19 Aralık 2008
GENÇ dostum, "Öfkeli" Ali Erten’i çok severim. Benim gençliğime benzer: Zücaciye dükkánına fil gibi girer. Belki de zihinsel ve inançsal zücaciye dükkánlarının yerle bir edilmesi gerektiğinden. Ben de öyle düşündüğüm için, bana geçenlerde gönderdiği e-posta mesajının bir bölümünü yayınlıyorum. Birlikte okuyalım:
* * *
"Senin hoşgörü üzerine yazdığın yazı bende çağrışımlar yarattı. Adamın biri bir laf atıyor ortaya ve bunu mutlak doğruymuş gibi söylüyor, bilen bilmeyen de bunu doğruymuş gibi kabul ediyor ve bu saçmalık argümanlarda temel oluşturmaya başlıyor. Sen hoşgörü konusunda bu olayı çok güzel açıklamışsın?"
Ne demiştim ben? "Hoşgörü ortaçağa, feodalizme, derebeyliğe özgü bir olgudur, tavırdır. Erdem demiyorum özellikle! Hoş gören, her an hoş görmekten vazgeçebilir. Özgürlük, bağımsızlık, insan hakları, ücretli emek haktır. Hoşgörü konusu olamaz!" demiştim.
* * *
Ali Erten yazmayı sürdürüyor: "Bir de şu ’eleştiri yapıcı olmalı’ tekerlemesi var. Şimdi düşünelim, eleştiriyi yapıcı kılan nedir? Bence eleştirinin muhatabının onu algılayabilme kapasitesidir. Ben eleştiriyi, doğru bulmadığım şeyi yıkmak için yaparım. Eğer bu eleştiriyi yaptığım kişi ya da kurum ben-merkezci değilse bu eleştiriyi değerlendirir, ikna olursa yanlışını düzeltir. İşte eleştiri o andan itibaren yapıcı nitelik kazanır."
"Muhalefet yıkmak için eleştiri yapar, onun yapıcılığı programındadır. Şimdi ne diyorlar? ’Türkiye’de solun projesi yok.’ Şimdi buna bakalım: ’Sol’ kim? Bu da palavra, işkembeden ortaya atılmış bir laf, şimdi ben sana soruyorum: Sosyalizmden daha büyük bir proje olabilir mi? Laik Cumhuriyet’i korumak, bunu yaparak demokrasiyi güçlendirmek projelerin en büyüğü değil mi?"
Ali’nin yaşı uygun değil ama dinozorca düşünüyor. Gerçekten de "yapıcı eleştiri" ne demek? Ciddi planda hiçbir karşılığı yok. Bazı aklı başında ekonomistler, yapıcı olmak için, Başbakan’a kriz-önlem paketi hazırlamasını söylüyorlar, ama o kös dinliyor. Böyle bir durumda, "Küresel krizin dünyası kasıp kavurduğu bir zamanda ’inşallah-maşallah’ edebiyatı yapmak ülkeye ihanet etmekten başka bir şey midir?" demekten daha yapıcı bir eleştiri olabilir mi? Vallahi de billahi de olamaz!
* * *
Ali Erten söylenmeyi sürdürüyor: "Başka bir tekerleme de şu: ’Görüşlerine saygılıyım!’ Hayır efendim saygılı değilim. Benim görüşümle uyuşuyorsa saygı duyarım. Eğer saygı duyulacak bir görüş ise, ben niye o görüşte değilim? Kişiye saygı duymak başka bir şey, karşı görüşe saygı duymak başka bir şey. Ülkeyi dini kurallara göre yönetmek isteyenlere saygı duymam, faşiste saygı duymam, tecavüzcüye saygı duymam, empati yapmam, vs... Peki ben faşist miyim? Hayır! Ben inandığım, doğru bulduğum görüşleri sonuna kadar savunurum, karşıt görüşü de sabırla dinlerim ve tartışılmasını savunurum. O kadar!"
* * *
Ali Erten’in söylenmeleri burada bitmiyor, birkaç sayfa daha sürüyor. Ali Erten haklı. Atasözlerinin, özlü ve güya bilgece sözlerin çoğu bizleri oyuna getirmeyi amaçlıyor.
Ama ben "Abdestsiz Hacı Emin’e namaz mı dayanır?" diyen Ilgın atasözünü beğenirim.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2008
DUYDUĞUNUZU sanmıyorum: Mersin Kenti Edebiyat Ödülü, yarın, 18 Aralık Perşembe günü Tahsin Yücel’e veriliyor. Tören Mersin’de! "Duyduğunuzu sanmıyorum" diye bile bile yazdım. İronik ve sarakalı! Çünkü ödül sekreterliğinden Anadolu Ajansı’na ve ulusal basına bilgi verilmesine karşın Hürriyet Gazetesi dışında (o da benim torpilimle) ödül konusunda herhangi bir haber yer almadı.
Yer almadı, çünkü Mersin Kenti Edebiyat Ödülü ciddi bir ödül; Mersin Ticaret ve Sanayi Odası’nın maddi desteği (10 bin YTL) ile, bölge yazarlarından oluşan bir seçici kurul tarafından veriliyor. Özet olarak: İstanbul Dükalığı’nın(!) hiçbir etkisi yok ve olamaz.
Olamadığı, olamayacağı için de ödül geçen yıl gerçekten büyük Nezihe Meriç’e, bu yıl da gerçekten büyük Tahsin Yücel’e verildi.
Mersin kenti bir gerçek ödülü gerçek yazarlara veriyor. Ne mutlu Mersin’e!
VARLIK DERGİSİ
Tahsin Yücel (17 Şubat 1933) benden 3 yıl, 6 ay, 15 gün daha büyük. Ama edebiyatla ciddi olarak ilgilenmeye başladığım 50’li yılların başında bana benden otuz yaş daha büyükmüş gibi gelirdi. Nasıl gelmesin, her ay Varlık Dergisi okuyordum, her ay karşıma öykücü olarak, deneme yazarı olarak, çevirmen olarak Tahsin Yücel çıkıyordu.
Tahsin Yücel, Varlık Yayınları ile dergisinin sahibi ve yöneticisi Yaşar Nabi Nayır’ın sağ koluydu o zaman. Varlık Dergisi o yıllar bizim kuşak tarafından beğenilmezdi: Biz devrimciydik, onlar tutucu idi! Ama ne olursa olsun kıskanırdım Tahsin Yücel’i. Ama ne zaman ki bir hanedan sarayında değil de o zamanlar daha "Kahraman" olmamış Maraş’ın Elbistan ilçesinde doğduğunu öğrendim, bağışladım onu, kıskançlığım sönüp gitti.
120’Yİ AŞAN KİTAP
1955 yılında ve 22 yaşında "Haney Yaşamalı" adlı üst düzey bir öykü kitabı yayınlamak ve bu kitapla 23 yaşında 1956 Yılı Sait Faik Ödülü’nü almak dışında herhangi bir skandala(!) karışmadı adı. Radyolara, televizyonlara çıkmadı; basına "karı-kız" hakkında, aşkları hakkında demeç vermedi. Kısacası ilginç bir insan olamadı. Klasik medya aklı tarafından küçümsenen(!) mazbut bir yazar, mazbut bir bilim adamı oldu. Tam anlamıyla bir dekatloncu ve maratoncu: Bilim adamı; Fransızca yazdığı dil kitapları yurtdışında yayınlanan dünya çapında bir dilbilimci, göstergebilimci; dünya ölçeğinde bir öykücü, romancı ve denemeci; eleştirmen ve çevirmen... Ve İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde binlerce öğrenci yetiştirmiş bir "Prof. Dr." öğretim üyesi. Şimdi emekli!
Sayısı çoktan 120’yi aşmış kitap yayını...
BİR MİZAH HARMANI
Size kuşkusuz "L’Imaginaire de Bernanos" ya da "Figures et Messages dans la Comédie humaine" adlı Fransızca incelemelerini ne yapıp-edip okumanızı önermeyeceğim; "Anlatı Yerlemleri" ya da "Yapısalcılık"ın adresleri başka yerlerde...
Ama "Peygamberin Son Beş Günü; Bıyık Söylencesi; Yalan; Gökdelen; Aykırı Öyküler" ve ötekiler var. Türk edebiyatında benzeri olmayan bir ironi ve mizah harmanı! Ama çaktırmadan, parmaklarını gözümüze sokmadan! "Yüz ve Söz" ve "Salaklık Üstüne Deneme" ve öteki deneme ve makaleleri var. Var ki var, var oğlu var!
Tahsin Yücel ve yapıtı bir serap değil bir gerçek!
Bir Rabelais!
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2008
BELKİ inanmayacaksınız ama "sadaka ekonomisi" deyişinin patenti ekonomistlere değil bana ait. Gerçi basında "mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi" hesabı yapılmıyor, referans ve göndermeler pek dikkate alınmıyor ama izin verirseniz, gazete yazıcılığı hayatımda bir kez biraz kasılayım. SİGORTA İSYANI!
Hürriyet Gazetesi Ekonomi Servisi Müdürü Vahap Munyar’a aşağıdaki haber metni dolayısıyla şükran duymam gerekiyor, ki şükran duyuyorum. Yıllardır ileri sürdüğüm bir öngörüyü belge ile kanıtladığı için kendisine teşekkür ederim. Vahap Munyar’ı birlikte okuyalım (Hürriyet, 05.12.08):
"Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) çatısı altındaki Anadolu’daki odalardan birinin başkanı, fabrikasına geçici işçiler aldı. Aldığı işçiler geçici de olsa onlardan evraklarını istedi. Kısa sürede sigortalarını yaptırdı. Bir süre sonra geçici işçiler, fabrika sahibinin kapısına dayandı:
- Patron bizi neden sigortalı yaptın?
- Yanlış bir durum mu var?
- Bizi sigortalı yaptın, ekmeğimizi elimizden aldın.
- Nasıl yani?
- Elimizde yeşil kart vardı. Ayrıca kömürümüz, gıdamız bedava geliyordu. ’Yoksul maaşı’ bile aldığımız oluyordu. Sen bizi sigortalı yaptın, hepsi elimizden gitti.
- Ama bakın asgari de olsa artık bir maaşınız var, ayrıca Sosyal Sigorta güvenceniz var?
- Biz anlamayız, derhal kadrodan çıkmak istiyoruz?"
TARİKATÇI PATRON
Bu öyküde benim ürettiğim prototipe uygun olmayan bir nokta var: Ben, Orta Anadolu KOBİ’lerinde ya da Anadolu Kaplanları’nın KOBİ’lerinde işçilerin sendikalaşmasına, sigortalanmasına tarikatçı patronun engel olduğunu düşünürüm. Bu öykünün patronu, benim öyküye ters düşüyor. Ama bu patronun bir istisna olduğunu kabul ediyorum.
TOBB kent başkanının işyerinde çalışan insanlar emek, sendika ve sigorta kavramlarından habersiz oldukları için emekçi sayılmazlar. Kendilerini emekçi gibi hissetmedikleri için de işçi sınıfı bilincinden yoksunlar. Türkiye’de emeğiyle geçinen kitlelerin büyük bir çoğunluğu, sigortalı olmak istemeyen bu ádemlerden farksız durumda bulunuyorlar. Bu insanlar için emeğin kutsallığından söz etmek küfür gibi bir şey. Önemli olan emeğinin eksiksiz karşılığını almak olmadığı için, emek referanslı programı olan partilere siyasal yakınlık duymaları da olanaksız.
SINIFSIZ İNSANLAR
Bir burjuva kendini nasıl işçi gibi hissedemez ise işçi de kendini burjuva gibi hissedemez. Bu sınıfsız ve köksüz insanlar, sendikanın koruması olmaksızın, sigortasız ve iş güvencesiz çalışmaya razılar. Yeter ki iktidardaki partinin ve belediyenin dağıttığı sadakalar, avantalar, rüşvetler kesilmesin. Böyle bir durum Türkiye için askeri darbelerden de tehlikeli. Sol partilerin emekten yana program yapmaları, halkın çıkarlarını yasal ortamda savunmaları da boşuna. Emeklerinden başka sermayesi olmayanlar, sosyal demokrasi ve sosyal devlet istemiyorlar. Rejimin adı ne olursa olsun sadaka, avanta ve rüşvet istiyorlar!
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2008
YAZININ adına bakıp İstanbul güzellemesi yapacağımı sanmayın. İstanbul’un eskisini de yenisini de sevmem. Seven sevsin! Birkaç gün önce bir arkadaşla Osmanlı döneminden ve televizyonlarda yapılan Osmanlı övgülerinin ölçüsüzlüğünden söz ediyorduk. Arkadaşım konuşurken, ben, bir yandan Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in "Bir Zamanlar İstanbul" (Tercüman, 1001 Temel Eser) adlı kitabını düşünüyordum.
* * *
Osmanlı dönemi nostaljisinin, o dönemin abartılı övgüsünün pek de masum olmadığını düşünüyorum. Düşünelim ki, o dönemin eğitim sisteminden, o dönemin üretim sisteminden kesinlikle söz edilmiyor. Buna karşılık, tutulan türlü çeşitli sicillerin sağlamlığı ballandıra ballandıra anlatılıyor. Ama kaç kütüphane, kaç müze, kaç fabrika vardı hiç söz edilmiyor.
Bir zamanlar sosyalist düzenler kurulurken "geleceğin geçmişin tuğlalarıyla inşa edileceği"nden söz edilirdi. Bu, kapitalist düzenin kazanımlarının mutlaka kullanılacağı anlamına geliyordu.
Benimki de o hesap, Osmanlı’nın hazırladığı tuğlalardan kuşkusuz ve mutlaka yararlanılacak. Ama matematik, fizik, kimya, mimari, sanayi, tarım ve tarımsal sanayi konularında bize neler bıraktı? Osmanlı uygarlığı birkaç camiden, birkaç köprüden, divan şiirinden, Dede Efendi müziğinden ibaret olmamalı elbette. Ama "ibaret"miş gibi görünüyor.
* * *
Ali Rıza Bey’in "Bir Zamanlar İstanbul"u, 1922 yılında Peyam-ı Sabah ve Alemdar gazetelerinde eski harflerle "Onüçüncü Asrı Hicride İstanbul Hayatı" adıyla yayınlanmış ve kitap haline getirilmemişti. Yazıları Niyazi Ahmet Banoğlu derleyip kitaplaştırmış. Kitaptan bir bölümü birlikte okuyalım:
"Devletler arası anlaşmalarda murahhaslarımız cahil oldukları ve bu yüzden zararlara uğradığımız tarihlerde yazılıdır. // Rusların Akdeniz’e donanma göndereceklerine dair Fransızlar tarafından verilen haber üzerine, Baltık Denizi’nden donanmanın gelebileceğine akıl erdiremeyen devlet erkánı Rus donanması uçup mu Akdeniz’e gelecek diye inanmamışlar, Çeşme limanında Osmanlı donanmasının yakılmasından sonra akılları başlarına gelerek hayret etmişlerdi." (S.20)
Bu olay 6-7 Temmuz 1770 tarihinde oldu ve Osmanlı donanması, Rus donanması tarafından yok edildi. Demek ki Osmanlı 1770 yılında Rus donanmasının Cebelitarık Boğazı’ndan geçerek Akdeniz’e gelebileceğini bilmiyormuş. Tarihçiler bu olaydan ve nedenlerinden hiç söz etmiyorlar.
* * *
"1826 muharebesi yenilgisinden sonra Edirne’ye gönderilen murahhaslarımıza Rusya murahhaslarının harita üzerinde gösterdikleri yerleri bizimkilerin tayin edememeleri ve meselenin Bab-ı Alice hal edilememesi üzerine Fransa ile Avusturya elçilerine başvurulmuş, bu murahhasların tazminat konusunda ileri sürdükleri bir milyonu, bir yük, yani yüzbin sanarak kabul etmişler, aradaki korkunç farkı anladıkları zaman da şaşırmışlardı. // Politikamızı idare edenler, memleketimizin hududunu bilmezlerdi." (S.20-21)
Rica etsek, modern müverrihin (tarihçiler) biraz da bunları hikáye etse olmaz mı?
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2008
12-19 Aralık 2008 günleri aralığı "Yoksullarla Dayanışma Haftası" imiş. Haftanın adını beğenmedim. Yoksullarla hangi konuda dayanışma yapacağız? Yoksullukta mı?
Amaç yoksulları yoksulluktan kurtarmak ise haftanın değil eylemin adının "Yoksulluğu Yok Etme Savaşımı" olmalı! Yoksulluk sürerken yoksullar ortadan kalkmaz!
SADAKA İLE DEĞİL
Laf geldi gene hakka, adalete, toplumsal adalete, gelir dağılımı adaletine dayandı! Bunlar olmadan, yoksulluk ve yoksullar nasıl ortadan kalkacak?
Kuşkusuz fitre, zekát ve sosyete kermesleri sayesinde değil, yeni iş alanlarının açılması ve işsizliğin ortadan kalkmasıyla, sanayileşmeyle, tarımın gelişmesi ve bu gelişmeye bağlı olarak tarımsal sanayinin kurulmasıyla... Özel girişimin üretim alanlarına rasyonel yatırım yapmasıyla...
Milli gelirin artmasıyla, milli gelirin hakça paylaşımıyla yoksulluk azaltılabilir.
Fitre, zekát, merhamet ve sadaka ile değil, "hak" anlayışının ete kemiğe bürünmesiyle...
DEVRİMLER GEREK
Bu kolay değil! Anayasa’nın sosyal hukuk devletinin, toplumun bütün katmanlarında yandaş bulması ve saygı görmesi gerekiyor.
O halde köklü bir siyasal reform, dahası, köklü yapısal devrimler gerekiyor.
TBMM’nin yapısının, siyasal partilerin yapısının değişmesi gerekiyor. Bu nasıl olacak?
Bugünkü Anayasa ve yasalarla bu değişim ve dönüşümün gerçekleşmesi olanaksız.
Ama bu arada, neo-liberalizmin ve dizginsiz kapitalizmin her derde deva olduğunu ileri süren dogmatizmin aşılması gerekiyor. Köpeksiz köye köpek gerekiyor!
Dizginsiz kapitalizm ve neo-liberalizm sayesinde ülke belki zenginleşip, kalkınıp sınıf atlayabilir (o da kesin değil) ama yoksulluk ortadan kalkmadığı gibi azalmaz da...
SENDİKAL HAKLAR
Türkiye’yi konuşalım: Türkiye yoksulluk düşmanı, insancıl ve toplumcu bir Anayasa yapmadan yoksullarla dayanışma yapamaz.
İnsancıl ve gerçekten demokratik bir Siyasal Partiler Yasası’na sahip olmadan yoksullardan yana olunamaz. Yoksuldan yana olmadan onunla nasıl dayanışma yapılacak?
Seçim Yasası adil ve demokratik olmalı ki adil, demokrat, hukuk ve adalete saygılı, yoksuldan yana insanlar TBMM’de halkı özgürce temsil edebilsinler; halk yararına yasama yapabilsinler.
Çalışma hayatı, sendikal haklar yeniden düzenlenmeli ki çalışanlar, emekçiler haklarını özgürce koruyabilsinler.
250 MİLYAR DOLAR!
İflasın eşiğine gelmiş hoyrat kapitalizm, küresel sermayecilik ve neo-liberalizm egemenliğinde yoksullar ile dayanışma yapma olanağı yoktur. Sadece yoksulluk doğallaşır, yaygınlaşır.
Türkiye’nin 2008 cari (döviz) açığı 50 milyar doları aşacak. 1923-2003 arasındaki cari açık toplam 57 milyar dolarken 2003-2008 döneminde, beş yıl sonra 114 milyar dolar oldu. 2002 yılında (yani AKP’nin iktidara geldiği yıl) Türkiye’nin toplam dış borcu 130 milyar iken, 2008 yılında 250 milyar dolar oldu. Neredeyse yüzde yüz artmış!..
Böyle bir düzen yoksullarla dayanışma yapmaz, tam tersine, ayakta kalmak için, yoksulları daha da yoksullaştırır. İnsanlar hak arama onurlarını unutup sadakanın merhametine sığınır!
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2008
BEN atladım ama 3 Aralık 2008 günü "Dünya Engelliler Günü"ymüş. Arkadaşımız Emel Armutçu’nun editörlüğünde, Hürriyet Gazetesi çok anlamlı birkaç sayfa yayınladı. Yayınlanan sayfanın yazı işleri de engellilerden oluşuyor. Aynı gün, 3 Aralık günü, görme engelli bir tanıdığımdan bir e-posta mesajı aldım. Şöyle diyor:
"Size bu mail’i kendim ve diğer özürlü arkadaşlarım adına gönderiyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi biz özürlülere toplu taşıma hizmetlerinden ücretsiz yararlanabilmemiz için bazı imkanlar tanıdı; bizlere verdikleri özürlü kartı ile otobüs ve metro gibi toplu taşıma araçlarına ücretsiz olarak binebiliyoruz. // Ancak, kartlarımız özel halk otobüslerinde de geçerli olmasına rağmen duraklarda beklediğimizde bazı özel halk otobüsleri bizi almak için durma zahmetinde bile bulunmuyorlar. Özellikle 4.Levent-Tuzla (500 T) ile Pendik-Üsküdar (16 A) hatlarında bu sorunla çok fazla karşılaşıyoruz. // Bu konuda bize yardımcı olabilirseniz çok seviniriz."
Naime Hanım
Bana bu mesajı gönderen Naime Hanım İstanbul’un en önemli hastanelerinden birinin fizik tedavi bölümünde masöz (masaj elemanı) olarak çalışıyor. Bilgisayar kullanmayı biliyor. Yazılı basını, görme engelliler programından yararlanarak internetten sesli izliyor.
Temmuz ortalarından bu yana disk kayması ve bel fıtığı derdiyle uğraştığım için kendisiyle hastanede tanıştım. Derdime derman olmaya çalıştı. İşini çok iyi yapıyor.
Genel olarak insanların anlayışsızlığından şikayetçi. Örneğin "Kaşıkla nasıl yemek yiyorsun, ağzını nasıl buluyorsun?" diye soranlar varmış. Naime Hanım bu soruya şaşıyor ve "Nasıl yemek pişirdiğimi sormuyorlar" diyor.
Naime Hanım, 4. Levent-Tuzla, Pendik-Üsküdar hatlarını kullandığına göre, demek ki Anadolu tarafında oturuyor. Her çalışan emekçi gibi sabahları işe geliyor, akşamları evine dönüyor. Elinde bir görme engellisi sopasından başka bir şey yok. Kimseye yük olmak istemeyen bir bilinçli, özgür, bağımsız, sorumlu ve onurlu vatandaş olarak çalışıyor ve yaşamaya çalışıyor.
BİLİYOR MUSUNUZ?
3 Aralık tarihli Hürriyet Gazetesi’nin, engellilerle ilgili "Engel-Siz" sayfasında, "Bunları Biliyor musunuz?" başlığı altında engellilerin yararlandığı haklar yayınlanmış. Bunlardan biri de toplu taşıma araçlarıyla ilgili:
"Yüzde 40 ve üzeri engelli olanlar için İETT’den alınacak Beyaz Kart ile toplu taşıma araçlarında ücretsiz seyahat imkanı var. Refakatçi kartıyla engellinin yardımcısı da ücretsiz seyahat edebiliyor."
Buna göre bütün engellilerin bütün halk otobüslerine para vermeden binmeye hakları var. Hak söz konusu olduğuna göre bütün halk otobüsleri engelli vatandaşlarımızı duraklarda almak zorunda. Burada haklar ve zorunluluklar ilişkisi söz konusu.
Büyükşehir Belediyesi ile halk otobüslerinin yaptıkları sözleşmede engelli vatandaşlarla ilgili bir madde var mı acaba? Yoksa hemen konulmalı. Çünkü insan hakları üçüncü şahısların insaf ve merhametine bırakılmayacak kutsal haklardır.
Bu nedenle, Büyükşehir Belediyesi ve İETT yetkililerinin konuyla ilgilenmelerini bekliyorum.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2008
10 Aralık! Bugün "İnsan Hakları Günü". Polisin kafası attığı zaman insanları elindeki copla patakladığı, elindeki silahla öldürdüğü; birkaç zorbanın, yüzlerce insanın bulunduğu bir eğlence yerinde bir kadını saçlarından sürükleyerek kaçırdığı; Başbakan’ın kendisini ne olduğu belli olmayan bir davanın savcısı olarak ilan ettiği; onlarca insanın yargılanma hakkından yoksun bırakılarak mahpus damında tutulduğu; azınlık haklarının lütuf sanıldığı bir ülkede insan haklarından söz etmenin tuhaflığını biliyorum. İnsanın insan olduğu için doğuştan gelen, doğarak kazandığı haklar vardır. Bu hak sadece kendi köyünde, kendi kasabasında, kendi kentinde ve ülkesinde değil fakat dünyanın her yerinde geçerli olduğu için evrenseldir.
Bu satırlar insan haklarının felsefi ve etik temellerini ifade ediyor. Ancak bir hakkın hak olarak tanınması, alınması ya da verilmesi için felsefi ve etik planda tanınması yeterli değildir.
Bir de işin toplumsal temeli olmak gerekir. Dinsel dogmaları da arkasına almış bir köleci toplumda, bir feodal toplumda insan haklarından söz etmek olanaksızdır. Bu tür toplumlarda insan haklarından yararlanmak ancak monarkın, despotun sınırlı toleransına bağlıdır.
* * *
Hz. İsa "Varını yoğunu sat, yoksullara dağıt. Böylelikle göklerde varlığın olacaktır. Sonra ardım sıra gel." // "Parası bol kişilerin Tanrı hükümranlığına girmeleri ne denli güçtür. Devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin kişinin Tanrı hükümranlığına girmesinden daha kolaydır." (Luka İncili, 18/22-24) diye vaaz ediyor ama ruhban sınıfı insanları köleleştirmek ve sömürmek için soylu sınıfla işbirliği yapıyor. Bu da yetmiyormuş gibi Protestan ahlakı kapitalizmin kurallarını koyup geliştiriyor.
Bu nasıl iştir, demeyin! Çünkü aynı İncil kocaya ve efendiye yüzde yüz itaati buyurmaktadır.
"Çünkü erkek kadın için değil, fakat kadın erkek için yaratıldı." (I.Korintoslulara, 11-9)
Tanrı, tanrılar, peygamberler, dinler ve din adamları insan haklarını ne yazık ki sağlayamamıştır. İslam dini de sağlayamamıştır!
Bu nedenle İbni Haldun "Kamu, egemenin dinindendir!" demektedir. "Çünkü ’egemen’, elinin altındakileri ’yenmiş’ olandır. Halk ona uyar." (Mukaddime, 1. Onur Yayınları, s. 345) Tıpkı Roma’nın dediği gibi: "Cujus regio, ejus religio."
* * *
İnsanlık, insan haklarının tanınması için 24 Ağustos 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni beklemiştir. Bu da yetmemiştir! Yetmez, çünkü halklar üzerindeki toplu sömürü sona ermeden, bireysel çalışma ve emek hakkı güvence altına alınmadan insan hakları gerçekleşemez.
Bu da yetmemiştir. İnsanlık 10 Aralık 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile 4 Kasım 1950 tarihli İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ni beklemiştir. Türkiye Cumhuriyeti bu iki metnin altını imzalamıştır. Ayrıca bütün ek protokolleri de imzalamıştır. Ve Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmek için önündeki koşullardan en önemlisi bu iki metni vatandaşlarına eksiksiz uygulamak zorunda.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 23. maddesi şöyle başlamaktadır: "Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır." Peki, bu haklar Türkiye’de var mıdır? Yoktur! Peki, seçmen bu hakları savunan bir partiye oy verir mi? Vermez! Haklarını değil, avanta, sadaka istiyor!
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2008
15 yılı Atatürk, 12 yılı İnönü yönetiminde geçen tek parti döneminin eleştirilmesi, tarihin en kör ve nankör tavırlarından biri olmalı. Türklerin çok partili hayatı Cumhuriyet döneminde keşfetmedikleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında yüzlerce siyasal parti ve dernek olduğu doğrudur. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını bu siyasal parti ve derneklerin hızlandırdığı ve bunu başardığı da doğrudur. Merak edenler Tarık Zafer Tunaya’nın üç ciltlik "Türkiye’de Siyasal Partiler" (Hürriyet Vakfı Yayınları) kitabını okusunlar. Okusunlar da Osmanlı ülkesindeki ayrılıkçı Yunan ve Rum, Bulgar ve Makedon, Sırp ve Arnavut, Arap ve Ermeni dernek ve örgütlerini öğrensinler. Okusunlar da sadece İttihat ve Terakki rezilliğini değil aynı zamanda Kürdistan Teali Cemiyeti, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Milli Ahrar Fırkası gibi ihanet ve fesat yuvalarının rezilliklerini öğrensinler.
Özellikle İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde onlarca, Mütareke Dönemi’nde yüzlerce örnekleri vardır bunların. Bunlar olsaydı Türkiye Cumhuriyeti kurulamazdı, kurulsa yaşayamazdı. Tarık Zafer Tunaya, adını verdiğim kitabında bu partilerden 44 tanesini inceler.
ÖNCE ÖZGÜRLÜK
Tarihin diyalektiğinin zorunluluk ve gerekliliğidir: Devrimler tek parti ile yapılır. Devrimler belki demokrasiyi amaçlarlar ama onların ilk amacı bağımsızlık, özgürlük ve değişimdir. Cumhuriyet’in kuruluşunda resmen herhangi bir parti de yoktur, (Türkiye) Büyük Millet Meclisi vardır. Devrimci Parti (Cumhuriyet Halk Fırkası) de bu Meclis’ten bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Çıktı, çünkü Büyük Millet Meclisi’ndeki İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Milli Ahrar Fırkası kalıntılarına karşı yani İkinci Grup’a karşı Cumhuriyet’i savunmak ve amaçlanan devrimleri gerçekleştirmek için kurulmuştur.
VEYSEL’Lİ İFTİRA
Tek parti döneminin nelerle eleştirildiğine hiç dikkat ettiniz mi? "Gökkonuksal avrat", "Ulusal düttürü" gibi zevzekliklerle, Aşık Veysel örneğinde olduğu gibi hırpani köylülerin Kızılay ve Atatürk Bulvarı’na alınmaması iftirasıyla. İşin doğrusunu öğrenmek isteyenler Dr. Doğan Kaya’nın "Aşık Veysel" (Sivas Valiliği Yayını) adlı kitabının 18. sayfasını okusunlar! En başta Deniz Baykal!
Bir de Cumhuriyet’in altyapı devrimlerini yapmadan üstyapı devrimleri yaptığı ve bu nedenle devletin halkla arasının açıldığını ileri sürenler vardır. Altyapı devrimleri yapılmadan da üstyapı devrimleri yapılabilir ve bu üstyapı devrimleri altyapı devrimlerini tetikler ve toplumsal dönüşüme yol açar.
KÖLELERİN EFENDİSİ!
İkinci Cumhuriyetçi zevzeklerin deyimiyle "Ceberut Kemalist modernleşme" altyapı devrimleri yapmamış, sanayi toplumuna adım atmamış da değil. AKP’nin haraç-mezat sattığı iktisadi devlet teşekkülleri hangi dönemde kuruldu ve yapıldı? Demiryollarını, Sümerbank’ı, Sümerbank ve Etibank işletme ve fabrikalarını kim ve ne zaman kurdu? Bu konuda bilgilenmek isteyenlere Korkut Boratav’ın "Türkiye İktisat Tarihi, 1908-2002" (İmge Kitabevi) ile Bilsay Kuruç’un "Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi" (Bilgi Yayınevi) adlı kitaplarını önerebilirim.
ABD’nin Kurucu Atalar’ından ilk devlet başkanı George Washington’un binlerce köle sahibi olduğu için eleştirildiğini bir yerde okudunuz mu, ya da duydunuz mu?
Bu konuda şimdilik bu kadar. Bir dizi yazı ile konuya döneceğim!
Yazının Devamını Oku