16 Haziran 2009
DAHA önce de yazdım: Postmodernizm ile küreselleşmenin göklere çıkardığı dinsel ve etnik cemaatçilikler gericilikten başka bir şey değildir. Bu saptamayı Türkiye’ye uygulayacak olursak, başta Fethullah cemaatçiliği ve öteki tarikat toplaşımları ile PKK etnik milliyetçiliği gerici hareketlerdir. Bir zamanlar Marksist-Leninist pozları atan PKK’nın sivil toplum örgütü olmak gibi saçma bir iddiası yok. Ama kimi toplum ve siyasetbilimcilerin sandığı ve iddia ettiği gibi dinsel cemaatler bir şeyh tarafından yönetildikleri için sivil toplum örgütleri olamazlar. Birer dernek statüsünde olan sivil toplum örgütleri yöneticileri demokratik seçimlerle yönetime gelirler ve ayrılırlar. Fehtullah Gülen’i demokratik seçimlerle cemaatinin başından uzaklaştırabilir misiniz?
DİL ÇATIŞMASI
1970’lerden söz edeceğim. Benden yaşlı bir arkadaşım "Fransız" bir Fransız kadınla evliydi. Tırnak içindeki Fransız eli maşalı anlamına gelmektedir. Çiftin bir erkek çocukları vardı 5-6 yaşlarında. Çocuk da süzme Fransız’dı. Fransızca’yı Türkçe’den çok daha iyi konuşuyordu. Belki de Katolikleşmişti çocuk. Yakın çevre bu yüzden de kızıyordu kadına. Fransa’da otursalar neyse ne, ama Ankara’da nasıl olurdu bu. Derken, bir gün hiç ummadığım bir şey öğrendim. Çocuk çiftin öz çocukları değildi, birkaç aylıkken bir yurttan alınmıştı.
Bu örneği dilin ve anadilin önemini göstermek için verdim. Dil, insan ağzı tarafından salgılanmaz. Öğretilen, öğrenilen, öykünmeye dayanan bir şey. O çocuğu gerçek ailesi büyütseydi bir başka dil konuşacak, bambaşka jest ve mimikleri olacaktı.
Bu nedenle ve bu bakımdan anadil hem önemli hem de önemsiz bir gerçekliktir.
Ancak nedeni ne olursa olsun ortamın dili ile anadil denen dil asla çelişmemeli, asla çatışmamalı. 18-19. yüzyıllarda Şemdinlili bir Kürt kadının Osmanlıca konuşamaması doğaldır. Bu, 1923-1950 arasında doğaldır, ama kabul edilmez olmuştur. 1950’den sonra artık ne doğaldır ne de kabul edilir bir durumdur. Nedeni ne olursa olsun, ister devletin ilgisiz güçsüzlüğü, ister bireyin doğal direnci olsun, çağdaş devlet ve vatandaşlık bağlarına aykırı bir durumdur bu. Kimi Kürt siyasetçiler, kimi aydınlar Türkçe’yi okulda öğrendiklerini övünerek söylerler ki hiç de böbürlenecek bir durum değildir.
NEDEN TÜRKİYE!
Bir devletin, resmi dilini vatandaşına öğretmek istemesi kınanacak, eleştirilecek, lanetlenecek bir girişim midir? Tam tersine resmi dili iyi öğretememesi kınanacak, eleştirilecek, lanetlenecek bir durumdur.
Yüzyıllardır ABD ve Avrupa Birliği ülkelerine tanınan bu hak, yetki ve sorumluluk, Türkiye söz konusu olunca nedense tersine dönmektedir. Özellikle de 1923-1950 yılları arasında, ulusal devletin kendi ideolojisi doğrultusunda yaptıkları yerin dibine batırılmaktadır. Daha önce de yazmıştım: Frenkler, Haçlı Seferlerinden itibaren Anadolu’ya neden Kürdiye adını vermediler de Türkiye dediler? 1923 yılında Anadolu’da kurulan Cumhuriyet’in adı Kürdiye Cumhuriyeti olmuş olsaydı, ulusal devlet o zaman Kürtçe’yi resmi dil haline getirip, öğrenim dili olarak uygulamayacak mıydı?
MAYIN TARLASI
Her ulusal devletin belli bir kültürel çevresi de vardır. Bu kültürel ortamın içinde ikincil, üçüncül kültürel katmanlar ve adacıklar da vardır. Bunlar ulusal kültürel ortamla uyuşum içinde yaşarlar. Yazımın başında sözünü ettiğim gericilik, bu katman ve adacıkları ulusal kültürün karşısına bir mayın tarlası olarak çıkartır. Öyle bir konu ki 1001 gün sürebilir!
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2009
BUNCA yıldan, bunca káğıt ve mürekkepten sonra bir kez daha soykırım ve tehcir sözcüklerinin evrensel anlamlarını tartışacak değilim. Bıktım, gına geldi! Bu konuda kimse ile diyaloğa girecek, uzlaşma zemini arayacak da değilim. Çünkü karşımda diyaloğa girilecek, uzlaşma zemini aranacak kimse yok. Sadece önyargılı despotlar var!
Hal ve gidişlerine bakıyorum da, mümkün olsa, TBMM’nin Ermeni soykırımını resmen kabul etmesiyle de yetinmeyecekler, "inkár"ın cezalandırılmasını bile isteyecekler.
KARPAT’IN SÖZLERİ
Tarihçi, Prof. Dr. Kemal Kapat, 1 Haziran 2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nde, Sevim Demiray’a çok önemli şeyler söylüyor:
1. Ermeni nüfusu o dönemde 2.5 milyon değil, 1 milyon 400 bin idi. (İngiliz arşivinden elde ettiği bir mektupta Ermeni patriğinin "Çünkü biz Ermeni nüfusunu bazı yerlerde iki defa saydık" dediğini ileri sürüyor.)
2. Sürgünün (tehcirin) yapıldığı 1915’te Rus orduları Bolşevik ihtilali nedeniyle geri çekilme kararı aldı. O tarihte Rus ordusuyla beraber, onların güvencesi altında yaklaşık bir milyon Ermeni geri çekildi.
"Geri çekildi", Osmanlı sınırlarının dışına çıktı, yeni kurulan SSCB’ye çekildi anlamına geliyor. Tıpkı Çukurova’da olduğu gibi.
Ama son dönem Osmanlı tarihini Prof. Dr. Kemal Karpat değil, Orhan Pamuk, Murat Belge, Cengiz Çandar ve Hasan Cemal çok daha iyi bilirler!
MIĞIRDIÇ SINABYAN
Fransa’nın Ermeni gailesinde oynadığı başrolü, Gürbüz Evren’in "Emperyalizmin Oyuncağı Ermeni Sorunu" (Karınca Yayınları) adlı kitabında okuyunca dişlerinizi gıcırdatabilirsiniz (s. 58-79).
Başrol oyuncusu sadece Fransa değil kuşkusuz, Rusya var, İngiltere var, Almanya var, ABD var, Protestan misyonerler var.
Gürbüz Evren de Prof. Dr. Karpat gibi, Ermeni nüfusu konusunda önemli düzeltmeler yapıyor:
"Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayan Ermeni nüfusu hakkında Ermeni yanlısı çevreler ve Ermeniler tarafından çok çelişkili ve abartılı rakamlar verilmiştir. Oysa gözlerden kaçan ya da bilinçli olarak göz ardı edilen, gizlenmeye çalışılan bir gerçek vardır. Bu da 1897-1903 yılları arasında ’Osmanlı İstatistik Umumi İdaresi Müdürü’ olarak görev yapan kişinin Mığırdıç Sınabyan isimli bir Ermeni olduğudur. Müdür Sınabyan döneminde yapılan nüfus sayımlarında ortaya çıkan Ermeni nüfusu, 1897 yılında 1.042.374 ve 1903 yılında başlanıp 1906 yılında tamamlanan sayıma göre de 1.050.523 olarak belirlenmiştir. En son 1914 yılında yapılan nüfus sayımında ise Ermeni nüfusunun 1.299.007’ye ulaştığı görülür. Bu rakamlara bakıldığında soykırım iddiasıyla ortaya çıkanların ileri sürdüğü 1.5-2 milyon ölü rakamının ne kadar gerçekdışı olduğu görülmektedir." (s. 135)
TÜRK’ÜN TÜRK’E ETTİĞİ
Ermeni tehciri, Ermeni göçleri kuşkusuz trajik olaylar. Ben de kabul ediyorum bunları. Ama Ermeni tarafının ve yandaşlarının karşı tarafı dinlememe inadı insanın tepesini attırıyor. Bir de ve daha önemlisi: Türk’ün Türk’e ettiği bir buğuz var ki anlatılmaz, sadece marazlı, hastalıklı sözcükleriyle tanımlanabilir.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2009
EDEBİYATÇILAR, gazete yazıcıları, televizyonlarda cerre çıkan tele-álimler ve raşitik akademisyenler arasında tuhaf bir yığışım vardır: Gördüklerinden göz kirası, duyduklarından da kulak kirası isterler. Yenilik(!) olsun da nasıl olursa olsun. Şimdi rahmetli olan ünlü bir şairimiz 80’li yıllarda yapısalcılık (strüktüralizm) moda olduğu zaman kendisini "yapısalcı şair" ilan etmişti. Ben de yapısalcılığın bir yazınsal yaratı yöntemi olmadığını, bir eleştiri ve metin çözümlemesi yöntemi olduğunu yazdığım zaman şaşırıp kalmıştı.
SOSYAL BİLİM!
Bu türden hamlıklar sosyal bilimlerde ve siyaset bilimde de görülür. Ulus-devletlerin (ulusal devletlerin) artık sona erdiğini duydukları zaman nasıl da sevinmişlerdi. Ulus-devleti, alkol ve kumar gibi her türlü kötülüğün anası sanıyorlardı. İyi de ulus-devletin artık ıskartaya çıktığını ileri sürenlerin kendi memleketlerindeki ulus-devlet de sona ermiş miydi? Buna hiç kafa yormuyorlardı.
Ama ulus-devlet sona erince(!) hedef tahtasındaki dünyaya çokkültürlülük ve alt kimlikler curcunası egemen olacak ve dünyaya nur topu(!) gibi bir demokrasi gelecekti. Ama gelebilir miydi? Bunu hiç düşünmüyorlardı. Ulus-devletin sona ermediğini, kolay kolay sona ermeyeceğini söyleyenleri milliyetçilikle, faşistlikle suçluyorlardı. Böylece sosyal bilim yapmış(!) oluyorlardı. Ne gam!
Oysa kültürcülüğün bir tür gericilik ve anti-enternasyonalizm olduğunu yazan Samir Amin gibi bilim adamları da vardı. Çokkültürlü, çok alt kimlikli toplumlar tarihsel bir olgu. Ama Nilüfer Göle ve Ayşe Kadıoğlu gibi "bizimkiler" cemaatçi çok kültürcülüğü ve alt kimlikçiliği (ya da çok kültürcü ve alt kimlikçi cemaatleri) savunmayı çağdaşlık sanıyorlar.
ATOMLARA AYIRMA
"Bugün artık moda ’kültürcülük’tür. Yani birtakım farazi sabitlere (bilhassa dini ve etnik) dayanan insani çoğulculuk görüşü. ’Cemaatçilik’in gelişmesi ve ’çokkültürlülüğü’ tanıma daveti, hep bu tarih görüşünün ürünüdür. Böylesi bir bakış açısı, modern zamanların sınıf mücadelesini globalleşmiş kapitalist sistemin etkilediği halkların katılım biçim ve koşullarını eklemlemeye çalışan tarihsel materyalist geleneğinki değildir şüphesiz." (Samir Amin, "Modernite, Demokrasi ve Din", Özgür Üniversite, s. 156)
Dünkü yazımda da açıklamaya çalıştım: Neoliberal yeni emperyalizm global ideolojisi doğrultusunda kendi bölünmez bütünlüğünü ve bayrağını (yani ulusal devletini) korurken hedef aldığı toplumlarda ulusal devletleri atomlarına ayırmayı tezgahlıyor.
Eski Yugoslavya’da olanları hatırlayalım. Eski Yugoslavya çokuluslu, çokkültürlü ve çokdinli bir "Yugoslav ulusu" devleti değil miydi?
HEDEF: AVI PARÇALA
Bu anlayışa göre "Amerikalı olmaktan gurur duyuyorum" sloganı modern devlet anlayışına uygun, fakat "Ne mutlu Türk’üm diyene!" şiarı şoven milliyetçiliğin simgesi oluyor.
Demokratik ulus devleti sabote eden dinsel ve etnik cemaatçilik sonuçta bağımsızlaşmayı ve kendi cemaat devletini, kendi aşiret devletini kurmayı amaçlar. Bir anlamda, ultra gerici, aşırı milliyetçi bir devlet anlayışına varır.
Küreselci politikanın amacı budur: Kendi bütünselliğini korumak, hedefteki avın bütünlüğünü ve kimliğini parçalamak. Salı günü bu konuya devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2009
ÖZGÜRLÜĞÜ herkes zırvalamak için kullanmıyor. Özgürlük, eşitsizlik için değil eşitlik için gereklidir. Özgürlük ve eşitliğin yanında bir de kardeşlik olur ise gel keyfim gel! Daha önce (31.05.09) azınlıklar konusunda ABD’den bir e-posta almıştım. "Zırvalama Özgürlüğü" başlıklı iki yazıya bir tür cevap niteliğinde gördüğüm bu mesajı da sizlerle paylaştıktan sonra yarından itibaren kendi görüşlerimi açıklayacağım.
* * *
["Uzun yıllardan beri bir göçmen ülkesi olan Amerika’da, New York’ta yaşıyorum. Bu ülkede yaşayan azınlıkların içinde hiçbir grubun Amerika hükümetinden kendilerine daha fazla haklar verilmesini talep ettiklerine tanık olmadım. Tam tersine, başta İspanyol kökenli azınlıklar olmak üzere, bütün azınlık gruplarının başkanları, vatandaşlarına İngilizce öğrenmelerini tavsiye eder, bu ülke kanunlarını bir an önce öğrenmelerini isterler, bu çalışmayı, vatandaşlarının ABD’de rahat etmeleri için yaparlar. Yaşadığım Long Island bölgesinde de yerel yönetimin açtığı ücretsiz İngilizce kurslarına Türk azınlıklar da dahil, pek çok göçmen halen istekle devam etmektedir.
New York’ta ’Little Italy’ ve ’China Town’ gibi belirli azınlıkların yoğunlukla yaşadığı yerler artık tamamıyla turistik semtler haline gelmiştir ve bu gibi yerler Amerika ile özdeşleşmiştir. Üstelik ABD bu göçmenler topluluğunda ULUS kavramını geliştirmek için yıllar içinde iki slogan geliştirmiştir.
1. One nation - one Standard (Tek millet, tek bayrak)
2. I am proud to be an American. Türkçesi ile ’Amerikan olmakla gurur duyuyorum.’
Ulusal televizyonlar dahil pek çok kanalda değişik ülkelerden gelen Afrikalı, Çinli, Hintli, Japon, Avrupa kökenli, Pakistanlı, Latin Amerikalı, Arap, pek çok ülkenin göçmeni çıkıp ’I am proud to be an American!’ derler.
Toplumda çok benimsenmiş olan bu sloganları günlük yaşamın hemen her yönünde görmek mümkün. Özellikle temmuz ayında her Amerikalı bu sloganlarla yatıp kalkar. Amaç, toplumda zaten benimsenmiş olan bu sloganları, ülkeye yeni gelenlere de aşılamak ve ulus kavramından duydukları tatmini tekrar içlerinde yaşamaktır.
Göçmenler ülkesi Amerika’da bunlar olurken, Türkiye’de, ’Ne mutlu Türk’üm diyene!’ yazılarının silinmek istendiğini üzülerek okudum."]
* * *
Okurumuz yorumlu mesajını sürdürüyor ama bu kadarı bile düşüncelerini aktarmaya yeter. ABD kendi ülkesinde "Tek millet, tek bayrak", "Amerikan olmakla gurur duyuyorum" gibi birleştirici deyişleri öne çıkartır. Ki aklı başında her devlet böyle yapar.
Ama ABD dışında, ABD’de yaptığının tam tersini yapıp, mikro milliyetleri, alt kimlikleri, alt kültürleri, çok kültürcülüğü destekler.
ABD’nin kendi ülkesinde ulusal bütünleştirici politikaları kuşkusuz doğrudur. ABD dışında uyguladığı ayrıştırıcı, dağıtıcı politikalar kuşkusuz yanlış. Bir yöneticiye bu durumu sorsak, bu politikanın ABD’nin çıkarlarının gereği olduğunu söyler.
ABD’li bütün entelektüellerin Noam Chomsky’ye benzediğini sanmayalım. Çoğu Beyaz Saray ve Pentagon aydınıdır.
Bu konuda ilk gözlemimi yazacağım: Çok kültürcülük ile dinsel ve etnik alt kimlikçiliğin oluşturucu öğeleri birleştirip bir bütün (ulus) yarattığı hiç görülmedi. Tam tersine ayrıştırıcıdır bunlar. Bütün öğeleri birleştiren (başlangıçta soyut olan) ulus düşüncesidir.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2009
[Şu soruları ta lise dönemimden beri hep sordum, ama daha şu ana kadar tatmin edici bir cevap alamadım ve akrabalarım arasında bile yeterince anlaşılamadım: Ben "Türk’üm" demeye mecbur muyum? Türk olmadan da veya "Türk’üm" demeden de mutlu olamaz mıyım? (Türk olmadığı halde) "Türk’üm" diyeni tebrik eden zihniyet acaba neden (Türk olmadığı için) "Ben Türk değilim" diyecek cesareti gösteren insanları düşman ilan edebiliyor? Bu taassup, bu dar kafalılık ve tahammülsüzlük nereden kaynaklanıyor? Eğer ben Türk değil, Arap olduğumu söyler, Arap kültürünü benimsersem sizin bir Türk ve Özdemir İnce olarak neyiniz eksilir, size ait olan hangi değeri gasp etmiş olurum?
Tabii son 80 yılda uygulanan faşizan siyaset semerelerini verdi maalesef ve bölgemizde "Ben Arap’ım" diyebilecek babayiğitlerin sayısı sıfıra yakın. En cesurlarımız, o da benim gibi ukalaların soruları karşısında biraz utandıkları zaman "Arap kökenli" olduklarını söyleyebiliyorlar. Bu son sözlerimle sizi belki (istemeden) sevindirdim, ama acı gerçek bu.]
IRKÇI ÖFKE
Mesajın son cümlesi gönderenin zihinsel sağlığını ayna gibi yansıtıyor. Müthiş bir ırkçı öfke içinde. Mesajını da bu nedenle yayınladım. Irkçılığın yarattığı intikamcı eziklik duygusu insanın zihin ve ruh sağlığını altüst ediyor.
Mesajı bir gazete yazarı kendi köşesinde her cümlemi, her görüşümü saptırarak yazsa, bunu anlarım. Ama mesaj sahibi kendi uydurmalarını okumam için bana gönderiyor.
20 Mayıs 2009 tarihli yazımda, Mersin’in kuruluşuyla ilgili belgelerin Türkmen köylülerde olamayacağını yazdıktan sonra "Lazkiye’den gelen Nusayri Fellahların Türkmen köylüden farkı yoktur" diye yazmışım. Yani onlarda da belge yoktur, diyorum.
Bizim Arap-Nusayri Mersinli kazı koz anladığı için, Nusayri Arapların "Türk" olduğunu ileri sürdüğümü sanıyor. Liseyi Mersin’de bitirmiş ama hálá Türkçe öğrenmemiş.
KAÇ KEZ YAZDIM
Mersin’de yaşayan Laskiyeli Nusayriler, Türkmenler ve Hıristiyan Araplarla birlikte Mersin kentini kuran ve halkını oluşturan üç unsurdan biridir. Geldikleri Laskiye de, yerleştikleri Mersin de Osmanlı toprağı idi. Nusayrilik de Alevi içinde yer alır ama Anadolu Aleviliğine benzemez. Mersin, Tarsus, Adana ve Hatay’da yaşayan Arap kökenli vatandaşlarımızın çoğu Nusayri’dir. Bunu da kaç kez ben yazdım.
Cumhuriyet’in kurulmasından sonra yeni rejim ve topluma entegre olmak zekásına sahiptiler. Mersin’in siyasal hayatına her zaman katılma iradesine ve olanağına sahip olmuşlardır. Ünlü Nusayri Araplardan Zeki Budur (Beddur) 14 Mayıs 1950’den bir iki gün önce CHP’den istifa edip DP’ye geçtiğine göre tek parti CHP’sinin içinde de yer alıyordu. İstifasını açıkladığı DP mitingine katılan 13 yaşında bir DP sempatizanı olarak bu duruma çok şaşırmıştım. "Ben CHP’deydim ama gönlüm sizinleydi" diyordu.
BAŞKAN DA NUSAYRİ
Nusayri Araplar şu anda bütün siyasal partiler içinde yer alırlar ama çoğunluğu CHP sempatizanıdır. Üçüncü kez Büyükşehir Belediye Başkanı olan Macit Özcan Arap kökenli bir Nusayri’dir. Başarılı olduğu için üçüncü kez seçim kazandı. Belediye başkanları arasında birçok Arap kökenli Nusayri bulunmaktadır. Sayıları nüfus oranlarının çok üzerindedir. Hepsinin yurttaşlık bilinçleri çok yüksektir. Ve bildiğim kadarıyla önce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sonra da Nusayri inançlı Arap kökenli olduklarına inanırlar.
Verimli bir tarlaya girdik. Hesaplaşmayı sürdüreceğim.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2009
’NE mutlu Türk’üm diyene!’ cümlesinden rencide olan zamane ırkçılarını elimizin tersiyle bir yana itelim. Ve bunu bu ülkede rekor düzeyde kullanılan bir "zırvalama özgürlüğü" bulunduğunu bilerek yapalım. Bugünkü yazımın konusu, bir Mersinliden aldığım e-posta. Kendisine yarın cevap vereceğim. Şimdi, bu verimli mesajı birlikte okuyalım:
* * *
"Bir Mersinli olarak, yazılarınızı sadece bazen sonuna kadar okurum, çünkü savunduğunuz Türkçü-milliyetçi çizgi, üstünü biraz solculuk biraz da hümanizmle örtmeye çalışsanız da bana çok itici geliyor.
9 ve 20 Mayıs tarihli yazılarınız bu duruşunuzun tipik örnekleri. Dünyada medeniyet yaratmış halkların hemen hepsinin (Sümerler-Kengerler örneğinde yaptığınız gibi) Türk oldukları iddiasının çoktan tarihin çöplüğüne atıldığını sanıyordum, demek yanılmışım.
Tarsus’ta doğan ve okul hayatının ilk 11 senesini Mersin’de yaşayan ve 1974 senesinde TSG Lisesi’nde diplomasını alan bir Nusayri Fellah olarak hakkımızda parantez içinde yazdığınız ifadeye ve burada da ortaya çıkan genel görüşlerinize itirazım var.
Birincisi, bizimle Türkmen köylüler arasında çok fark var(dı). Bizim anadilimiz Arapça, inancımız Alevilik (ama Hacı Bektaş’sız ve Sultan Abdal’sız vs.), yemek, müzik ve giyim ’kültürümüz’ de epey farklı (idi). Maalesef 1920’lerde başlayan ve bugüne kadar hiç hafiflemeden sürdürülen asimilasyon politikaları ve buna paralel olarak bizim ana babalarımızın duyarsızlığı bizi bitirdi.
Eğer Nusayrilerin Arap değil de Türk olduğuna gerçekten inanıyorsanız, bunu Nusayri fakat şu anda herhalde ateist olan dostunuz ve değerli şair meslektaşınız Ahmed Said’e (Adonis’e) söyleyin, vereceği cevabı ben de merak ediyorum.
İkincisi, bazı yazılarınızda Ermenilerin ve diğer gayrimüslim azınlıkların Türkiye’nin bir zenginliği olduğu anlamına gelebilecek sözler ifade ettiğiniz oldu. Başka yazarlar ve siyasetçiler, hiç de samimi olmasalar da bunu daha açık bir şekilde söylüyorlar. Bunun yanında, Kürtler gibi Arapların da, Müslüman azınlıklar olarak kendi benliklerini, kültürel özelliklerini korumaları ve bu zenginliğe kendileri kalarak katkı sunmaları daha iyi olmaz mıydı?
Burada, biz Arapların kişisel gayretleri tabii ki çok önemli bir etken veya bu gayretin eksikliği bizim en büyük hatamız ama devletin ve sizin gibi aydınların tahammülsüzlüğü (hoşgörüsüzlük demiyorum, çünkü himmetinize ihtiyacım yok) ve yapılan baskıların soyut bir ’birlik-beraberlik’ kavramı adına kutsanması bence daha büyük tahribata sebep oldu. Yukarıda da belirtmiştim, anne ve babalarımız duyarsızdı ama dedelerimiz ve nenelerimiz bu konuda çok duyarlı idiler, mesela annemin babası (...) ve gururlu bir Arap kadını olan babamın annesi bize anadilimiz Arapçayı öğretmek için çok emek harcadılar.
Bir zamanlar (Demokrat Parti’den önce) sadece Arapça konuştukları için insanlara para cezası kesiliyor ve hatta bazen bu yüzden hapse girenler bile oluyordu. Fakat biz, çok daha ağır baskılara maruz kaldıkları halde kendilerini kısmen de olsa koruyabilen Kürtler kadar olamadık."
* * *
Mesajın son bölümünü yarınki yazımın başında yayınladıktan sonra, Mersinli Arap Nusayri’nin görüşlerini ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2009
’BİR Polis Meslek Yüksek Okulu’ (05.06.09) başlıklı yazımın yayınlandığı günün mesai saati içinde Polis Akademisi Başkanlığı’ndan bir açıklama yazısı geldi. Hiçbir yasal zorunluluk bulunmamasına karşın bana gönderilen bu yazıyı bir "kandırılmışlık" duygusu içinde aynen yayınlıyorum: * * *
"05.06.2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde ’Bir Polis Meslek Yüksek Okulu’ başlıklı köşe yazısıyla ilgili olarak aşağıdaki açıklamanın yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur.
Söz konusu yazıda; PMYO sınav sorularının belirli gruplara ait dershanelerde dağıtıldığı ve böylece öğrencilere PMYO sınavının kazandırıldığı iddia edilmektedir. Halbuki, Polis Meslek Yüksek Okulu Yazılı Sınavı’nda sınav sorularının hazırlanması, basımı, sınav merkezlerine dağıtımı ve sınavın yapılması, ilgili mevzuat hükümleri doğrultusunda ÖSYM Başkanlığı tarafından gerçekleştirilmektedir.
Ayrıca, söz konusu yazıda soruları önceden temin etmek suretiyle PMYO’yu kazandığı ileri sürülen öğrencilerin Türk Dili ile Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi derslerinde zorlandıkları ve bütünleme sınavına kaldıkları iddia edilmektedir. Oysa istatistiki bilgiler bu iddiayı yalanlamaktadır. 2008-2009 Eğitim-Öğretim yılında 24 PMYO’da öğrenim gören toplam 6425 1. sınıf öğrencisinden Olay Yeri İnceleme Dersi’nden 784, Ceza Muhakemesi Hukuku Dersi’nden 758, Yabancı Dil Dersi’nden 611, Hukuk Başlangıcı Dersi’nden 572 öğrenci bütünlemeye kalırken İnkılap Tarihi Dersi’nden sadece 251 öğrenci bütünlemeye kalmıştır. Toplam 6343 2. sınıf öğrencisinden ise sadece 39 öğrenci İnkılap Tarihi Dersi’nden bütünlemeye kalmıştır. Görüldüğü üzere İnkılap Tarihi Dersi’nden 1. sınıfların sadece % 4’ü bütünlemeye kalırken 2. sınıfların ise % 1’inden daha az sayıda öğrenci bütünlemeye kalmıştır. Okul sayısına göre oran yapıldığında ise 1. sınıflardan her okulda yaklaşık 10, 2. sınıflardan ise her okulda yaklaşık 2 öğrenci bütünlemeye kalmıştır. Bu oranların ise makul ve kabul edilebilir ölçüde olduğu aşikárdır.
Bu gerçekler ışığında, iftira ve karalamaya yönelik soyut iddialar içeren, somut bilgi ve belgelerden yoksun, isimsiz ve adressiz bir mektubu, herhangi bir araştırma yapmaksızın ve Türk Polis Teşkilatı’nın personelini yetiştiren yüksek öğretim kurumunu töhmet altında bırakacak şekilde gazete köşesinde yayınlamanın basın ahlakı ve iyi niyetle uyuşmadığı açıktır.
Gerçek dışı ve asılsız suçlamalar içeren söz konusu köşe yazısını şiddetle kınıyor, bu ve benzeri çirkin karalamalara rağmen Polis Meslek Yüksek Okullarımızın, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün çağdaş uygarlık ülküsüne gönülden bağlı öğrenciler yetiştirmekte kararlı olduğunu kamuoyunun bilgisine sunuyoruz."
CEVABA YANIT
Beni zerre kadar tatmin etmeyen bu hızlı cevaba ben de aynı hızla ve on dakika içinde e-posta ile cevap verdim:
"Yayınladığım mesajın yazarı, adını ve soyadını bana vermiştir. Güvenliği nedeniyle kaynağımı açıklayamam. Basın etiği gereği bana gelen bir ’ihbar’ı sadece yayınladım. İddia edilen olguya dikkat çekmek istedim. Ayrıca siz de bilirsiniz ki iddiaları incelemek olanağına sahip değilim. Çünkü ihbarda bulunan öğrenci okuduğu okulun adını vermiyor. Mektubu yayınlamayıp size başvursaydım, gönderdiğiniz yanıta benzer bir açıklama yapacaktınız. Benim görevim bir gazete yazarı olarak iddia edilen olayı kamuoyuna duyurmak. Ben sadece bunu yaptım.
Bu arada, gerçeği 8-10 saat içinde bulma hızınıza şaşırdığımı da söylemeliyim."
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2009
LÜKSEMBURG’da bir sabah gazete almak için otelin yanındaki dükkána gittim. Niyetim birkaç Fransız gazetesi ile biri solcu, biri sağcı iki gazete satın almaktı. Kapının yanındaki rafta Hürriyet’in Avrupa baskısı bana el sallamaya başladı. Kasadaki adama sordum. Her gün dört-beş Hürriyet satılıyormuş.
Otele döndüm. Avrupa Şiir Akademisi’nden arkadaşlar, gazetelerime hücum ettiler. Hürriyet’i görünce şaşırdılar. "Nece bu?" diye sordular.
"Benim yazdığım gazete bu işte, Avrupa’da bir yabancı dilde en çok satan gazetede!" dedim böbürlenerek. Birkaç akademi üyesi önümde saygıyla reverans yaptı. Arkadaşlarıyla gurur duyduklarını söylediler. Akademi üyesi olarak hepimiz eşitiz, ama ben Hürriyet yazarıyım. Böyle düşünüyorlar işte!
* * *
Paris’te, eskiden sol kıyıda sadece Saint-Michel Metrosu’nun ağzına yakın gazetecide satılırdı Hürriyet. Bir de Place de la Sorbonne’a yakın bir gazetecide.
Bir gün Montparnasse’da Rue du Depart’dan 14 Haziran 1940 alanına çıkıyordum gazete ve dergi almak için. Karşıma Hürriyet çıkmaz mı? Hürriyet Avrupa’nın Mehmet Ali Birand’ın yazısı için kestiğim sayfasında 22 Nisan 2009 yazdığına göre, o "bir gün" 22 Nisan imiş.
Hürriyet Avrupa’nın bir sayfasında öteki gazetelerden aktarılan bir yazarlar antolojisi yayınlanıyor. Mehmet Ali Birand’ın yazısının başlığı dikkatimi çekti: "Kıbrıs’ı düğümlediği için AB’ye bravo."
Gazeteci kökenli "köşe yazarları"nın büyük bir bölümü álem oluyor doğrusu. Çok gözüpek oluyorlar, çelişkiden, kendi kendini tekzipten kesinlikle yılmıyorlar. Yazı çizelgeleri bir kardiyografi çizgilerine benziyor. Şöyle pürtüklü de olsa, biraz engebeli de olsa bir cetvel çizgisine benzerine rastlamak çok zor!
* * *
M.Ali Birand, Avrupa Birliği’ne "Bravo!" çektiği yazısında dividini hokkaya banıp şunları yazmış:
Kıbrıs’ta "CTP’nin seçimi kaybetmesinin tek nedeni, Annan referandumu veya AB’nin sözlerini tutmaması olduğunu hepimiz biliyoruz."
Efendim, dağ fare doğurduktan, umut dağlarına kar yağdıktan sonra biliyorsunuz neyin ne olduğunu? Atı alan Üsküdar’ı geçtikten, "Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye" atasözü bir kez daha doğrulandıktan sonra herkes bilir.
Önemli olan, olacağı, olmadan görmek, olacak olanı önceden haber vermek. Ben olacakları M.Ali Talat seçilirken de, Annan Planı referandumundan önce de yazıyordum. Ama M.Ali Birand, benim dış siyasetten zerre kadar anlamadığımı söylüyordu, beni küçümseyerek.
M.Ali Birand, hayal kırıklığı içinde bir zamanlar körü körüne desteklediği Avrupa Birliği’ni yerden yere vuruyor:
"Avrupa’nın beceriksiz politikacıları ve Türkiye’deki çözüm aleyhtarları el ele verdiler ve Kıbrıs’ta iktidarı değiştirdiler. Tebrik ederim."
M.Ali Birand gene yanılıyor. Türkiye’de kuşkusuz "çözüm aleyhtarları" vardır. Sayılarını bilemem. Ama "Ver kurtul!" anlayışına karşı çıkanların tamamını karşıt olmakla suçluyorsa bir kez daha yanılıyor. Rumların, Annan Planı’na "Evet" diyeceklerini sanan M.Ali Birand kardeşimiz biraz da kabahati kendi dar ve sığ görüşlerinde aramalı. Değil mi yani?
Yazının Devamını Oku