5 Haziran 2009
KÖY enstitüleri, Toprak Reformu, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ve imam hatipler, feodal yapı ve ağalık düzeni ortak bağlamında yazdığım yazılarda bir kez olsun Fethullah Gülen’in adını anmadım. Buna karşın, dünyanın dört bir yanından, Fethullah cemaati yönünden gelen saldırılara uğradım. Bir okurdan gelen (adı-soyadı ve adresi belli) bir mektubu bu saldırılara cevap olarak yayınlıyorum:
SORMAZLAR
"Ben Polis Meslek Yüksekokulu öğrencisiyim. Güvenli olmadığını düşündüğüm için hangi ildeki olduğunu belirtmeyeceğim. Şu an okumakta olduğum Polis M.Y.O’da 300’e yakın devremizde yalnızca 5-10 kişi normal hakkıyla kazanıp gelenlerdeniz. Normal hakkıyla kazanıp gelmek ne demek diyeceksiniz. Şöyle ki Fethullah Gülen grubunun kendi dershanelerinde PMYO sınavı soruları dağıtılmakta. Liseyi zor bitirmiş, ÖSS’den barajı kılı kılına geçmiş öğrenciler bu dershanelerde soruları alarak, ezberlemek suretiyle sınava giriyorlar ve doğal olarak kazanıyorlar. Dediğim gibi 300’e yakın devrede 5-10 kişi ancak normal kazanmakta. İllegal şekilde okula gelen öğrenciler Türk Dili, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi derslerinde çok zorlanıyorlar. Bütünleme sınavlarına kalıyorlar. Hatta pişkince ’Çalışsak da yapamıyoruz hocam!’ gibisinden ifadeler kullanıyorlar. Neden? Çünkü bilmiyorlar bu dersleri. Ama polislik sınavını kazanmak için sınavda % 50’den fazla sözel soru var ve bu sorular Türk Dili, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi derslerinden oluşuyor. O zaman bu okulu sen nasıl kazandın diye sormazlar mı? Cevap: Sormazlar. Çünkü okuldaki sıralı amirler, öğretim görevlileri de bu şekilde Fethullah Grubu’nun özenle seçtiği kişiler. (Emniyetteki teşkilatlarından haberinizin olduğunu düşünüyorum.)
C:1, S: 119
’Nihai hedefe ulaşana kadar, yani sonuca ulaşana kadar; her yöntem, her yol mubahtır. Bunun içerisine yalan söylemek de, insanları aldatmak da girer...’ (Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla, C:1, S:119)
İslam ile bağdaşmayan, böyle bir şeyi yazan insanın peşinden kitleler koşuyor.
Bizim okulda gazete panosunda Zaman Gazetesi başı çeker ve okula başka gazete sokmak kesinlikle yasaktır. Bizim okuldaki öğrenci gazinosunda Televizyonda Kanal 7 ve Samanyolu kanallarından başka bir kanal izlenmez, izlenemez! Bizim okulda mescide gitmeyenler dışlanır. Namaz kılmayanlara değişik yöntemlerle psikolojik baskı yapılır.
Bizim okulda hafta sonları üniversitelerden belirlenmiş Fethullahçı abiler geziler düzenler. Toplu evlere giderler, sohbetler beyin yıkama merasimleri vs. vs.
TSK DÜŞMANDIR
Bizim okulda Atatürk’ü savunmak yürek ister. Bizim okulda Atatürk ilkelerinden bahsetmek (özellikle laiklik) dışlanmak, yüzünüze bakılmamak gibi sonuçlar doğurabilir.
Bizim okulda Türk Silahlı Kuvvetleri düşmandır! (Evet yanlış duymadınız.)
Lütfen medya olarak daha güçlü, daha sağlam adımlar atmanızı istiyorum.
Benim bu okulda harcanmam an meselesidir. Neden mi? Çünkü onlardan değilim. Çünkü Atatürk ilkelerine bağlıyım. Atatürk ilkelerine bağlı bir Türk olduğum için benim onların gözünde bir sürüngenden farkım yok."
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2009
NÁZIM Hikmet 3 Haziran 1963 günü ölmüştü. 46 yıl olmuş. 61 yıllık ömür ve 46 yıllık ölüm sonrası hayat toplamından geriye "yapıt"ın dışında şairlere bir kıssadan hisse de kaldı: Gerçek ve doğru olan şiiri yazın, hiçbir güç yenemez sizi! Názım’ı saygıyla anmak için "Benerci Kendini Niçin Öldürdü?" adlı kitabında yer alan "Bir Provokatör Üstünde Hiciv Denemeleri" (1935) adlı uzun şiirden bir bölüm yayınlıyorum.
* * *
[Sen çıkmadın
çıkardılar karşıma seni!
Kıllı, kara elleriyle tutup enseni
gövdeni yerden bir karış kaldırdılar,
sonra birdenbire
bırakıp yere
seni pantolonumun paçasına saldılar.
Bir düşün oğlum,
bir düşün ey yetimi Safa,
düşün ki, son defa
anlayabilesin:
Sen bu kavgada
bir nokta bile değil,
bir küçük, eğri virgül,
bir zavallı vesilesin!..
Ben, kızabilir miyim sana?
sen de bilirsin ki, benim ádetim değildir
bir posta tatarına
bir emir kuluna sövmek,
efendisine kızıp
uşağını dövmek!
Sen de bilirsin ki, jurnal esnafı, senin gibiler
tutulup kulaklarından birer birer
teşhir edilirler?
Ben, sadece söküp
bir fitnenin otuz iki dişini,
ve Babıáli kaldırımlarına döküp
geleceğini geçmişini
aldım omzuma işte bu teşhir işini...
(...)
Bir düşün oğlum,
bir düşün ey yetimi safa,
bir düşün ve benden öğren ki son defa:
FİKİR dediğin şeyin
Karabet ustanın uduna benzemez suratı.
O, ne şapırtılarla çiğnenen bir sakız,
ne "Vatan-Silistre"de Abdullah Çavuş’un tiradı,
ne de "Bir Akşamdı"da müteverrim bir bayan ilacıdır.
O, şahlanmış bir savaş kılıcıdır.
Bu ata atlayacak yürek
ve kabzaya bilek
gerek.]
* * *
Şiir 74 yaşında, ama gıcır gıcır, yepyeni. Günümüzün anlam ve önemine uygun!
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2009
OKULU bitirmiş, diplomamı almış, atamamın yapılmasını bekliyordum. 1960 yılının haziran ayında iki şair ve gazeteci ağabey Mehmet Kemal ve Ahmed Arif ile Ankara’nın Piknik’inde sohbet ediyorduk. "Bu kafa" ile öğretmenlik işinde tutunamayacağımı, bu nedenle tez elden gazetecilik işine başlamamı tavsiye ediyorlardı. Ahmed Arif, çalıştığı gazetede bana yardımcı olabilirdi. Benim kafamda bir başka tasarı vardı, öğretmenlik yaparken sınava girip Fransa’ya gidecektim. Fransa’ya gittim, ama iki şairin falı da çıktı!
41 SATIR
Sonuçta, sarı basın kartı sahibi olarak TRT Televizyonu’nda geçen 15 yılı saymazsak gazetecilik yapmadım ama (dedikleri gibi) "Ertuğrul Özkök sayesinde" yazılarımı Hürriyet Gazetesi’nde yayınlama olanağına kavuştum. Fakat ben bir gazeteci-yazar değilim. Gazetede yazan bir edebiyat yazarıyım. Edebiyat ve Fransız dili dışında her konuda otodidaktım.
Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan 41 bilgisayar satırlık yazıların satır sayısı sınırlı olmayan benzerlerini 1980-2000 yılları arasında edebiyat ve sanat dergilerinde yayınladım. Toplamı birkaç bin sayfa eder.
PANTHEON HİYERARŞİSİ
Bu satırlar ne bir CV özeti, ne de bir özeleştiri denemesi. Ertuğrul Özkök "Tanrı Yazar" tipinden söz ettiğinden bu yana kafamda gezdirdiğim bir yazının giriş ya da önsöz gibi bir şeyi. Tamamını Özgür Edebiyat Dergisi’nde yayınlayacağım.
Küçük "t" ile yazılan hiçbir tanrı Zát-i Mutlak (Allah) değildir. Ertuğrul Özkök’ün sözünü ettiği nitelik sanırım Zát-i Mutlak değil. Mitolojik tanrılardan söz ediyor gibi. Ancak bu mitolojik tanrıların oturduğu Pantheon’da kaoslu bir hiyerarşi vardır. Bu tanrıların erdemleri, kusurları, tutkuları vardır. İnsanlar tarafından yaratıldıkları için insan huyludurlar.
Ancak bu mitolojik tanrıların iyi bir yanı da vardır: İnsanları kendileri için savaşmaya zorlamazlar. Ancak savaşlarda taraf tutarlar. Mitolojik Pantheon’da her tanrıya yer vardır, bulunur. Bu türden bir gazete yazıcısı sevimli gelir bana: Prometheus, bol memeli Kibele.
DEĞİRMEN ÖĞÜTÜR
Ertuğrul Özkök sanki bu mitolojik tanrılardan değil de monoteist dinlerin tek Tanrısından söz ediyor gibi. Kendini bu türden bir Gazeteci-Tanrı sanan bir yazıcı varsa eğer "köşesi" ancak Mahzar Osman’ın yönettiği bir gazetede olabilir.
Ertuğrul Özkök’ün "Tanrı Yazar" dediği tipe "Hakem Yazar" diyorum ben. Babıáli bunların yüzlercesini değirmeninde öğütüp rüzgára savurmuştur. "Tanrı Yazar" kuşkusuz vardır. Ancak, para ve maaş karşılığı yazan hiçbir ölümlü Tanrı Yazar olamaz. O şans sadece edebiyat yazarlarına verilmiştir. Tanrı Yazar gazetelerde yazmaz, yazamaz, yazdırmazlar; ısmarlama yazı yazmaz. Haberi gazete yazısına dönüştüren emekçiler ise sadece yazıcı olur.
BEN TARAFIM
Dürüst bir gazetede sadece haberler tarafsız olur. Hakem yazıcılar, "Silahlar susmadan barış gelmez", "Laikçiler dindarlarla uzlaşma yolları aramalıdır" türünden anlamsız cümleler kurarlar. Ben "Haber"den bağımsız yazdığım için ne hakemim, ne de küçük bir tanrı. Takım oyuncusu da değilim. Hiçbir zaman olmadım. Olmak istemedim.
Ben taraf tutarım. Sabahın alacasında bir dağa tırmanmaya çalışan birini görürseniz eğer, hiç kuşkunuz olmasın, o, ya benim ya da bana benzeyen biri, benzediğim biridir!
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2009
TÜRKİYE ve dünya, çeyrek yüzyıldır bir zihinsel koma durumunda yaşıyor. Özellikle Türkiye’de insanlar neo-liberal düşüncenin pıstırıcı saldırganlığı altında eziliyor. Sadece sıradan insanlar değil, akademik çevreler bile aynı saldırganlığın etkisi altında, bütün bilimsel cesaretlerini yitirmiş. Dünyanın sonu olarak ilan edilen kapitalizm ile liberalizmin küresel ideolojisi toplumlara seçeneksiz bir kader ufuksuzluğu sunuyor.
Oysa insanlığın sahip olduğu, benim "dünya bilgisi" dediğim sosyal ve felsefi bilgiler, mekanik ve elektronik ürünler gibi yürürlükten, kullanımdan dışlanmazlar. Külüstüre çıkmazlar! Böyle olmasaydı, Taha Akyol’un uzun yıllar kitaplıklarda tozlanan sevgili Max Weber’i ısıtılıp masaya konulabilir miydi? Liberallerin ölümünü ilan ettikleri Karl Marx tekrardan saygınlık kazanabilir miydi?
Siz bizim "sabık" ve "sakıt" libero solcuların kasıntılı jest ve mimiklerine bakmayın, artık Türkiye’de de alternatif yönelim ve hayatlar sunan bir bilim adamları topluluğu var: Bağımsız Sosyal Bilimciler (BSB).
* * *
Ne hikmetse, dünya serbest ticaretinin, ulusal ve uluslararası düzeylerde, ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin dramatik bir şekilde yükselişine yol açtığı unutuluyor. Aşırı yoksulluğun bir ölçüde azalmasına karşın bu yoksul-varsıl (zengin) ikiliğinin devam etmeyeceğinin hiçbir belirtisi de yok. Dünya serbest pazarının doksanlı yılların sonunda ürettiği türden ekonomik istikrarsızlığın yarattığı koşullarda eşitsizlikler yükseliyor. Bu da yeni yüzyılın bütün toplumsal ve siyasi gerilimlerinin temel nedeni olarak ortaya çıkıyor. Sözünü ettiğimiz küreselleşme tapıncı, en çok kendisinden en az yararlananları vuruyor.
Eric J.Hobsbawn’ın Fransa’da yayınlanan son kitabı "L’Empire, la democratie, le terrorisme" ("Globalisation, Democraty and Terrorisme")’de yukarıda aktardıklarımı okuyoruz (S.11). Dergiler "Liberalizmin Çöküşü" cümlesini cesaretle kapak yapıyorlar.
* * *
Yukarıda sözünü ettiğim Bağımsız Sosyal Bilimciler’in kurucu adlarını sunmak istiyorum: Korkut Boratav (Ankara Ünv. SBF), Nazif Ekzen (Anka Ajansı), Yakup Kepenek (TBMM), Aziz Konukman (Gazi Ünv.), Ahmet Haşim Köse (Ank. Ünv. SBF), Oğuz Oyan (TBMM), Cem Somel (ODTÜ), Ahmet Alpay Dikmen (Ank. Ünv. SBF), Sinan Sönmez (Atılım Ünv.), Fikret Şenses (ODTÜ), Erol Taymaz (ODTÜ), Oktar Türel (ODTÜ), İşaya Üşür (Gazi Ünv.), Galip Yalman (ODTÜ), Erinç Yalman (Bilkent Ünv.).
Bağımsız Sosyal Bilimciler (BSB) topluluğu Türkiye ekonomisinin ve toplumsal dokunun çözülmesine yol açan neo-liberal politikalara karşı toplumu bilinçlendirmek kaygısıyla kuruldu. BSB’nin amacı şu: Günümüzde uygulanan neo-liberal politikalar için öne sürülen gerekçelerin zaaflarını ve bu politikaların sonuçlarını bilimsel tahlillerle saptamak ve bunun karşısında toplumun çoğunluğunun (yani emekçilerin) gereksinimlerine uygun politika önermeleri geliştirmek.
* * *
BSB’nin tek tek ve ortak kitapları Yordam Kitap tarafından yayınlanıyor. Son ortak kitapları "Türkiye’de ve dünyada ekonomik bunalım, 2008-2009"u da Yordam Kitap yayınladı.
Okuma yazma bilen herkese tavsiye edeceğim yalan bozucu (demistifikatör) bir kitap!
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2009
BAŞBAKAN "Yıllarca bu ülkede bir şeyler yapıldı. Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Acaba kazandık mı? Bunların üzerinde durarak düşünmek lazım. Aklıselim ile bunların üzerinde düşünülmedi. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi. Bu hatalara zaman zaman biz de düştük" dedi ve gene ortalığı karıştırdı.
Demek ki gizlenmek istenen bir şeyler var.
Başbakan haklıdır, Rum garsonların gitmesinden sonra İstanbul meyhanelerinde servis kalitesinin düştüğü yıllardır söylenir. Pire lokantalarında çalışan Rum garsonlar da Türklerin verdiği bahşişleri özlemle yad ederler.
Başbakan’ın söyledikleri de böyle bir şey. Ama dünya ve Balkanlar bunları ciddiye almakta.
* * *
İlkin kendi konumumu tespit edeyim: Hayatın boyunca, "Biz böyle yaptık ama onlar da yapmıştı" demedim. Aslında birbirine bağlı ve bağımlı olayları bağımsız ve bağlantısız olarak değerlendirmeye çalıştım. Bu nedenle, ulus devletlerini kurarken Balkan ülkelerinin bol bol döktüğü "Müslüman" kanını masaya sürmeyeceğim, sürmem. 1821-1921 yılları arasında Helenizmin işlediği cinayetleri, tehcirleri de hatırlatmam. Bulgar mezalimini öğrenmek isteyenlere Hüseyin Recai Efendi’nin "Zağra Müftüsünün Hatıraları"nı tavsiye ederim.
Başbakan’ın iddiaları ciddi bir tarih eleştirisi karşısında kar gibi erir gider. Silahşörleri ile tartışmanın da herhangi bir faydası yoktur. Çünkü "Kurtuluş savaşı yapmanın hiç de gereği yoktu" bile diyebilirler, ki demişlerdir.
* * *
1930’larda "komünist", karısını başka erkeklerle paylaşan deyyus anlamına geliyordu. 1960’larda buna zenginlerin malını elinden alan haydutlar yorumu da eklendi. Üretim araçlarının bireylerin elinde olmayıp devlet elinde toplanması anlamına geldiği düzeyine hálá ulaşılamadı.
"Faşist" ve "faşizan" sıfatları da öyle. 1920’lerde, 30’larda saygın bir sıfattı. O yıllarda dünyanın yüzde 95’e yakın ülkesi bu rejimle yönetilmekteydi. Bu iki sıfat ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra saygınlığını yitirdi.
Başbakan isterse aziz dostu Berlusconi’ye sorsun. Bir romantik örgütün başkanlığını paylaştığı İspanya başbakanına sorsun.
Şu çok beğenilen "geçmişle yüzleşmek eylemi" bir siyasal ve entelektüel mastürbasyondan başka bir şey değil aslında. Yüzleştin de ne oldu? En azından ülkeden kaçan Ermeni ve Rumların mallarının üzerine oturanların elinden gasp ettiklerini geri alacak mısın? Trakya’da tehcir edilen Yahudi vatandaşlarının dramına çözüm getirebilir misin? 6-7 Eylül saldırılarını düzenleyen zamanın iktidar partisine "aziz" muamelesi yapmaktan vazgeçecek misin?
* * *
Başbakan’ın aldığı eğitim bu türden toplumsal olayları anlamaya elverişli değil. Ama durumuna denk düşen atasözlerimiz var: "Lafla peynir gemisi yürümez", "Halep ordaysa arşın burada." Aç tamir kutusunu ve başla tamirata! Elini tutan mı var?
Kendisine 6-7 eylül mağdurlarından gerçekten özür dilemesine olanak sağlayacak bir jest önereceğim. Arasında iyi öğrenim görmüş, Türkçe ve Yunanca’yı çok güzel konuşan, iki halkı ve iki kültürü çok iyi tanıyan çocuklar var, Herkül Milas gibi. Bunlardan birini Atina’ya TC Büyükelçisi olarak tayin ettirsin. Azınlıklara bazı konularda pozitif ayrımcılık uygulasın.
Son söz: Başbakan, tek parti döneminin, DP dönemi tevkifatlarının, bütün darbelerin hedef tahtası yaptığı Türkiye solundan da herhangi bir özür dilemeyi düşünüyor mu acaba?
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2009
İLKİN "taviz" nedir ona bakalım. Türkçesi "ödün". Ama Arapça kökenli bu sözcüğün Osmanlıca sözlükteki anlamı şu: "Bedel verme, karşılık olarak bir şey verme, verilme."
Bu kadar açıklama yeter. Açıklamalı anlam bir değiş-tokuş eylemini betimliyor, tasvir ediyor.
Bir ticaret, bir trampa söz konusu.
Karşılığında bir şey almadan bir şey vermeye taviz ya da ödün denmez, denilemez. Ama bizde tavizin, ödünün karşılıksız verildiği sanılıyor.
Sözcüksel anlamını bilmeden yapılan her eylem yanlışın tuzağına düşer.
Önce yaptığın işin sözcük anlamını bileceksin!
* * *
1970’lerin ortasında Yunanistan’la aramız iyileşmeye başladığı, ders kitaplarının karşılıklı taranması düşünülmeye başlandığı bir sırada, TRT Yönetim Kurulu’nda, televizyon programlarıyla ilgili bir toplantıya davet üzerine katıldığım bir gün, ortamın barışçı havasından yararlanarak şöyle bir öneride bulundum:
"Açılış jeneriğindeki askerli görüntüyü kaldıralım. Televizyona militarist bir hava veriyor. İstiklal Marşı ile bayrak yeterli" dedim. Yönetim Kurulu’nda yüzler gerildi.
Hızımı alamayıp "Her yıl 26 Ağustos’ta başlayıp Yunan’ın Akdeniz’e döküldüğü 9 Eylül’e kadar her gün yayınladığımız ’Kahpe Yunan’ edebiyatının yerine barışçı bir mesajı olan yayınlar yapalım" demek gafletinde bulundum. Gözümü oyacaklardı.
"Önce onlar başlasın!" dediler.
"Öncelik ve karşılık beklemeden biz başlayalım. İyi bir jest olur!" dedim.
Ama kimseyi inandıramadım!
"Jest"te bir karşılık beklentisi yoktur. Ama bizde jest ile taviz karıştırılıyor.
* * *
CHP’nin tarihi, karşılık olarak kaz beklerken elindeki tavuktan olduğu taviz girişimleriyle doludur. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştur.
Atatürk’ün ölümünden sonra bunun örneklerine bol bol rastlarız. Atatürk hayattayken devrimlere karşı çıkmaya cesaret edemeyen CHP içindeki muhalifler, devrim karşıtları, 10 Kasım 1938’den sonra yeraltından çıkmaya başladılar.
Atatürk hayattayken bile, 1928’den itibaren toprak reformuna karşı çıkmışlardı. Ama daha sonra CHP içinde muhalif bir parti olarak çalışmaya başladılar. Aynı durum köy enstitüleri, imam hatip okulları konusunda da ortaya çıktı.
CHP yönetimi, parti içi muhalefeti susturmak için kendi yaptıklarını kendi eliyle bozdu. Doğru deyişle karşılıksız tavizler verdi. Ama bütün tavizlere karşın muhalifleri tatmin edemedi, muhalefetin Demokrat Parti’yi kurmasına engel olamadı.
Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında "Din düşmanı" ve "Komünist" suçlamalarından kurtulmak için ezanın Arapça okunmasına destek verdi TBMM’de.
Hiçbir şeyin değişmediğine günümüzde tanık oluyoruz.
Kıssadan hisse: Devrimler, karşılığı ne olursa olsun taviz konusu yapılamaz.
* * *
Tavizin ecele fayda etmediğini Kıbrıs görüşmelerinde de görüyoruz yıllardır. Türk tarafı bir taviz olarak, şirinlik muskası olarak, Annan Planı’nı onayladı. Onayladı, çünkü Rum Kesimi’nin de onaylayacağına inandırılmıştı. Yes be annem!
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2009
BASINDA yer alan misyonerlik ve annesinin Hıristiyan olduğu yönündeki iddialara nüfus káğıdı örneğini göstererek cevap veren rahmetli Türkan Saylan şöyle demişti: "Benim hiç gizli saklım yok. Benim annem İsviçre kökenli, İngiltere’de doğmuş, büyümüş ve ilk defa bir Türk vatandaşıyla evlenip buraya gelmiş. Babamla evlenip hamile kalınca gidiyorlar, Müslüman oluyor ve Leyla adını alıyor. Kütükte bunların hepsi yazılı. Nereden çıktı, bu nasıl oldu? Biz annemi Müslüman mezarlığına gömdük."
* * *
Değerli Türkan Saylan’ın bu sözlerini Paris’te okuduğum bir gazeteden not etmişim. Gazete adını ve tarihi atlamışım. Yanımda götürdüğüm gazetelerden birinde olabilir. Değilse, Hürriyet Gazetesi’nden aktarmışımdır. Kaynak göstermediğim alıntılar beni rahatsız eder.
Eşsiz ve benzersiz Türkan Saylan’ın bu sözleri beni yerin dibine geçirip isyan ettirmişti. Birtakım rezil herifler onu aşağılamak için kökenlerini dillerine doluyorlardı. Bunu yapanları bir DNA sınavına sokalım, bakalım kaçının kökeninde Ermeni, Rum, Arap, Rus, Bulgar çıkar. Kimse Türk ve Müslüman olarak doğmak ve "olmak" zorunda değil.
Kimse kökenlerini seçme şansına sahip değil. Din iman meselesi ise kişinin özgür seçimine bağlı. Bu ülkenin vatandaşı olan ama Türk kökenli ve Müslüman olmayanlar bu "rezil herifler"den çok daha onurlu ve şereflidirler.
Ancak Türkiye’de öylesine bir rezil baskı vardır ki şu köken işini umursamayacağını sandığımız insanların bile rahatsız olduklarına tanık oldum.
1960’ların başında Özdemir Nutku ile evliyken tanıştığım Sevgi Soysal’ın annesi Alman’dı. Birkaç yıl öncesine kadar, annesinin Alman olduğunu herkesin bildiğini düşünüp sıkıldığını söylerdi. Bunu söyleyen bu memlekette tanıdığım en gözü pek, gözü kara kadınlardan biriydi. Bunu duyduğum zaman şaşırmıştım. Şaşırdığımı söyleyince "Senin annen de Alman olsaydı görürdüm gününü" dediğini anımsıyorum. Peki nerede Müslüman-Türk, Türk-Müslüman hoşgörüsü?
* * *
Gazetedeki yazılarıma, gazetedeki fotoğrafıma bakıp benim Selanik dönmesi ya da doğrudan Yahudi olduğumu yazarlar bana. Bunu yazmayanlar Ermeni ya da Yunan dölü olduğumu yazarlar. Olsam ne olacak, olmasam ne olacak? Ermenilikten, Rumluktan, Yahudilikten neden üstün olsun Türklük? Bilim adamları bizimkilerden kat kat daha fazla. Ermeni güreşçiler bizimkilerin sırtını mindere yapıştırıyor, Ermeni halterciler yarışmaya bizimkiler kaldırmayı bitirdikten sonra giriyorlar; Yunan basketbol takımlarının ulaştığı başarının yarısına bizimkiler ulaşmış değil; Yahudi bilim adamlarının yaptığı bulgu sayısı bütün Türk ve Müslüman ülkelerin toplamının onlarca, yüzlerce katı daha fazla.
Hıristiyan hayırseverler üniversitelerine, hayır kurumlarına, araştırma laboratuvarlarına Türk ve Müslümanların yaptığının binlerce katı daha fazla yardım ediyorlar.
Müslüman dünyanın sahip olduğu dört beş Nobel ödülüne karşılık geriye kalan bütün ödülleri Türk ve Müslüman olmayanlar almış. Bu rezil herifler Mersin Asri Mezarlığı’nı görseler bile adam olamazlar, vesselam!
* * *
Anıtsal Türkan Saylan bir hafta önce aramızdan ayrıldı. Bir kahraman gibi onuruyla yaşadı, bir kahraman gibi onuruyla öldü. Bir ölümlü için bundan daha büyük ödül olamaz!
Aynı toprağa gömülseler de bir rezil gibi yaşayan "rezil herifler"in ölümü de rezilliktir.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2009
HASAN Cemal ve İsmet Berkan gibi mümtaz şahsiyetler Ergenekon Davası’nın memlekete demokrasi getireceğine sofuca inanıyorlar (Hasan Cemal, Milliyet, 18.04.09). Dava sonuçlanacak, suçlular cezalarını bulacaklar ve demokrasi adlı haspa, bir sınır kapısından Türkiye’ye giriş yapacak. Hasan Cemal’e göre, "Ama ülkeye demokrasiyi getirecek bir davanın demokrasinin, insan hakları ilkelerinin çiğnenmediği bir dava olması gerekir" imiş...
Miş gidi miş!..
* * *
Bir başka mümtaz sima olan DTP Genel Başkanı Ahmet Türk de demokrasinin kocakarı ilacını tavsiye ediyor: "Sorunun çözümünde kısmi anayasa değişiklikleriyle değil, toplumsal sözleşme niteliğinde yeni bir anayasayla mesafe almak mümkündür. Fırsatlar heba edilirse sancılı süreç devam eder. Gelin, Türkiye’de demokrasinin önündeki en büyük engel olan Kürt sorununu diyalogla çözerek ortadan kaldıralım" (Hürriyet, 13.05.09).
Ben de Ahmet Türk gibi demokrasinin önündeki en büyük engelin Kürt sorunu olduğunu düşünüyorum. Ahmet Türk, Anayasa’nın ikili kurucu unsur üzerinden yeniden kaleme alınmasını istiyor. Kürtçe ikinci resmi dil olacak, Kürt dili eğitim ve öğretim dili olacak ve demokrasi adlı haspa, Habur sınır kapısından salına salına ülkeye gelecek.
Oh ne álá! Ahmet Türk tevazu göstermemeli, Kürtlere bu kadar demokrasi yetmez; federasyon ve bağımsızlık daha fazla demokrasi getirir.
Acaba öyle mi olur? Ahmet Türk ve öteki aşiret reisleri ve feodaller kendi yakın akrabalarını milletvekili seçtirirler; cumhurbaşkanlığını, başbakanlığı, bakanlıkları amca, dayı, yeğen kendi aralarında paylaşırlar. Ahmet Türk ömür boyu cumhurbaşkanı seçilir. Demokrasi karpuzunu yeme de yanında yat! Irak’ın kuzeyindeki yönetim biraz önce tasvir ettiğim gibi değil mi?
* * *
Muhterem Ahmet Türk, muhterem Hasan Cemal, muhterem İsmet Berkan beylerimiz, kafa yapılarınız ne yazık ki "İkisini sallandıracaksın, bak her şey nasıl da düzelir!" kafasından hiç de farklı değil.
Bu memlekette 27 Mayıs oldu, memleketin başbakanı ve bakanları sallandırıldı, ne oldu? 12 Mart, 12 Eylül darbeleri oldu, ne oldu? Demokrasi mi geldi?
Anayasa, babayasa değişiklikleriyle, ne olduğu belli olmayan bir dava sonuçlanınca memlekete demokrasi gelmez. Bakın nasıl gelir:
Toprak reformu gibi köktenci yöntemler kullanarak; feodalitenin, tarikat ve cemaatlerin kökü kurutularak; ağalar, beyler, şeyhler ve şıhlar iktidarsız bırakılarak biraz demokrasi gelir.
Seçim ve partiler yasası değiştirilerek, milletvekili dokunulmazlığı kaldırılarak biraz demokrasi gelir. Eğitim ve yönetim tamamen laiklik ekseninden hiza ve istikamete bakarsa biraz demokrasi gelir.
Demokrasi uygarlık, kültür ve bilinç kuyusundan çıkar, değerli bey biraderler. Bunun için özgürlükçü cumhuriyet devrimlerinin tamamlanması gerekir. İmam hatip okullarının gerçek misyonuna yönlendirilmesi gerekir.
Kusura bakmayın, sizleri şu anda ciddiye almam ve demokrasi yandaşı saymam mümkün değil!
Yazının Devamını Oku