallere bağlı kalacağına “ulusal onur” üzerine söz verir, yemin eder.
Müttefik İşgal Kuvvetleri Başkomutanı olan General Douglas MacArthur’un taslağından büyük ölçüde yararlandığı için ona “MacArthur Anayasası” da denir.
Demek ki neymiş; Japon İmparatoru halkın birlik ve bütünlüğünün simgesi imiş. Yüzde yüz Japon insanının ikamet etmediği Japonya’da bir “Japon halkı” varmış. Kuşkusuz keramete kıç attırarak “Japonya halkı” demek de mümkündür.
Yemin ederim ki: Bu milliyetçi(!) ve ırkçı(!) anayasanın ilham kaynağı Türk Kemalizmi olmayıp ABD Pentagon’udur.
İŞADAMI CEM BOYNER
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2011
TÜSİAD’ın yeni anayasa taslağını yapan kadroda yer alan Prof. Dr. Engun Özbudun, Anayasa’da, devlet şekli olarak cumhuriyetin değişmezliği dışında bir değişmez madde olmasına karşı olduklarını söylemiş. (Milliyet, 23.03.11) Ve eklemiş: “Temelinde şu tespit yatıyor. Hiçbir kuşak, hiçbir neslin gelecek kuşakları ebediyen bağlama konusunda ne ahlaki bir hakkı vardır, ne hukuki, ne siyasi hakkı vardır.”
ÖZBUDUN GÜLÜNÇLÜĞÜ
Lafın şehvetine kapılıp söylenmiş boş sözler bunlar: Hem anayasa yapımı, hem de ahlaki, hukuki ve siyasal bağlamda boş sözler. İnsanların birey olarak, toplum olarak edimleri, yapıp ettikleri, eyledikleri her şey hem kendilerini, hem çağdaşlarını, hem de gelecek kuşakları bağlar. En basiti: İnsanların üremeye hakları vardır. Yeni bir kuşağın temsilcisi olarak bir evlat, baba ve annesine beni neden dünyaya getirdiniz sorusunu soramaz. Böyle bir hakkı yoktur. Ancak anne ve babasına kendisine karşı sorumluluklarını hatırlatmaya hakkı vardır.
Ergun Özbudun mantığıyla, gelecek kuşakların (yani geçmişteki gelecek kuşak olan bizlerin) Osmanoğullarına “Neden Osmanlı devletini kurup başımızı yedi düvelle belaya soktunuz?!” deyu çemkirmeye hakkımız olma(ma)k gerekir. İki zamanı eşzamanlı yaşamak mümkün olsaydı, bu soruyu Osmanlı’ya soranın kellesi giderdi: “Tiz alın kellesini!” derlerdi.
Günümüzün İkinci Cumhuriyetçi tayfası da Kuvayi Milliyecilerin, Millicilerin Anadolu toprakları üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olmalarına sadece kızabilirler.
Devlet kurmak zaman ve mekana bağlı ansal bir gereklilik ve zorunluluktur. Devleti kuran irade sadece sonsuzluğu düşünür. Devremülkünü değil! Bu düşünce karşısında Ergun Özbudun’un laf şehvetine tutulmasının hiçbir değeri yoktur. Kalptır!
“Gelecek kuşakları ipotek altına almak istemiyorsan, devletin şekli olarak seçtiğin cumhuriyetin niteliklerini belirleme!” fantezisi felsefi açıdan son derece gülünçtür!
NEDEN RAHATSIZ EDİYOR?
Anayasaların bazılarında değişmez madde vardır, bazılarında yoktur. Neden vardır, neden yoktur? Bu sorunun yanıtı anayasanın yapıldığı ülkenin tarih ve coğrafyasıyla, yurt bilgisiyle ilgilidir. Saygın anayasa yüksek öğretmeni Erdoğan Teziç’e telefon edip sordum. Almanya anayasasında 20 kadar maddenin, Yunan anayasasında 10-15 maddenin, Portekiz ile İspanya’dakinde 7-8 maddenin değişmez olduğunu söyledi. İsteyen bu maddelerin hangileri olduğunu bulabilir. Bu maddeler, bu ülkelerin özel tarihinden çıkartılmıştır, çıkmıştır!
Masamın üzerinde Fransız anayasası var. 89. maddesinde ülkenin toprak bütünlüğünün tartışılamayacağını ve hükümet (yönetim) şeklinin (cumhuriyetin) değiştirilemeyeceği yazıyor.
Ne olacak şimdi? Fransız anayasası, bu madde ile, gelecek kuşakları ülkenin toprak bütünlüğünü ve cumhuriyeti savunmaya mahkûm etmiyor mu? Bayanlar ve baylar, halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede laiklik anayasaya elbette girecek. Anayasa’nın ilk 3 + 1 maddesi sizleri (yani bunları) neden rahatsız ediyor?
Anayasa’nın ikinci maddesinde yer alan şu dört sözcük (demokratik, laik, sosyal, hukuk) cumhuriyetin niteliğini belirliyor. Aslında Cumhuriyet treni AKP yönetiminde İslam istasyona doğru hızla yol alıyor. Bunu fark etmeyenin aklından şüphe edilir!
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2011
MEMET Fuat “Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi”nin (Adam Yay.) giriş bölümünde benimle ilgili olarak şunları yazar: “Özdemir İnce ilk kitaplarını 1960’larda İkinci Yeni akımının coşkulu günleri geçtikten sonra yayımlamıştı. Batı şiiriyle ilişkileri, siyasal etkinliklerin hızlandığı bu dönemde aşırılıklara düşmesini önledi. Şiirde toplumsal sorunlara yönelmenin belli bir anlayışa bağlanamayacağını biliyordu. Onun için de, düşünce dünyasındaki gelişmeler, şiirinde bir uçtan öbür uca savrulmasına neden olmadı” (Cilt 1. s. 49). Antolojinin 2.cildinde şair Özdemir İnce’yi tanımlarken de aynı bakışı sürdürür:
“Şiire İkinci Yeni anlayışının en etkili olduğu günlerde başlamıştı. Ama bu anlayışa kaynaklık eden Fransız şiirinin gelişmelerini biliyor, Fransız şairlerini çevirilerinden değil, asıllarından okuyordu. Onun için de, 1960’ların sonlarına doğru Türkiye’de toplumsalcı şiir ağırlık kazanınca, bu yola girebilmek için, şiirini bütünüyle değiştirmek gereğini duymadı.” (Cilt 2, s. 845)
SOLU FABRİKADA YAŞADIM
Ben solla, kimileri gibi, kolej sıralarında kitaplar aracılığı ile buluşmadım. Sınıflar ve bireyler arasındaki eşitsizliği, insanın insanı sömürüsünü kitaplardan öğrenmedim. Gündelik hayatta yaşadım, iplik ve dokuma fabrikasının banko ve kelep tezgahlarında bizzat yaşadım. Babamın yanında, işçilerin “Sanduka” dedikleri işçi sendikasının ne anlama geldiğini öğrendim. Bu nedenle Marx’ı, Engels’i okurken hiç şaşırmadım. Benim hayattan öğrendiklerimi bilgece yazıyorlardı. 1960’tan sonra kitapları Fransızca’dan okumaya başladım. Louis Althusser’le 1966’da tanıştım. Gene şaşırmadım.
EYLEMCİ-DEVRİMCİ OLMADIM
1965’te Paris’te Güney Amerikalı devrimcilerin, İspanyol sürgünlerin arasına düştüm. 1966’da peşlerine takılıp Güney Amerika’ya gidebilirdim. Maceracı değildim ve kesinlikle kahraman olmak gibi bir tutkum yoktu. Bir “eylemci-devrimci”de olması gereken özelliklerin çoğu yoktu bende. Anlamış ve karar vermiştim. Öte yandan emir almaktan ve emir vermekten hoşlanmıyordum. Bunu ve bunları anladığım zaman içim rahatladı, kendimle barıştım. Kimse benim önderim ol(a)mayacaktı, kimsenin önderi olmayacaktım. Paris’te kalıp kendime, kendimize başka bir hayat kurabilirdim. Doktora yapmak istedim. Dönemin iktidarı Adalet Partisi koyduğu engellerle buna izin vermedi.
YAZAR UZLAŞARAK DEĞİŞMEZ
Dört-beş bavul kitapla Türkiye’ye döndüm. Kendime bir şair ve yazar hayatı kurdum. Bu hayat içinde Memet Fuat’ın saptadığı gibi herhangi bir modaya kapılıp asla savrulmadım, kendime açtığım küçük patikada inatla yürüdüm. Elli yıldır devrimci cumhuriyetin toprağında inatla yürüyorum. Yetmişli yıllarda epeyce (Türk) Marx, Engels, Lenin ve Stalin ile, epeyce (Türk) Mao, Castro, Che ile tanışıklığım, arkadaşlığım oldu. Hepsi devrim yapıp iktidarı ele geçirmek ve “önder” olmak istiyorlardı. İktidarı ele geçiremediler, hayat ve dünya değişmedi, tepeden tırnağa kendileri değiştiler. Şimdi AKP’nin kurduğu düzene bir “komprador” gibi hizmet ediyorlar. Bana, “kâtip”e gelince: Kendi açtığım ıssız patikada yürüyor ve hâlâ dünyayı, hayatı değiştirmeye ve bu yolda değişmemeye çalışıyorum.
Yazıcı ve politikacı uzlaşır! Ama yazar asla uzlaşmaz! Uzlaşarak değişmez! Ne düzenle ne de kendisiyle! “Uzlaşma”nın adı “değişim” değildir!
Yazının Devamını Oku