27 Haziran 2009
7-9 Mayıs 1991 tarihlerinde yapılan İstanbul Büyük Şehir Belediyesi 1. Uluslararası Şiir Forumu POESIUM’u Hilmi Yavuz ile birlikte yönetmiştik. Hilmi Yavuz, Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi Başkanı idi, ben de POESIUM Genel Sekreteri idim. Yazışmaların büyük bir bölümünü tek başıma ben, bazılarını da Hilmi Yavuz ile birlikte imzalıyorduk.
Dünyadan 25 önemli şair ile Türkiye’den çoğunluğu 1910 ve 1920 doğumlu 25 şair davet etmiştik. Türkiye’de ilk kez bu çapta bir toplantı düzenleniyordu. Bazı hoş olmayan olaylara karşın POESIUM başarıya ulaştı ve belleklere kazındı.
* * *
Bir gün Kanada’dan bir mektup aldım. Bir Kanadalı şair davet ettiğimiz halde neden şimdiye kadar kendisine uçak bileti gönderilmediğini soruyordu. Ekte kendisine gönderilen davet mektubunu da göndermişti. Davet mektubunu tanınmış bir şairimiz yazmıştı ama metnin altında Hilmi Yavuz ile benim de imzalarımız vardı.
Tanınmış Türk şairi gönderdiği davet mektubunu, POESIUM yönetimine göndermesini tavsiye ediyordu. Kanadalı şair kendisine gönderilen mektubun fotokopisini göndermişti bize.
Başımdan kaynar sular indi. Böyle bir davet yapılmamıştı. Ama davetin fotokopisi masamın üzerinde duruyordu.
Yardımımıza bizimle çalışan gençlerden biri yetişti. Bir süre ortalıktan kayboldu. Sonra geri gelip masamın üzerine Hilmi Yavuz’a hitaben yazdığım bir istifa mektubu koydu. Mektubun metnini kendisi yazmış imzamı da bir yerden fotokopi ile aktarmıştı. İstifa mektubumun fotokopisi vardı ama aslı yoktu.
Durum anlaşılmıştı. Tanınmış şair bir davet mektubu yazmış, Hilmi Yavuz ile benim imzamı fotokopi yöntemiyle metnin altına aktarmıştı.
Gerçeği keşfedince neşelendik. Ama şairin bu işi nasıl becerdiğine akıl erdiremedik. Böyle şeylere aklı ermezdi. Bunun üzerine POESIUM Genel Sekreteri olarak kendisine bir mektup yazdım ve yaptığı sahtecilikten dolayı "divan-ı harbe" vereceğimi bildirdim. Şair kendisini divan-ı harbe verebileceğime inanmış ve ödü kopmuştu.
* * *
Okumakta olduğunuz sütuna polis muhabirliğinden değil de Ertuğrul Özkök kontenjanından geldiğim için "İrtica İle Mücadele Eylem Planı" konusuna "Neme lazım" diyerek hiç karışmadım. Ancak, İçişleri Bakanı Besim Atalay, fotokopi üzerinden imza, el yazısı ve paraf incelenmesinin yapılamayacağına dair bir raporu 26 Ağustos 2008 tarihinde onaylamış bulunuyor. (Milliyet Gazetesi, 24.06.09) EGM çıkışlı raporun tarih ve sayısı şöyle: B.05.1.EGM.0.71.06.02.
Eski bürokratlardan olduğum için bu tür işlerden anlarım: Sayı ve numarası belli, İçişleri Bakanı Besim Atalay tarafından imzalanan bu rapor olmasa bile aslı olmayan bir belgenin fotokopisinin işleme konulması olanaksız.
Fotokopi üzerindeki imza Albay Dursun Çiçek’in gerçek imzası olsa bile metin geçersizdir.
Sahte bir belge üzerinden işlem yapabilmek için sahte bir mahkemede sahte bir duruşma düzenlemek gerekecek artık. Ancak savcı ve yargıçların da sahte olması, sahte bir divan-ı harp kurulması gerekiyor. Böyle bir davaya gerçek bir bilirkişi olarak katılabilirim!
Belgenin gerçek nüshası bulunsa bile benim bu konuda bir sorumluluğum yoktur!
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2009
TÜRKİYE’nin içinde bulunduğu topludurumda (konjonktürde), CHP’nin varolduğu ve sürdürdüğü politikalarla yetiniyorum. Dikkat ederseniz, "Hoşnutum, beğeniyorum, destekliyorum" demiyorum. "Yetiniyorum" diyorum. CHP elbette bir sosyalist parti değil, kendine göre bir sosyal demokrat parti. Bu bile, günümüzde, Türkiye için bulunmaz bir nimet.
Bunları söyledikten sonra, iç ve dış "mihraklar" tarafından hedef tahtası ve vur abalıya muamelesi gören CHP karşıtı yürütülen psikolojik savaş ve beşinci kol faaliyetleri hakkındaki gözlemlerimi yazabilirim:
AKP SOLDAYMIŞ
Şu anda SHP Genel Başkanı olan eski bir devrimcinin (!), Hüseyin Ergün’ün dediklerine bakın (Taraf, 16.06.09):
"AKP, CHP’den çok daha özgürlükçü bir parti. CHP, AKP’yle MHP arasında duruyor. CHP, AKP’nin sağında kalıyor."
Hüseyin Ergün’ün benzeri eski solcu örneği Türkiye’de mebzul miktarda var. AKP, hangi alanda CHP’den daha solcu? Ekonomik programı söz konusu ise liberal ekonomi ne zamandır solda? İnsan hakları konusunda mı, sosyal devlet konusunda mı, eğitim ve öğretim konusunda mı, dış siyaset tercihleri bakımından mı, altı yıldır çıkartılmayan sendikalar yasası yüzünden mi? Avrupa Birliği politikasının bir göz boyama olduğu son beş yılda ortaya çıkmadı mı? Bırakın katmerli yalanları Allah aşkına!
AKP, CHP’den daha fazla oy oranına sahip olduğu için mi daha solda? Öyle ise oyu binde bir bile olmayan bir SHP’nin genel başkanı hangi hakla CHP’yi beğenmiyor?
Sağa kayan bir Avrupa Birliği’nin gelişmesini sürdüreceğini ve daha da güçleneceğini ileri süren bir aymazlıkla konuşuyor Hüseyin Ergün!
Türkiye’nin eski, sabık ve sakıt solcularının hal-i pür melali işte böyle!
YANDAŞ MEDYA AĞZI
Gelelim yurtdışına: Haziran başlarında bir grup Türk gazeteci ile konuşan Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) lideri ve Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier CHP konusunda yandaş medya ağzıyla konuşuyor (11-15 Haziran 2009 tarihli gazeteler):
"CHP’nin Avrupa’dan yana tavır almama, iç reform sürecine karşı çıkma, düşünce özgürlüğünün genişletilmesine muhalif tavrını anlamakta güçlük çekiyorum" (Milliyet,12.06.09) diyor. Zaman gazetesi (11.06.09) Steinmeier’in ağzından, Sosyalist Enternasyonal’in CHP’yi izlediğini yazdı.
CHP, Onur Öymen ve Mustafa Özyürek’in demeçleriyle Steinmeier’in ağzının payını verdi.
Onur Öymen’den, Steinmeier’in Türkiye’ye birkaç kez gelmesine karşın kardeş parti CHP’yi ziyaret etmediğini öğreniyoruz. Mustafa Özyürek daha acıtıcı: "SPD bizim sicil amirimiz değil? Cumhuriyetin temel değerlerine, laikliğin, Atatürk ilkeleri ve çağdaş sosyal demokrasinin gereklerine sahip çıkıyoruz. AB konusunda CHP’nin tavrı çok net: Teslimiyetçi olmadan tam üye olmak istiyoruz."
İNSAF YAHU!
Daha ne söylesinler! AB, karşısında "enseye tokatlık" bir Türkiye istiyor. Özgür basın bu saldırgan tavrı değerlendireceğine, CHP’ye arka çıkacağına, İdris Küçükömer’in "Türkiye’de sol sağdadır, sağ soldadır" zırvasını tekrarlamayı sürdürüyor (D. Sazak, Milliyet, 13.06.09).
Zırvalar zırvadır, ama 24 Haziran tarihli Radikal’in "Nihayet Baykal da darbe karşıtı oldu" manşetinin anlamı ne? Şimdiye kadar darbeci miydi? İnsaf bre! İnsaf yahu!
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2009
ENİS Berberoğlu 14.06.09 tarihli Vakit gazetesini gördü mü acaba? 13.06.09 tarihli "Gelin Ruhban Okulu’ndan önce laikliği tartışalım" başlıklı yazısını Vakit gazetesi, "4x4’lük Ergenekon yazısı" olarak tanımlıyor. Bir yazarın imam-hatip okullarının kapatılmasını, Ruhban Okulu’nun açılmasını istemesi tipik bir Ergenekonculuk(!) imiş? Vah gidi vah!..
Vakit gazetesi Enis Berberoğlu’na soruyor: "Enis Bey, Ruhban Okulu sevdanız nereden kaynaklanıyor, yoksa vaftiz ettirilecek birileri mi var?"
Tam anlamıyla Vakit gazetesine yaraşan şirretlikler. Ancak canımı sıkan bir şey var: Ergenekon ve Ergenekonculuk’un kimilerinin elinde ve ağzında tehdit ve şantaj öğesine dönüşmesi. Bu gidişle ne Ergenekon ne de Ergenekonculuk belini doğrultabilir!
41720 VAKIF
Vakit’in son on yılda benim hakkımda yaptığı tezvirat birkaç klasörü doldurdu. Ben şerbetliyim bu rezilliklerine.
Enis Berberoğlu, "Laikliği dünyaya 1905 yasalarıyla Fransa öğretti. Türk laikleri ilk günden itibaren Fransız ilhamıyla yetişti. Ne var ki, Fransa’da din devletten hakikaten bağımsız? Yani bizdeki gibi çakma laiklik uygulanmıyor. Din adamlarını devlet yetiştirmiyor, maaş ödemiyor" diye yazmış 13 Haziran günü.
14 Haziran tarihli yazısında da "Cami vakfa bırakılsın maaş kaynağı özelleşsin" diyor.
Ardından sağlam bir araştırmaya dayalı olarak, devletin yönetimi altında olan 41 bin 720 adet mazbut vakıf olduğunu yazıyor. Vakıflar, Karun kadar zenginmiş yani?
HER ŞEYH BİR PAPA
Ben, Enis Berberoğlu’nun, Avrupa’da olduğu gibi "Kilise (Cami) Vergisi" verilmesini önereceğini sandım ve korktu idim. Çünkü halk cami yaptırır ama camiye ve imama bir tas buğday vermez. O zaman camilerin yönetimi cemaatlerin, şeyhlerin, tarikatların eline geçer.
Hoş, camiler vakıflar eliyle yönetilse de gene aynı sonuç çıkar. Maksat halkın vergilerini korumak ise, devlet din işleri yatırım ve masraflarını vakıfların gelirleriyle ödüyor. Ödemiyor mu? "Ha vakıflar yönetsin, ha Diyanet İşleri Başkanlığı" diyecek kadar saf değilim. Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran zekánın büyüklüğü ve kavrayıcılığı karşısında saygı ile eğiliyorum. Bu başkanlığı kurarak İslam dininin kurumsal yapısını çok iyi tanıdıklarını kanıtladılar. İslam’ın Hıristiyanlık gibi ele gelir, gözle görünür bir kurumsal yapısı (kilise örgütü) yoktur sanki. Bu nedenle de yukarıdan aşağıya genişleyen bir hiyerarşik yapısı da yoktur sanılır. Doğrudur, kilise gibi bir hiyerarşik yapı yoktur İslam’da. Ama "Aman ne iyi!" demeyin sakın: İslam’da her tarikat, her cemaat, her şeyh, her imam, her hoca kendi başına bir "papa"dır. Hıristiyanlık’ta sadece Roma fetva verebilir. İslam’da ise her müftü ve müftülük fetva verebilir. Veriyor. Bir de ötekiler var: Ben bilmiyorum ama bir bilen vardır mutlaka: Türkiye’de fetva veren kaç ağız var acaba? Bu İslami derebeylik anarşisi asıl Osmanlı zamanında vardı ki ne siz sorun ne de ben söyleyeyim!
PROF. ÖZTÜRK’E SORUN
Devlet denetimi aradan çekilsin Türkiye’de camiler, tarikatlar, cemaatler arası iç savaş çıkar.
Ortada resmi bir yapı, Diyanet İşleri yapısı olduğu için sanki bir iktidar savaşı yokmuş gibi görünüyor. Ama var: Başkentte var, her ilde ve her ilçede var. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın beğenmediğimiz denetimi olmasın Türkiye atom bombası gibi patlar. Vakit gazetesinin tanımlamasıyla benim gibi bir "ateist-Marksist"e inanmayanlar, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’e sorabilirler.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2009
BİRKAÇ gün önce, kitaplığıma 2007 yılında girmiş bir kitap buldum. Prof. Dr. Nuri Bilgin’in "Kimlik İnşası" (Aşina Kitaplar) adlı kitabı. Okurken, konunun bir otodidaktı olarak bir süredir yayınladığım yazıları da kontrol etmek olanağı buldum. Yazarın bir bilim adamı olarak kaleme aldığı ayrıntılar, siyasal bir önyargıdan uzak, betimleyici ve yorumlayıcı niteliği ağır bastığı için son derece yararlı. Kitabı bu konuya bulaşmış olan herkes okumalı, özellikle de ulus-devlet karşıtı önyargılı meslektaşlar ve siyaset bilimciler okumalı. Kitabın arka kapağından son satırları aktarıyorum:
"Bilgin, kitabından Aydınlanmanın şeklî ve kuru cumhuriyet yorumunu, töresiz, antropolojisiz bir cumhuriyet fikrini aşmanın; cumhuriyet fikrini, topluluk ve duygularla (aidiyet duygusu, teritoryal eğilim) birleştirmenin; ulusal kontrat fikriyle etnoloji ve psikolojiyi bağdaştırmanın; cumhuriyetin cemaatçiliğe düşmeden cemaatlerle birlikte var oluşunun ve bir bakıma olgularla söylemleri bağdaştırarak siyasal şizofreniden çıkmanın yollarını arıyor. / ’Kimlik İnşası’ sizleri tüm bu sorular etrafında örülen bir yolculuğa davet ediyor ve bu yolculukta günümüz Türk toplumunu derinden saran bazı can alıcı sorunların cevabını arıyor."
* * *
Bugünkü yazımın adının önüne 13 Haziran’da yayınlanan yazımın adını koyalım: "Kimlik: Bize bizde biz derler, bizden büyüğüne çuvaldız derler!" Tekerlemenin ikinci bölümünü bir başka yazı için saklamıştım. Bu yazıya uygun düştü. Kitaptan şimdiye kadar yazdıklarımı özetleyecek bir alıntı yapacağım:
"Kimlik literatürü gözden geçirildiğinde, iki ana damar gözleniyor:
1. Bireyleşme, modernlik, modern insanın sıkıntıları, birey-toplum ilişkileri, benlik imajı ve sunumu, homoseksüeller, AIDS’liler, özürlüler, aile içi şiddet ve taciz kurbanları, yabancı ve göçmenlerin uyumu, işsizler, evsizler ve çeşitli marjinal grupların kimlik sorunları, vb.
2. İkinci damar azınlık çoğunluk ilişkileri, etnisite, etnik kimlik, azınlık hakları, cemaat hakları, kültürel çoğulculuk, vb.
İlginç olan o ki, kimlik literatürü hemen hemen tümüyle, Batı ülkeleri tarafından üretilmekle birlikte, iki ana yayın grubundan birinciler, Batı toplumlarına, ikincisi Batı-dışı dünyanın toplumlarına odaklaşıyor. Birinci grup yayınlar, sorunlu kişi veya grupların topluma uyumu ve entegrasyonu (hatta asimilasyonu) yönünde işlerken, ikinciler aksi yönde etkide bulunuyor. Başka deyişle, içerisi için bütünleşme, dışarısı için farklılaşma telkini yapılıyor. Batıda bütünleşme, Batı-dışında ayrışma. Batı-dışına yönelik öneriler, önlemler, reçeteler, formüller, siyasal politikalar, farkçılık siyasetinin öğeleri olarak beliriyor." (S. 300-301)
* * *
Nuri Bilgin’in "Kimlik İnşası" kitabında yukarıdaki satırları bulmak içimi ferahlattı. Demek ki biraz kendini sıkınca bir otodidakt bile gerçek ve doğruyu bulabilirmiş. Ben ne diyordum şimdiye kadar? Neoliberal yeni emperyalizmin postmodern kimlik yorumuna dikkat edilmelidir. Çünkü kendileri (ABD ve AB ülkeleri) için ürettikleri politika birleştirici, hedef tahtası ülkeler için bölücü ve ayrıştırıcıdır. Bizim álimlerin de bu gerçeği görmeleri gerekiyor.
"Kimlik" yazılarıma bir süre ara verip başka sorunlara yönelirken konuyu biraz soğumaya bırakacağım.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2009
BEN "Ne Mutlu Türk’üm diyene!" şiarının şoven milliyetçiliği değil bir ulusal devletin ulusal birliğini simgelediğini söylüyorum. Bu şiarı şoven milliyetçilikle, ırkçılıkla suçlamanın bizzat kendisinin ırkçılık ve şoven milliyetçilik olduğunu da yazıyorum. Cumhuriyet’i savunuyorum. Savunmayacak mıyım? Bana "O halde sen ırkçısın! Solcu olamazsın!" diyorlar.
Solculuğun ölçütü ne zamandır Cumhuriyet ve devlet düşmanlığı oldu?
SOLU BUL, ÇÖZ
Son çeyrek yüzyıldır, Cumhuriyet’i şamar oğlanına, boks torbasına çevirmek demokratlığın bir numaralı göstergesi oldu. Buna karşılık mikromilliyetçilikler, dinsel ve etnik milliyetçilikler modern devletin oluşturucuları (composant) haline getirildi. Gerici liberalizmin son oyunu bu. Çünkü cemaatçilik, emeğin enternasyonalizmine karşı kullanılıyor. Böylece emeğin yeniden bilinçlenmesi engelleniyor.
Emekçi kimliğini unutup ilkel dinci ve etnik kimliğin efsununa kapılan kimse artık liberal virüsün kurbanı durumuna gelmiştir. Ona dilediğinizi yapabilir, dilediğinizi yaptırabilirsiniz.
Bu cümle şu anlama geliyor: Kürtçülük sorunu da aralarında olmak üzere Türkiye’nin hiçbir sorunu gerici cemaatçi (dinci ve etnikçi) anlayışların kılavuzluğunda çözülemez. Dolayısıyla bu sorunları dinci ve etnikçi partiler çözemez.
Sadece sol çözebilir?
Çok bilmişler hemen "Nerede o sol?" diye soracaklar. Bu soruya benim cevabım bir kısa soruyla şu olur: "Ne yaptıysanız sol orada?!"
Yitirdiğiniz solu bulun, inşa edin ve sorunlarınızı çözün!
BEYİN YIKAMA
Sadece halkın değil, şairlerin de beyni yıkanıyor. Başkaları yıkamasa bile bazen kendi beyinlerini kendileri yıkıyorlar. Bundan on yıl kadar önce Kürt kökenli olup, kendini Kürt sayıp Türkçe yazan şairler arasında marazlı bir tedirginlik başlamış ve dışavurmuştu. Aralarında sömürgecinin (kolonizatörün) dilinde yazmak bedbahtlığına uğradığını yazıp ağlayanlar bile vardı. Bu mutsuz şairleri mutlu etmek için bir çare bulundu ve Türk şiiri yerine Türkçe şiir deyişi icat edildi.
Bunun üzerine bir kez daha tamir çantamı açıp yanlışları düzelttim: Etnik kökeni ne olursa olsun TC kimliği ve pasaportu taşıyan ve Türkçe yazan her şair, her romancı "Türk şairi" ve "Türk romancısı"dır. Efendim, etnisite görmemişi olanlar için "Kürt asıllı Türk şairi" de denilebilir. Ama asla "Türkçe şiir" zıpırlığı yapılamaz.
Fransa’da yaşayan ve Fransızca yazan bol ödüllü bir Fransız şairi var. Adı Şeyhmus Dağtekin. Kürt olduğunu vurgulamak için özgeçmişinde "Türkiye’nin güneydoğusunda Harun adlı bir Kürt köyünde doğdu" yazıyor. Demek ki Şeyhmus Dağtekin için Kürtlük önemli.
Azadée Nichapour da onun durumunda. Ama özgeçmişinde "Fars asıllı Fransız şairi" olduğu yazıyor. Uluslararası yazım adabına bu yazılış daha uygun.
GARANTİLİ BELGE
Kimse Türk olmak, "Ne mutlu Türküm diyene!" demek zorunda değil. İş bu noktaya geldiği zaman işler çatallaşır: Etnisite futbolcu formasından başka bir şey değildir. Gerçek köken ancak DNA ile saptanabilir. Bu işlemi kimseye tavsiye etmem. Kavimler kapısı Anadolu tekin bir yer değildir. Bir tek garantili hukuki belge var: Kafakáğıdı ile pasaport!
Not: Dünkü yazımdaki DTP milletvekilinin isminin Şemdin Sakık değil Sırrı Sakık olması gerekirdi. Düzeltir, özür dilerim.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2009
17 Haziran Çarşamba günkü yazımı "Ağam gel bir devlet kurak!" cümlesi ile bitirmiştim. Bugünkü yazıya bu görkemli cümle ile başladıktan sonra izini sürmemek çok yazık olur. SAKIK’IN SÖZLER
Demokratik Toplum Partisi (DTP) Çanakkale il kongresinde Muş Milletvekili Şemdin Sakık "Ağam gel bir devlet kurak!" cümlesine uygun bir konuşma yapmış. Birlikte dinleyelim:
"Burası emperyalizme karşı Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle herkesin omuz omuza mücadele edip toprağa gömüldüğü yerdir. 1921’lerde cumhuriyet kurulurken cumhuriyetin temel hedefi, Kürtler ve Türkler bu cumhuriyetin asıl sahipleriydi. Çünkü, Çanakkale’de ölenler ortak vatan için mücadele ettiler. Ama ne yazık ki, 1921’de Anayasa’da, ’Bu vatan Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanıdır’ dedi Mustafa Kemal ve arkadaşları. 1924’te ret ve inkár politikalarıyla, cumhuriyeti yönetenler Çanakkale’de toprağa gömülenlere ihanet ettiler. 1924’te tek ırk, tek dil yarattılar." (Çanakkale DHA)
TAMAMEN YALAN
Artık kibar davranmayı bir yana bırakmak zorundayız. Şemdin Sakık’ın söyledikleri tarihsel açıdan tamamen yalandır. Özellikle 1921 Anayasası üzerine söylediklerinin yalan olduğu 2008 yılının kasım ayında yayınladığım yazılarla kanıtlandı. (Yakında Cumhuriyet Kitap tarafından yayınlanacak "Demokrasisiz Demokrasi" adlı kitabımın ’Kürtçülüklere Dair’ bölümünde bu konu enine boyuna ele alınmaktadır.)
Şemdin Sakık ve Kürtçülerin can simidi olarak sarıldıkları "ortak vatan", "Cumhuriyeti birlikte kurduk" deyişlerinin günahı 1960-70’lerin soluna ait. Türkiye İşçi Partisi döneminde Kürtleri onurlandırmak için kullanılmış bir yağcılık örneği. Türkiye İşçi Partisi tarihini inceleyin Kürt temsilcilerinin bugünkü gibi milliyetçi davrandıklarını görürsünüz. TİP programı içinde doğu feodalizminin ortadan kaldırılması, sol enternasyonalizm onların umurlarında bile olmamıştır. TİP’in kapatılmasının nedenlerinden biri de açgözlü Kürt milliyetçileri tatmin politikası olmuştur. Bunları kimse konuşmuyor.
UTANÇ VERİCİ
Şemdin Sakık’a gelelim: Çanakkale savaşı yanlış bir örnek. Osmanlı vatanını savunmak her Osmanlı vatandaşının görevidir. Bunun hesabı sorulamaz, parsası da olmaz. Osmanlı’nın askerden kaçamayan Kürtlerden bulabildiğini Çanakkale savaşına soktuğunu kimse inkár etmiyor. Bu böyle iken ikide bir Çanakkale’yi öne sürmek insanlara hakaret etmektir. Öfkelendiriyor. Ya biri de çıkıp "Herkes 1000 yıl içinde verdiği şehit kadar konuşsun!" derse ne olacak? Kürt ayan ailelerinin ihanetlerini anımsatırsa ne olacak?
Şemdin Sakık "Kürtler ve Türkler bu cumhuriyetin asıl sahipleridir" derken Arapların, Boşnakların, Pomakların, Çerkezlerin, Lazların, Romanların, Gürcülerin, Azerilerin, Farsların, Kırım Tatarlarının, vb., hakkını yemiş olmuyor mu? Bu ne biçim adalet?
Şemdin Sakık, "Bu vatan Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanıdır" derken gene milliyetçilik yapıyor ve yukarda adlarını verdiğim unsurların hakkını yiyor. Vatan savunmasının şartı şurtu olmaz, vatan savunmasında "Bana şunu verirsen seni desteklerim" denmez. Ayıptır, utanç vericidir! Türkiye Cumhuriyeti devleti bir sanayi ve ticaret limited şirketi olarak kurulmadığı için; sınırlı sorumlu bir konut kooperatifi olmadığı için ortakları yoktur, olamaz. Hiçbir görgüsüz ve saygısız, cumhuriyet için yaptığı hayali katkıları başa kakamaz!
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2009
DOĞRUDUR, 10 Aralık Hareketi’nin dediği gibi "Kimlik dayatılamaz!" 10 Aralık Hareketi Yürütme Kurulu, Burhan Şenatalar imzasıyla yayımlanan bildirisinde, Kürt sorunu bağlamında şu görüşleri ileri sürüyor:
"10 Aralık Hareketi açısından çözüm doğrultusunda atılacak adımların temelini 21. yüzyıl başında egemen olan insan hakları anlayışı oluşturmaktadır. Böyle bir anlayış çerçevesinde herkes kimliğini yaşamak ve yaşatmak, dilini, kültürünü öğrenmek, korumak ve geliştirmek hakkına sahiptir. Tek tipleştirici anlayışlarla kimseye kimlik dayatılamaz. Dolayısıyla Türkiye’de on yıllardır uygulanmış olan politikaların aşılması gereği açıktır." (Milliyet, 06.06.09)
YANIT VERİN
Baştan bozgunculuk yapmamak için bildirinin ana fikrine katıldığımı, ancak eksik ve yanlış bulduğumu da söylemeliyim. 10 Aralık Hareketi, "Devlet bireye hazır bir kimlik giydiremez" diyor. Ki haklıdır, diyelim. Peki bir birey ya da bir topluluk kendi varsayımsal kimliğini devlete dayatabilir mi?
Bu nedenle "Tek tipleştirici anlayışlarla kimseye kimlik dayatılamaz" görüşünü ileri süren 10 Aralık Hareketi, benim sorumu da yanıtlamak zorundadır: Birey ya da bir topluluk kendi varsayımsal kimliğini devlete dayatabilir mi?
İşin kolayına kaçmadan sorulması gereken ilk ya da ikinci soru budur!
BÜYÜK BRİTANYA MI
21. yüzyıl başlarında egemen olan insan haklarının arkasındaki felsefe eğer postmodern anlayış olmasa, hemen teslim bayrağını çekeceğim. Doğal olarak postmodernizmin ulusal devlet karşıtı bir kaprise sahip olduğunu da bilmesem...
10 Aralık Hareketi’nin ileri sürdüğü türden bir kimlik vurgusu sömürgecilik sonrasının (postkolonyalizm) sorgulamalarıyla birlikte ortaya çıktı. Hindistan’a, Pakistan’a ve Afrika’ya uygulanabilir ama Türkiye’ye uygulanamaz. Çünkü Türkiye ne sömürge ne de sömürgecidir!
Postkolonyalist düşünce haklı olarak İngiliz kimliğinin İngiliz sömürgelerine giydirilemeyeceğini söylüyordu. Böyle bir formülasyon Türkiye Cumhuriyeti ile Büyük Britanya İmparatorluğu’nu karıştırmak anlamına gelir ki tamamen saçmalıktır.
TÜRKÜM, DOĞRUYUM
"Tek tipleştirici anlayışa" örnek olarak, "Ne mutlu Türk’üm diyene!" sloganı ile ilkokullarda söylenen "Türk’üm doğruyum, çalışkanım!" andı örnek gösteriliyor, gösterilebilir.
Bu açıdan bakılınca "Tek tipleştirici anlayış" olarak asıl karşı çıkılması gereken metin Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği Yasası) aralarında olmak üzere bütün devrim yasaları olmak gerekir. Öyle değil mi?
Öğrenimin birleştirilmesi ile 19. yüzyılın sonralarından itibaren öğrenimde görülen medrese ve okul ikiliğine son verilmiş ve böylelikle ulusal kültür birliğine yönelmek istenmiştir. Öğrenim Birliği Yasası Türkiye Cumhuriyeti ulusal devletinin temel yasası olmuştur. Tek tipleştirici bir yasa değil mi? Şimdi ne olacak, 10 Aralık Hareketi, tıpkı İslamcılar gibi Öğrenim Birliği Yasası’na karşı mı tavır alacak?
10 Aralık Hareketi içinde yer alan siyasetçiler ile akademisyenlerin postmodernist metinlere bu kadar bel bağlamamaları gerekiyor. İnsan haklarına kuşkusuz "evet", ama mikro milliyetçi ve cemaatçi postmodernist sos ile marine edilmişine de elbette "hayır"!
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2009
YAŞ ölçü alınırsa çağdaş şiirin dört kurucusundan üçüncüsü "Bir başkası benim" derken dördüncüsü "Ben bir başkasıdır" der. Üçüncü Comte de Lautreamont ile dördüncü Arthur Rimbaud 19. yüzyılın ortalarında kim olduklarını tanımlarken, biri 20’li yaşlarına yeni girmişti, öteki henüz girmemişti bile. Adam olan adam, ilkellikten kurtulmuş adam, çağının çağdaşı adam kimliğini ancak bir tek cümle ile özetleyebilir: "Ben bir başkasıyım!"
Adam olan adam, ilkellikten kurtulmuş adam, çağının çağdaşı adam bir başkasını ancak bir tek cümle ile özetleyebilir: "Bir başkası benim!"
AŞIRI İLKELLEŞME
Her yaz tatilinde köye dönüp hava atan Nilüfer Göle, söyleşi partilerinden vakit bulup da şu iki cümleyi açıklarsa çok sevineceğim. Ya da gazetelerin okuma-yazması olan söyleşici kızları yukarıdaki iki cümleyi bir kenara yazıp uygun bir zamanda kendisine sorarlarsa.
Lautreamont ile Rimbaud, kendilerini ve başkasını tanımlarken varoluşsal (ontolojik) ve kültürel bir kaygıya cevap aramaktaydılar. Siyasal bir kaygıları bulunmakta mıydı? Bu tartışılabilir. Tartışılabilir, ama dikkatinizi çekmek isterim, Comte de Lautreamont, Montevideo’lu (Uruguay) bir Fransız olduğunu söylemiyordu. Arthur Rimbaud’nun Katolik bir Fransız olduğunu söylemek aklına bile gelmiyordu. Ancak bir şiirinde Galyalı atalarından söz eder ki Galyalılar ne Fransız’dır ne de Katolik.
Kimlik ulusal planda dine ve etnisiteye indirgendiği zaman ilkelleşme de başlamıştır. Hele cemaatlere indirgendiği zaman aşırı ilkellik gemi azıya almıştır.
İlkellikten kurtulmuş insan kendisine kim olduğu sorulduğu zaman "Ben benim!" der, böyle demelidir, demek zorundadır.
"Türk-Müslümanım!" ya da "Müslüman-Türk’üm!" demez, diyemez. Çünkü Müslüman olmadan da, Türk olmadan da "ben" olmak mümkündür. Aslına bakarsanız bu bir zorunluluktur.
CEMAATİN ADAMI
"Ben" olmuş, olabilmiş sürü insanı artık bir birey olmuştur, tekilleşmiştir. Buna özgürlük denir. Bu konuda, öteki ile yatıp beriki ile kalkan álimlerimize Paul Ricoeur’ün "Bir Başkası Olarak Kendisi" ("Soi-m?me comme un autre", Le Seuil, 1990) tavsiye olunur.
Dine ve etnisiteye, dinsel ve etnik cemaatçiliğe indirgenmiş olan kimlik artık kolektif (ortak) kimlik olmuştur. Fotokopi ile çoğaltılabilir. Böyle bir tuzağa düşen kişi artık bir daha bireyselliğini, "ben"liğini zor kazanır. Cemaat ve tarikat şeyhleri, etnik cemaat liderlerinin tam istediği adam suretidir bu!
İPLER KİMİN ELİNDE
İnsanlık kolektif kimlikten bireysel kimliğe gelmek için milyonlarca yıl ter döktü; sürüsel yığışımın yerine özgürlerin birliğini getirmek için milyonlarca yıl kan döktü. Şimdi postmodern küreselleşme ya da küresel postmodernizm bütün kültür(s)el yapıları aynı düzeye indirgerken insanın milyonlarca yılın emeğini yok ediyor.
İş böyle olunca da kültürel farklılıklar ve alt kimlikler bütün değerlerin üzerine çıkıyor. Düşmanlaşıyor. Oysa alt kimlikler ulusallık havuzunun dışına düştüklerinde kendilerini kurt kapar. Günümüzde kültürel farklılıklar ile alt kimliklere dayalı ideolojilerin ipleri yeni emperyalizmin elindedir. Kimilerinin başı emperyalizm afyonuyla öylesine döner ki "Ağam gel bir devlet kurak!" dediği zaman devletin kurulacağını sanmaya başlar.
Yazının Devamını Oku