4 Şubat 2011
BAŞBAKAN doğruyu söyledi: “Halka rağmen iktidarda kalınamaz!” 1 Şubat 2011 günü AKP Parti grup toplantısında konuşan Başbakan, Mısır’daki halk gösterileriyle ilgili olarak “Halka gözünü, gönlünü, kulağını kapatan yönetimler uzun ömürlü olamaz. Halka rağmen hiçbir iktidar ayakta kalamaz. // (Mevcut Mübarek rejimine ve bizzat Mübarek’e seslenerek) Mısır’ın huzuru, güvenliği, istikrarı adına önce siz adım atın. Halkı tatmin edecek adımlar atın!” dedi.
Türkiye’deki iktidar yandaşı İslamcı gazetelerin belirttiğine göre, El-Cezire televizyonunun canlı yayınında göstericiler, Türkiye Başbakanı’nın sözlerini “İnsanı ön plana çıkaran, tarafsız, bir lidere yakışan sözler” olarak yorumlamışlar.
Benim gördüğünden göz kirası istemek olarak tanımladığım şey işte bu durumdur!
* * *
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Başkan Mübarek’e, Tahrir Alanı göstericilerinin isteklerini dikkate alarak iktidardan ayrılmasını tavsiye ediyor. Çok tehlikeli bir tavsiye: Seçimler ister şaibeli olsun ister olmasın, Başkan Mübarek halkın ezici çoğunluktaki oyuyla başkan seçilmedi mi? Seçildi! Mevcut hükümet partisi son genel seçimlerde halkın ezici çoğunluğunun oyuyla iktidara gelmedi mi? Geldi!
Peki nasıl oluyor da sandıktan çıkarak halkın oyuyla iktidara gelmiş bir başkandan ve hükümetten göstericilerin isteklerini yerine getirmesi istenebilir? Sandıkla gelen sandıkla gitmez mi? Peki Türkiye Başbakanı hangi hakla şöyle bir konuşma yapabiliyor?
“Buradan Mısır Devlet Başkanı Sayın Hüsnü Mübarek’e içten bir uyarıda bulunmak istiyoruz. Bizler insanız. Bizler faniyiz. Kalıcı değiliz. Her birimiz ölecek ve geride bıraktıklarımızdan dolayı sorgulanacağız. Hepimiz gelip geçiciyiz. Baki olan gökkubbe altında hoş bir seda bırakmaktır. Saygıyla anılmaktır, rahmetle yâd edilmektir. Onun için yarın öldüğümüzde, hoca efendi şunu söylemeyecek, ‘Cumhurbaşkanı niyetine’ demeyecek, ‘Başbakan niyetine’ demeyecek, ‘Bakan niyetine’ demeyecek!”
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Mısır Devlet Başkanı’na seslenirken “Sen” ya da “Siz” demiyor, “Biz” diyerek kendisini de işin içine katıyor.
* * *
Peki bu durumda, insanlar “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” atasözünü anımsamayacak mı? 2007 yılında, Ankara, İzmir ve İstanbul’da, Cumhuriyet Mitingleri’nde, Cumhuriyet’i ve laik düzeni savunmak için toplanan milyonları “Bindirilmiş kıtalar!” olarak tanımlayan
kendisi değil miydi? Öteki yakışıksız tanımlamaları bir yana bırakalım, “Bindirilmiş kıtalar!”
yeter de artar bile.
Başbakan Erdoğan Mısır’la ilgili olarak, “Halkın haykırışına, son derece insani taleplerine kulak verin. Halktan gelen değişim arzusunu hiç tereddüt etmeden karşılayın!” diyor. Bu durumda, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın “Bindirilmiş kıtalar!” olarak tanımladığı gayrimemnun kitleleri Türkiye Cumhuriyeti halkından saymadığı düşünülemez mi? Türk halkı hükümetin yolsuzlukların üzerine gitmesini, seçim barajını kaldırmasını, adil olmayan dolaylı verginin yerine adil vergilendirme sistemi olan (kazanç matrahlı) dolaysız vergi sisteminin getirilmesini istiyor(du). Ve Mısır halkından esirgemediği ilgiyi, Türk halkına ve başta Tekel işçileri olmak üzere emekçilerimize göstermesini de bekliyor!
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2011
25 Ocak 2011 tarihli Akit gazetesinde Hüseyin Sancar imzalı bir haber yayımlandı: İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği (ÖNDER), Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e İstanbul’daki Huber Köşkü’nde bir nezaket ziyareti yapmış. ÖNDER’e, Cumhurbaşkanı ziyaretinde, başta türbancılar olmak üzere Türkiye’de okuyamayan öğrencilere Avrupa’da okul bulan WONDER adlı bir özel örgüt-kuruluş da eşlik etmiş. Cumhurbaşkanı’nın bu türden ziyaretçi kabul etmesi ve çalışmaları hakkında bilgi alması çok doğal. Bu gibi durumlarda ziyaretçilerin değil Cumhurbaşkanı’nın ne dediği önemlidir. Gazete, ziyareti bu açıdan da değerlendiriyor:
“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise, imam hatip liselerinin Türkiye açısından çok önemli kurumlar olduğunu söyledi. İHL’lerin mutlaka yaşatılması gereken kurumlar olduğunu kaydeden Gül, katsayı ve polis okuluna girememe gibi İHL’lerin önündeki bütün engellerin kaldırılması gerektiğini belirtti. ‘Normal liselerde okuyan öğrenciler hangi haklardan yararlanıyorsa, İHL’de okuyan öğrenciler de bu haklardan yararlanmalıdır’ diyen Gül sözlerinin devamında ÖNDER’e çalışmalarında başarılar diledi.”
4. MADDEYİ BİLMİYOR MU!
Bu ziyaretle ilgili haberin neresi önemli de yazı konusu yaptığımı bana ve kendinize sorabilirsiniz. Cumhurbaşkanı’nın IHL mezunlarının genel lise mezunlarının haklarından yararlanmasını istemesi pek tuhaf. Acaba Cumhurbaşkanı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesini bilmiyor olabilir mi?
“Milli Eğitim Bakanlığı, dini bilgiler konusunda yüksek uzmanlar yetiştirmek üzere üniversitede bir İlahiyat Fakültesi kuracak ve [ayrıca] imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetiştirilmesi için de ayrı okullar açacaktır.”
3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun açılmasını istediği okullar, imam hatip okulları ile liseleridir. Kanun gereği açılan bu okulların üniversiteye öğrenci yetiştirmek gibi bir görevleri bulunmamaktadır. Bu okullara halen tanınmakta olan özel ayrıcalık hem bu yasaya hem de Anayasa’nın bu yasayı koruyan 174. maddesine aykırıdır.
Bu arada Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun, ikili eğitim ve öğretimin (laik ve dini öğretim) eğitim ve öğretim birliği açısından birçok zararlı sonuçlar doğurmuş olduğuna işaret eden cümlesine dikkat çekmek isterim: “Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder.”
Nitekim, söz konusu yasanın çiğnenmesinin sonuçları, gerekçesinin uyardığı gibi olmuş ve ülkenin duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok etmiştir. “Duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçları”nın Cumhuriyet olduğunu söylemenin, bilmem gereği var mı?
ÖZELLİKLE İLK 11 SAYFA
Bu trajik yazıyı bitirirken, Sayın Cumhurbaşkanı’na bir kitap tavsiye edeceğim: Prof. Dr. İrfan Erdoğan’ın “Milli Eğitim’e Dair” (Nobel Yayın Dağıtım) adlı kitabı. Özellikle, ilk 11 sayfa bir ülkenin cumhurbaşkanının mutlaka okuması gereken sayfalardır.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2011
EDEBİYATTA değişmez bir ölçütüm vardır: “Kübalı Sotomayor 2 metre 40 santim yüksek atlamışsa, senin 2 metre 12 santim ile Ortadoğu ve Balkanlar’ın en iyi yüksek atlayıcısı olmanın hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur!” Bu ölçü her alanda, uygarlıkta, bilimde, sanatta, siyasette, ekonomide, tarımda da geçerlidir. Dayanaksız ve belgesiz atmalar ve iddialar beni kışkırtır. Bunları hemen evren ve dünya terazisinde tartarım.
ÜÇGENİN İÇ AÇILARININ TOPLAMI
Sorbonne (1227), Oxford (1133), Cambridge (1284) üniversiteleri kuruluş tarihlerine göre Osmanlı Devleti’nden biraz daha yaşlı. Muhteşem Süleyman ünlü mektubunu I. François’ya yazdığı günlerde bu üç teoloji okulu gerçek üniversiteye dönüşmeye başlamıştı bile. İmam-ı Gazali (1058-1111) İslam dünyasına içtihat kapılarını kapatırken bu üç üniversite bilimsel özgür düşünceye, tartışma ve eleştiriye kapılarını açıyordu.
“Ne olacak bizim halimiz?” diye can havliyle derdine çare arayan Osmanlı, sonunda, 1795 yılında Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn’u ve 1782 yılında da Mühendishane-i Bahr-i Hümâyûn’u kurdu.
Kadim dostum Murat Katoğlu’nun haftalık Kadıköy Gazetesi’nde (21-27 Ocak 2011) yazdığına göre: Mühendishane’ye getirtilen yabancı hocalardan biri bir üçgenin iç açılarının toplamının ne olduğunu sorunca, bütün öğrenciler “Üçgenine göre değişir!” yanıtını vermişler. Doğaldır, çünkü Osmanlı memleketinde o yıllarda ortaöğretim düzeyinde geometri öğretilmemekteydi. Öğrencilerin Pisagor’un (Pythagoras, M.Ö. 580-500) 2300 yıl önce bulduğu hesabı bilmemeleri çok doğaldı. Cumhuriyet bize bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğunu ortaokulda öğretmişti. Karşılaştırma yaptığım için suç bende mi?
HARİTALARI HELAYA ATAN OKULLAR
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in “Bir Zamanlar İstanbul” (Tercüman, 1001 Temel Eser) adlı çok eğlendirici bir kitabı var, oradan aktarıyorum:
“Rusların Akdeniz’e donanma göndereceklerine dair Fransızlar tarafından verilen haber üzerine Baltık Denizi’nden donanmanın gelebileceğine akıl erdiremeyen devlet erkânı Rus donanması uçup mu Akdeniz’e gelecek diye inanmamışlar, Çeşme limanında Osmanlı donanmasının yakılmasından sonra akılları başlarına gelerek hayret etmişlerdir.” (s. 20)
“1826 muharebesi yenilgisinden sonra Edirne’ye gönderilen murahhaslarımıza Rusya murahhaslarının harita üzerinde gösterdikleri yerleri bizimkilerin tayin edememeleri üzerine Fransa ile Avusturya elçilerine başvurulmuş, bu murahhasların tazminat konusunda ileri sürdükleri bir milyonu, bir yük yani yüz bin sanarak kabul etmişler.” (s. 20)
Cevdet Tarihi’ne göre, Osmanlı döneminde memleketin coğrafyasını bilmeyen devlet adamları karaltıya kubur sıkmaktadır. 1875 yılında, günah olduğu gerekçesi ile okullardaki haritalar helaya atılmıştır. (s. 21)
Böyle şeyler yazdığım için Osmanlı’nın ve halkın değerlerinin(!) düşmanı oluyormuşum. Söyleyin, suç bende mi? Ben Pythagoras’ın eşek davasını (teoremini) öğretmeye çalışıyorum.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2011
BİZİMKİLER (Allah selamet versin!) okumadan âlim, yazmadan kâtiptir. Yıllar önce, buradan yola çıkmış ve İstanbul Dükalığı’nı kastederek “Bunların adı önce şaire, romancıya, yazara çıkar, sonra bir şeyler yazarlar!” demiştim, dalga geçerek. Osmanlıperest köşemenler, televizyon münazaracıları ve aynı familyadan başkaları da o hesap! Fatih, Yavuz ve Muhteşem Kanuni’den başkasını ata olarak kabul etmiyorlar. Oysa Timur’a esir düşen II. Beyazıt var, Sarhoş Sarı II. Selim var; beş erkek kardeşini boğduran III. Murad, bütün erkek kardeşlerini öldürten III. Mehmet var; Deli I. Mustafa ve Deli I. İbrahim var. Bunları ve öteki padişahları, Vahidettin hariç, nedense ata yerine koymazlar.
LİBERAL ALAY SANCAĞI
Okullarda okutulan toplumsal ve ekonomik tarih değil, uygarlık tarihi de değil. Tarım, sanayi ve teknoloji tarihi hiç değil. Varsa yoksa fetihler. Oysa 13-20. yüzyıl arasında Avrupa ile Osmanlı dünyası arasında bir bilim ve teknik bulgular karşılaştırması yapılsa, Osmanlı’nın göz kamaştırıcı sefaleti ortaya çıkmaz mı?
Cumhuriyet’e karşı Osmanlı mavrası 1980’lerde başladı. Daha önce, Osmanlı düzenini Marksizm’e ve Cumhuriyet’e karşı çıkaran “Devlet Ana” yazarı Kemal Tahir ve “Türkiye’de sağ soldadır, sol da sağda!” buyurarak bütün ekonomi ve siyaset bilim kuramlarını altüst(!) eden İdris Küçükömer de vardı ama bunları öne sürmek için belli bir bilgi birikimi gerekirdi. Şimdi “liberal” alay sancağı altında nam salan zevatın büyük bir bölümü, sırasıyla Marksist, Maocu, Filistinci, Humeynici olmuşlar ve o yıllarda Neo Osmanlıcılığa geçmişlerdi. Bunun üzerine “The New Otoman Co.” başlıklı bir yazı yazmış, Gösteri Dergisi’nin Mart 1993 sayısında yayınlamıştım. Söz konusu yazı, şimdi, “Mahşerin Üç Kitabı”nda (Doğan Kitap, s. 170) okunabilir.
Amaçları, Osmanlı dönemini güllük gülistanlık göstermek ve Cumhuriyet cehennemi(!) ile yüzleşmek idi. Ben de istediklerini yapmış, kendilerini Osmanlı düzeni ile yüzleştirmiş idim.
HALK AÇLIKTAN OT YEDİ
Osmanlı dönemi bir cennet mi yoksa cehennem miydi? Osmanlı devleti toplumu, düzeni, kurum ve kuruluşları ile çağının çağdaşı mıydı? Osmanlı saltanatı döneminde, ikinci anayurt olan Anadolu ne durumda idi? Bu konuda, benim bildiğim, doğru dürüst el kitabı çok az. Olanlar da okunmuyor. Millet, Muhteşem Süleyman ve öteki sultanların aşklarına meraklı. Bu nedenle, biri çıkıp Kanuni’nin muhteşem döneminde halkın açlıktan ot yediğini yazdığı zaman, öfkeleniyorlar.
Millet artık turizme merak sardı. Paris’e, Venedik’e, Bruges’e, Viyana’ya, Prag’a, Krakov’a, Varşova’ya gidiyor. Gittikleri yerlerde 13-14-15. yüzyıllardan kalma halk mahalleleri görüyorlar. Çok daha küçük kent ve kasabalara gitseler, belli bir kent anlayışına göre yapılmış mahalleler de görürler. Anadolu’nun hangi kentinde ve kasabasında bu yüzyıllardan kalma mahalleler var? Bunun cevabını Çetin Yetkin’in üç ciltlik iktidara karşı “Türk Direniş ve Devrimleri” (Otopsi Yayınları) adlı yapıtında bulabilirsiniz. Kitaplar elbette kentçilik ve mimari üzerine değil. Anadolu halkı neden kentler kuramamış, sivil mimari yaratamamış, bunun siyasal, ekonomik ve toplumsal nedenleri üzerine. Çünkü Türk, Osmanlı’ya durmadan isyan etmek zorunda kalmış, yaptığı evi de Osmanlı yakıp yıkmış!
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2011
“TARİHİMİZLE yüzleşmek!”, Cumhuriyet Dönemi ile Ermeni Soykırımı iddialarına indirgenmiştir. Cumhuriyet’in çanına ot tıkasalar, Ermeni Soykırımı iddialarını kabul ettirebilseler, ellerini yıkayıp bir kenara çekilecekler. “Anadolu” gerçekliğinden yola çıkarak Osmanlı tarihi ile yüzleşmek kimsenin aklına gelmez. Osmanlı ile yüzleşmek adeta yasaklanmış gibidir. Sen Cumhuriyet’i kötüle, gerisine karışma!
Bereket versin, arada bir Osmanlı aşkları depreşip ortalığı velveleye veriyorlar. Benim gibi iflah olmaz Osmanlı muhaliflerini tahrik ediyorlar ve Pandora’nın kutusu açılıyor.
TÜRKLÜĞÜ İNKÂR ETMİŞLER
Haçlı Seferleri’nden (1095-1270) itibaren Frenkler Anadolu’ya Türkiya (Turchia) adını vermişler. Muhtemelen, aynı toprağa “El Turkiya” adını veren Araplardan öğrenmiş olmalılar.
Osmanlılara gelince: “Diyar-ı Rum” yani “Roma memleketi” adını vermişler. Padişaha da “Sultan-ı Diyar-ı Rum” demişler. Neden? “Türk” ya da “Türkiye” sözcüğü batıyor mu?
Frenkler ve Araplar Anadolu’ya “Türkili”, “Türkeli” adını vermişler ama Oğuz Türklerinin Kayı boyundan gelen Osmanlı ailesi, obanın kurduğu devlete kendi adını vererek Türklüğünü inkâr etmiş, ediyor. Bu nasıl bir nefret, nasıl bir aşağılık duygusu?
Oysa Fransa’yı kuranlar devletlerine “Bourbon Devleti”, Prusya-Almanya devletini kuran hanedan “Hohenzollern Devleti” adını vermemiş. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu da Habsburg ailesi kurmuştu. Aynı şey bütün Avrupa için geçerli. Ama nedense, Türkler devlet kuruyor, kurdukları devletlerin adı Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı oluyor.
Yozlaşma Türklerin hor ve küçük görülmesiyle başlıyor:
OSMANLI İLE YÜZLEŞİN
Osmanlı, Naima Tarihi’nde Türk halkını şu sıfatlarla nitelendirir: “Nadan Türk” (Cahil, kaba Türk); “Etrak-ı bi-idrak” (İdraksiz/kafasız Türkler); “Türk-ü bed-lika” (Çirkin suratlı Türk); “Çoban köpeği şeklinde bir Türk”, “Hilekâr Türk”. Ayrıca, “Türk ne bilir bayramı lıklık içer ayranı!” gibi özlü deyişi(!) de anımsayalım.
Kökenlerine çok daha yakın olması gereken Selçuklular da aynı tutum içindedir. Örneğin, Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, Sultan’a sunduğu kitabında şöyle der: “Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetle gelirse kaçarlar.” (Çetin Yetkin, “Türk Direniş ve Devrimleri”, Otopsi Yayınları, s. 18-19)
Osmanlı ile gerçekten yüzleşmek isteyenler, adını verdiğim kitabı lütfen okusunlar.
TÜRK DE OSMANLI’YI SEVMEZ
Yönetim ve toplumdan dışlanan, sömürülen, ezilen, horlanan ve hatta soykırıma uğrayan Türk ise Osmanlı’yı şöyle yanıtlamıştır: “Şalvarı şaltak Osmanlı/Eğeri kaltak Osmanlı/Ekende yok, biçende yok/Yemede ortak Osmanlı!”
Osmanlı, Türk’ten nefret eder! Türk, Osmanlı’dan korkar ve onu sevmez! Cumhuriyet, “Türklük” kavramını öne çıkardığı için emperyalistler ve Osmanlı kuyrukları tarafından sevilmez. Konuya yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2011
İÇKİNİN fazlası sağlığa zararlıdır ama onun her kötülüğün anası olduğuna inanmam. Kötülükler sıralamasında ortalarda yer alır. Yani birinci ligde oynamaz! Laik bir toplumda, yasaların ve yasakların gerekçesini dine dayandırmak son derece tehlikelidir. Çünkü bütün dinlerin birçok ilkesi birbiriyle çelişir. Örneğin, Kuran’ın içkiyi yasakladığı söyleniyor ki doğrudur. Ama Nahl (14) Suresi’nin 69. ayeti de var: “Hurmalıkların ve üzümlerin meyvalarından hem sarhoş edecek bir içecek çıkarırsınız, hem de güzel bir rızık. Herhalde bunda aklı olan bir toplum için, kesinlikle bir âyet, bir işaret var!” diyor. İsteyen istediği gibi yorumlar!
KİTAPLARA BAKMAK YETER
Osmanlı zamanında halk da saray da içki içmekteydi. Yasaklara karşın içmekteydi. Padişahların, sadrazamların, vezirlerin içeni de vardı içmeyeni de. Bunun böyle olduğunu anlamak için birkaç kitap karıştırmak yeter de artar bile. Ben de öyle yaptım. Kitaplığımdan üç kitap bulup çıkardım. Bunlardan birincisi “Muhteşem Süleyman” döneminde yaşayan Gelibolulu Mustafa Âli’nin (1541-1600) “Ziyafet Sofraları” (Mevâidü’n-nefâis fî kavâidrl mecâlis) adlı kitabının meyhaneleri anlatan 73. bölümü.
Mustafa Âli meyhaneler için “İki zümreye mahsus içip eğlenme yerleri ve içki içenlerin toplanıp oturdukları yerlerdir” tanımını yapıyor. Ve bir ara sözü Kuran’ın İnsân Suresi’nin 21. ayetine (“Rableri onlara tertemiz bir şarap sunmaktadır”) getiriyor.
“Ziyafet Sofraları” balon patlatan, yalan bozan müthiş bir kitaptır.
KEYKÂVUS’UN KABUSNÂME’Sİ
İlyasoğlu Mercimek Ahmed’in, Keykâvus’un Farsça kitabından çevirdiği “Kabusnâme”yi duydunuz mu? Keykâvus kitabını 1082 yılında kaleme almış. Kabusnâme, Siyâsetnâme türüne girer. Bu kitaplar devlet yönetimi üzerine olup yöneticilere yöntem öğretmeyi amaçlar. Mercimek Ahmed, kitabı II. Murad’ın buyruğu üzerine 1431-1432 yıllarında Türkçeye çevirmiş. Kabusnâme’nin 11. bölümü “Şarap İçmenin Terbiyesini ve Yolunu Bildirir” başlığını taşımaktadır. Kitapta şöyle bir cümle vardır: “Şarap sohbetinden kalkınca öyle kalk ki iki-üç kadeh daha içmeye mecalin olsun.”
NİZAMÜLMÜLK’TEN ŞARAP
Geldik en önemli kitaba, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün (1018-1092) Siyasetnâme (Siyeru’l-mülk)’sine. Nizamülmülk Büyük Selçuklu devletini muktedir vezir olarak 1064-1092 yılları arasında yönetmiştir. Sıradan bir adam değildir. Kurduğu düzen Selçuklu devletlerini yapılandırmış ve bu yapılar Osmanlı’ya miras kalmıştır.
Nizamülmülk, kitabının 30. faslını “Şarap meclisi kurulması ve şartları”na ayırmış. Şöyle diyor: “Padişah sarayından evlerine yiyecek, çerez ve şarap götürmeleri, evlerinden saraya getirmeleri hiçbir zaman hoş karşılanmamıştır. Çünkü Sultan dünyanın kethüdası sayıldığından, insanlar onun aile efradı ve kullarıdır. Aile fertlerinden birinin efendiye ekmek parçası, şarap ve yiyecek getirmesi vacip değildir. Biri şarap getirirse, padişahın şarapdarı ona şarap vermez. İyi veya kötü şarap getirdiği için onu döverse bu özür ortadan kalkar.”
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2011
“İMAM-doktor, imam-mühendis, imam-öğretmen, imam-yargıç, imam-polis, imam-emniyet müdürü, imam-kaymakam, imam-vali” deyişlerini ilk kez Varlık Dergisi’nin Mayıs 1994 sayısında yayınlanan “Pathameta mathemata! Evet, acı deneyimler öğreticidir!” adlı yazımda kullanmıştım. Bu deyiş Türkiye’de ilk kez tarafımdan kullanılıyordu. Adı geçen yazı önce “Tarih Bağışlamaz” (Varlık Yayınları, 1994)) adlı kitabımda, daha sonra “Yazmasam Olmazdı” (Doğan Kitap, 2004) adlı birleşik kitabımda yer aldı (s. 183)
Daha sonraki yıllarda o kadar çok ve inatla kullandım ki artık gündelik dilimize girdi. 19 Ocak 2011 tarihli birçok gazete gibi BirGün Gazetesi de “İmam polisler geliyor” diye bir başlık atmış.
* * *
Bundan 17 yıl önce, bugünleri görmüşüm. Bulup da “Yazmasam Olmazdı” ve “Mahşerin Üç Kitabı” (Doğan Kitap, 2005) adlı kitaplarımı okuyabilseniz!.. Yazdığım, öngördüğüm bütün fesatlar birer birer (ne yazık ki) gerçekleşti.
1961 yılında kurulan Adalet Partisi’nin siyaset sahnesine adım atmasından ve 1964-1965 yıllarında iktidara gelmesinden bu yana ülkenin İslamcı, muhafazakâr, milliyetçi bütün siyasal partileri ile 12 Mart ve 12 Eylül askeri rejimleri imam hatip okullarına ve mezunlarına imtiyazlı bir konum sağlamak için ellerinden geleni yaptılar.
25 Kasım 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kurulan ve tek görevi imam ve din görevlisi yetiştirmek olan imam hatip okullarını, amacı üniversiteye öğrenci hazırlamak olan genel liselere rakip hale getirmek için her türlü kanunsuzluğu denediler ve yaptılar.
Anayasa’nın 174. maddesinin koruyucu kanatları altında olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na aykırı olarak imam hatip lisesi mezunlarını genel lise mezunlarına eşitlemek girişiminde bulundular. Engellenmeleri durumunda ortalığı velveleye verdiler.
* * *
Yasal olarak mümkün olsa, bütün genel liseleri imam hatip okullarına, liselerine dönüştürmekten kesinlikle çekinmezler. Ama ne mutlu ki Tevhid-i Tedrisat Kanunu Anayasa’nın koruması altında bir tür değişmezlik kazanmış durumda. Bu nedenle türlü desiselerden yararlanarak imam hatip mezunlarını bütün sivil mesleklerde egemen unsur haline getirmek için dolap çeviriyorlar.
AKP Grup Başkanvekilleri Bekir Bozdağ ve Mustafa Elitaş ile milletvekili Veysi Kaynak, imam hatip mezunlarının polis olmalarını sağlayacak bir yasa önerisi yapmışlar. Bir yıl önce olsaydı çıkacak yasanın Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilebileceğini söyleyebilirdim. Artık söylemem mümkün değil. Bu yasa çıkarsa diktatorya, polis günücü de kurmuş olacak.
Durum bu iken, ülkemizin büyük alimlerinden (!) Prof. Dr. Mehmet Altan, 19 Ocak günü, NTV’de, Ruşen Çakır’ın programında müthiş bir itirafta bulundu. Meğer bu muhterem, Özal’ın devr-i saadetinde, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kaldırılması gerektiğini savunmuş. Yani şimdi de savunmakta! Kimi ham demokrat da, Tevhid-i Tedrisat’ı savunmanın statükoculuk olduğunu ileri sürüyor. Bilmiyorlar ki o yasa bir sürekli devrimin yasasıdır!
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2011
MAŞALLAH ve nazar değmez inşallah! Diyanet İşleri Başkanlığı tıpkı emme basma tulumba gibi çalışıyor. Bir yandan personel alıp, belli bir ideolojik programa göre, başka yerlere başarıyla dağıtım yapıyor. Ben de her yıl, okumakta olduğunuz türünden en az bir yazı yazmak zorunda kalıyorum. Her yıl bir muhalefet milletvekili, bu genellikle CHP’li olur, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan sorumlu devlet bakanına bir soru önergesi verir ve o yıl ya da belli bir süre içinde, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan kaç personelin (imamın) öteki devlet kurumlarına geçiş yaptığını sorar. İmam hatip lisesi ve ilahiyat fakültesi mezunları bazı görevler için açılan sınavlara kural gereği giremedikleri için amaçlarına, emellerine Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden kavuşurlar. Belli sayıda bir birlik başka yerlere gider, onların yerine de kısa bir süre başka yere gitmek üzere başkaları gelir. Aslına bakarsanız gittikleri yerlerde kendilerine gereksinim yoktur. Oysa bu kadrolara atanma bekleyen uygun nitelikli binlerce genç insan vardır.
EĞİTİME İMAM TRANSFERLERİ
Cumhuriyet Gazetesi’nin (11.01.11) yazdığına göre: Gene bir CHP milletvekili, Ali Rıza Ertemür (Denizli) aynı soruyu sormuş. Soruyu bakan adına Diyanet İşleri’nin yeni başkanı yanıtlamış. Buna göre 2009 yılında, açıktan alım yoluyla 1700 kadrolu, 110 sözleşmeli olmak üzere toplam 1.880 personel işe alınmış. Bu sayı, 2010 yılında 2.162’si kadrolu, 686’sı sözleşmeli olmak üzere 2.648 kişi. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev alan imamlar yerlerinde rahat durmuyorlar, gözleri hep dışarıda. 1 Ocak 2002 ile 24 Kasım 2010 tarihleri arasında, başkanlık personelinden 14 bin 941’i başka kurumlara atanmak istemiş. Başkanlık 2 bin 947 personelin geçiş yapmasına izin vermiş. Bu bağlamda, sekiz yılda, Milli Eğitim Bakanlığı’na 1076 imam transfer olmuş. İzin verseler en azından 12 bin imam MEB’e geçerdi diyeceğim ama bu kadarı da ayıp olur, göze batar diye çekinmiş olmalılar.
İkinci sıra 395 kişi ile İçişleri Bakanlığı’nda. Sağlık Bakanlığı 340 kişi ile ikinci, 230 kişi ile Bayındırlık ve İskân Bakanlığı üçüncü. Sonra sırada belediyeler ve üniversiteler var.
AMAÇ CUMHURİYETİ ÇÖKERTMEK
Bunun anlamı ne? Larvalar koza dönemini Diyanet İşleri Başkanlığı’nda geçirip kelebek olup başka yerlere mi uçuyorlar?
Bu transferler başta Milli Eğitim olmak üzere devlet kurumlarını İslamileştirmeyi amaçlamaktadır. Polis teşkilatının Fethullah cemaatinin eline geçtiği yıllardır söylenip iddia ediliyor. Milli Eğitim’e her yıl imam akını oluyor. Bununla yetinilmiyor, İlahiyat Fakülteleri’nde okuyan öğrencilere bir abrakadabra ile pedagoji sertifikası veren programlar kotarılıyor. Tevhid-i Tedrisat iğdiş edilerek “Milli” eğitim “İslami” eğitime dönüştürülüyor.
Amaç laik cumhuriyeti yavaş yavaş çökertmek!
Oysa Cumhuriyet, imam hatip okul ve liselerini, ilahiyat fakültelerini aydın ve çağdaş imamlar, din adamları yetiştirmek için kurmuştu. Büyük bir olasılıkla aydın, çağdaş ve bilimci rahipler düşünülerek örnek alınmıştı. Ama program ters tepti: Bizim imamlar vali, kaymakam, laik okullara öğretmen oldu; matematik, fizik, kimya, biyolojiyi ve beden eğitimini İslamileştirdi. İslam ülkelerinin neden gelişmediğini soranlara lütfen bu yazımı okutun!
Yazının Devamını Oku