19 Temmuz 2009
BİZİM 1950 kuşağı, yani 1930’lu yıllarda doğanların kuşağı, şairleri ve öykücüleriyle tuhaf (övünmek gibi olsun isterse), müthiş, öncü ve devrimci kuşaktır. Şairlere 1920’lerde doğan birkaç şairi de katabilirsiniz. Tiyatroyu da unutmamalı. Rilke’yi, Sartre’ı, Camus’yü, Beckett’i, Joyce’u, Faulkner’i, Kafka’yı ve ötekileri bizim kuşak keşfetti ve okudu. Çoğunun yapıtları Türkçeye çevrilmediği için, bizimkiler yaptı çevirileri. Aramızdan, salt bu yazarları okumak için yabancı dil öğrenenler de oldu. Günümüzün yazınsal dilini bizim kuşağın öykücüleri kurdu.
UZAKTAN GÖRMEK
1965 yılının son günlerinde, Paris’te, Saint-Michel Bulvarı’nda Seine Nehri yönünde yürüyordum. Sabahın çok erken bir saati. Bulvarda in cin top oynuyor. Baktım, karşı kaldırımdan, ters yönde bir tanıdık insan geliyor. Seslendim. Biraz önce trenle İstanbul’dan gelmiş, Londra’ya gidiyordu. Paris’te neden durduğunu sordum. Sartre’ı göreceğini söyledi. İçim cızz etti. Sartre’dan randevu aldığını düşünüp kıskandım.
Arkadaş bizim yaşıtımızdı. Henüz bir şey yazmıyordu. Yazması bekleniyordu. Daha sonra da bir şey yazmadı, ama aramızda kaldı. Arkadaşa birkaç gün sonra, bir gece, Select kahvesinde rastladım. Sartre’la görüşmesinin nasıl geçtiğini sordum. Bütün gün kahvede beklediğini ama Sartre’ın gelmediğini söyledi. Meğer, yazarla randevusu yokmuş. "Göreceğim" demesi "Uzaktan görmek istiyorum" anlamına geliyormuş. Bizim kuşak tuhaftır, dedim ya?
66 YIL SONRA
Bizim bu Jean-Paul Sartre aşkımıza karşın adamın neredeyse hiçbir felsefi ve düşünsel kitabı çevrilmedi Türkçeye bizim gençliğimizde. Yapılan seçmeler ya kısaltıldı ya da sansür edildi. Yıllar sonra bu durumu keşfedince bu işin failleriyle müthiş bir kalem kavgasına giriştim. Meraklılar, "Mevsimsiz Yazılar" (Doğan Yayıncılık) adlı kitabımın 199-213. sayfaları arasını okuyabilirler.
Bu kadar gevezelikten sonra sadede gelelim: İthaki Yayınları, Jean-Paul Sartre’ın Varoluşçuluk’un temel felsefe kitabı "Varlık ve Hiçlik"i (L’Etre et le Néant, 1943) yayınlanışından 66 yıl sonra dilimize kazandırdı.
Böyle bir kitabı çevirme çilesini göze alan dostum Turhan Ilgaz’ı ve Gaye Çankaya Eksen’i, ayrıca yayınevini içtenlikle kutlarım. Onların çabasını bizim kuşak çok iyi anlar. 783 sayfalık görkemli, hayranlık uyandıracak bir meydan savaşı.
Bitmedi: İthaki Yayınları, Denis Bertholet’nin 640 sayfalık "Sartre" portresini de yayınlamış. 39 lira verip satın aldım. Çevirmen Zühre İlkgelen ve yayınevini kutlarım. Felsefe öğretmenlerinin, felsefe bölümü öğrencilerinin, kültür adamlarının, bilgiseverlerin mutlaka okumaları gereken iki kitap.
Keşke şu anda 20 yaşımda olsaydım. Yirmi yaşımda Sartre’ın "Varlık özden önce gelir" cümlesinin anlamını öğrenmeye başlayınca kendimi inşa etmeye (kurmaya) başlamıştım.
MAHALLE KOMŞUM
Kuşaktaşlar arasında, mahalle komşum Jean-Paul Sartre’ı en yakından ve en sık görmüş olan benim. Pazar sabahları saat ona doğru, evlatlığı Arlette Elkaim’in kolunda, bir ayağını sürüyerek Select kahvesine gelirdi. Ben Ülker’e mektup yazıyor olurdum. Arlette, birinde, Sartre’ın piposunu yakmak için benden kibrit bile istemişti. Kız gelirken, yanımdaki Sartre kitabının üzerine gazete örtmüştüm. Hey gidi günler!
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2009
UMBERTO Eco, "A Paso di Gambero" adlı kitabında yer alan "Özel Okul Nedir?" başlıklı makalesinde okurlarına soruyor:<br><br>"Demokratik bir ülkede, her aileye çocuğuna istediği eğitimi aldırabileceği bir olanak sunan özel okul sistemi kurmanın meşru (yasal) olup olmadığını, birine soralım. Cevap mutlaka evet olacaktır. Yoksa demokrasi ne işe yarar?" HİTLER OKULLARI!
Şu "Yoksa demokrasi ne işe yarar?" sorusu kim bilir herkese ne kadar doğru geliyordur. Acaba öyle mi? Umberto Eco bu soruyu sorduktan sonra, sözü ABD’deki okullara getiriyor ve güzel bir gırgır geçiyor. ABD özel okullarının bile dünya sıralamasında 35-40 arasında yer alması ayrı bir konu. Yirmi yıldır ABD’de yaşayan Tanbey’in "ABD dışardan yetişmiş göçmen almasın on yılda çöker" demesi de ayrı bir şey.
Umberto Eco ironisi, sözü bizde pek konuşulmayan bir alana getiriyor. Mademki Katolik ve laik okullar var, o zaman Müslümanlara, Budistlere, komünistlere, masonlara da aynı hak tanınmalı diyor. Marx-Engels, Hitler okulları ne güzel olur(du), öyle değil mi?
Bu satırları okurken, okulların tıpkı ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de cemaatlere bırakılmasını öneren Taha Akyol’un kulağını çınlattım. Bu konuda yanılıyorsam, kendisinden şimdiden özür dilerim.
Gördüğünden göz kirası, duyduğundan kulak kirası istemekle olmaz: Demokrasi her vatandaşa fırsat eşitliği sunar, öyle değil mi?
SATANİST OKULLARI!
Devlet okulları Cumhuriyet’e, laik ideal ve ideolojiye uygun eğitim-öğretim verirler; cemaatler de kendi inançlarına göre, Cumhuriyet karşıtı ve İslam şeriatına uygun programlar uygularlar. "İşte bu olmaz mı?" diyorsunuz, demokrasilerde asıl sizin dediğiniz olmaz(!).
Mademki Cumhuriyet okulları tek tip, tornadan geçmiş, birbirine benzer sürahiler üretiyor, bırakın cemaat okulları da Karamürsel sepeti ve Avanos testisi üretsinler.
Ama bu kadar demokrasi de gerçek demokrasi değildir. Fethullah cemaatinin okulları var zaten, onlar demokrasiden bol bol yararlanıyorlar. Bütün Sünni tarikatlar kendi okullarını açmalı. Bu da yetmez, Aleviler de, Şii tarikatlar da, komünistler de, ateistler de çocuklarını kendi okullarına gönderebilmeli. Feministleri, vejetaryenleri de unutmamalı. Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Romanlar, Boşnaklar, Araplar var, var oğlu var! Öyle değil mi?
Bu kadar da olmaz mı, diyorsunuz. Yani sadece zorunlu din dersli laik devlet okulları olsun, bir de onun karşısında dini ağırlığı olan cemaat okulları olsun, diyorsunuz.
Nerede o yoğurdun bolluğu, hani eksiksiz, vesayetsiz demokrasi istiyordunuz. Cemaat okulları olursa, satanist okulları, ateist okulları da olur. Yoksa ateistler cemaat değil mi?
ÜRETİM HATALARI!
Bitirmeden bir başka yalanın balonunu patlatmak istiyorum: Mademki Cumhuriyet okulları tek tip insan yetiştiriyor, peki Cumhuriyet tornasından nasıl oluyor da Mehmet Ali Aybar, Süleyman Demirel, Erdal İnönü, Necmettin Erbakan, Özal biraderler, Behice Boran, Nilüfer Göle, Tarık Akan, Korkut Boratav, Burhan(ettin) Kuzu, R. T. Erdoğan, Abdullah Gül’ler yetişmiş ve yetişiyor. Taha Akyol Yozgat Lisesi’ni bitirmiş, ben Mersin Lisesi’ni bitirmişim. Ama birimiz ötekine göre bir "fotoğrafın arabı" durumunda. Bu nasıl bir tek tip tornadır ki bu kadar imalat hatası üretmekte. Fethullah cemaatinin okullarına gelince, tek tip robot üretimine hatasız devam etmekte!.. Elbette etsin mi?!
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2009
İRAN mollakrasi rejiminin patronu olan mollaların (aralarında finans kapital de olmak üzere) iktidar gücüne baktıkça, Türkiye’deki cemaatçi din adamlarının, hele hele tarikatçı imamların ağızları sulanıyor. Ağızları sulandıkça hayal kurmaya başlıyorlar:
"Ah Türkiye’de de böyle bir rejim olsa da belediye başkanları, kaymakamlar, valiler, milletvekilleri, bakanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları önümüzde diz çökseler!"
Bana inanmıyorsanız, yaşadığınız çevreye bakın. Bakalım neler göreceksiniz?
Kulak patlatan yüksek volümlü sesi hoparlörlerden saldıran, sizi oturduğunuz yerden, yatağınızdan havaya sıçratan, hoyrat ezan sesi. Cami hoparlörlerinden naklen yayınlanan gümbür gümbür mevlitler, bangır bangır cuma vaazları. Yakında, herhangi bir şekilde namazları da naklen yayınlamaya başlarlarsa hiç şaşırmayın!
Vatandaş hoparlörün sesini çok yüksek açmamasını rica etmek için imama, müezzine gidiyor. Aldığı cevap: "Sen dinimize karşı mısın?" Vatandaş durumu müftülüklere dilekçeyle bildiriyor. Aldığı cevap: "Şu anda ezanlar makul bir ses ile ve başkanlığımızın mevzuatına ve genelgelerine uygun bir şekilde okunmaktadır."
* * *
Ezanın ses şiddeti konusunda müftülüklerden yardım isteyen kim bilir kaç vatandaş böylesine bir cevap almıştır. Büyüklü-küçüklü hangi belediye başkanı, hangi kaymakam, hangi vali, din düşmanı suçlamasını göze alarak, bu konuda, bir önlem getirmeyi, vatandaşın haklarını korumayı göze alabilir? Camiye uzak yerlerde oturan dindarlar, ezan sesini duymamaktan yakındıkları için, onların bu dilekleri dikkate alınıyormuş.
"Peki de, iyi de, dinin gereklerini beş vakit uygulayan dindar kardeş, hoparlör olmadan, dedelerimiz, babalarımız ezan sesini nasıl duyuyordu?" diye sormak hiç kimsenin aklına gelmiyor. "Yahu kardeşim pazarda 5 liraya bile çalar saat satılıyor, alınıyor. Bir tane de sen satın al!" demek hiç kimsenin aklına gelmiyor. Teslim bayrağını çekmiş bir vatandaş, camiye yakın evini satıp kurtulmak istiyor. Yoksa, kafayı üşütecek!
Dikkat ettim, bizim köyün ezan sesi de dağlarda, kayalarda gümbür gümbür yankılanıyor.
Geçen yıllarda böyle bir şey yoktu. Demek ki, Ergenekonların, TSK’nın hırpalanmasının, düzenlenen sahte belgelerin camilere kadar uzanan bir etkisi olmuş. İslamcı devrim yolunda vatandaşı pıstırmak için bulunmaz bir fırsat! Düşünsenize: Köy muhtarı, belde belediye başkanı, kaza kaymakamı, vali bey, karşılarında el pençe divan duracak, asker esas duruşa geçecek. Ağız sulandıran bir hayal değil mi? Üstelik ham hayal değil!
* * *
Karun bütçeli Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısı da, otoritesi de, iktidarı da tehlikede! Türk usulü imamokrasi kurulursa, heyelanın altında ilkin DİB kadrosu kalacak.
Tarikatların işgali altındaki trilyon bütçeli Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görev ve sorumluluklarını ben mi hatırlatayım?
"Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek (Anayasa md. 136), İslam Dini’nin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek. (633 S.K. md.1)."
Evet, Diyanet İşleri Başkanlığı, Cumhuriyet’in kurduğu en önemli kurumlardan biridir. Ama bu sıfatın görev ve sorumluluklarını yerine getiriyor mu? Hayır, getirmiyor! Bu nedenle her caminin imam ve müezzini derebeyliğini ilan etmiş durumda!
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2009
EMİN Çölaşan’ın "Sakıncalı Gazeteci" adlı kitabının 59 ve 60’ıncı sayfalarını birlikte okuyalım: * * *
["Aydın Doğan’ın tanığı Özdemir İnce’nin ifadesi: Detaylı olarak benim herhangi bir bilgi sahibi olmam mümkün değildir çünkü biz yazarların hepimizin ayrı ayrı ilişki tarzı vardır. Patronla kim ne konuşuyor, bilemeyiz.
Bu bakımdan benim özel olarak söyleyeceğim herhangi bir şey yoktur. Bana Emin Bey herhangi bir şikáyette bulunmadı. Çünkü kendisi Ankara’da ben İstanbul’dayım. Gazete sahibi ile de 10 yıllık süre içerisinde bir kere görüştüm. O da merhabadan ibarettir. O da bana Emin Bey’den bir şikáyette bulunmadı. Benim söyleyeceklerim bundan ibarettir."
NE SÖYLEMİŞİM
Davacı Aydın Doğan vekilinin talebi üzerine soruldu:
"Benim herhangi bir yazıma patronlar tarafından müdahale olmamıştır. Zaten Aydın Bey gazetede benim muhatabım değildir. Benim muhatabım Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’tür. Yazılardan dolayı sadece ona sorumluyuz. Yazılarım hakkında Ertuğrul Bey karar verebilir. Aydın Doğan bana herhangi bir şekilde müdahale etmemiştir. Ertuğrul Özkök birkaç yazımda bazı hukuki mahzuru olan kelimeleri çıkartmamı rica etti. Ben de kabul ettim. Çünkü bir yazarın gazetedeki sorumluluğunun ne olduğunu biliyorum. Bu nedenle, çıkarılması istenen kelimeleri bana müdahale olarak kabul etmedim. Bazı yazarlar kabul edebilir. Bu nedenle de bir genelleme yapamam. Hürriyet Gazetesi Ertuğrul Bey’in söylediği gibi bir süpermarkettir. Bu tanıma ben de katılıyorum. Her türlü görüş sahibi yazarlar vardır. Bizim gazetede iktidarı eleştiren yazarlar çoğunluktadır. Ben kendim solda yer alıyorum. Bu konuda benim yazılarıma herhangi bir müdahale olmamıştır. Ertuğrul Bey’in müdahaleleri doğaldır. Yazı işleri demek bir nevi denetimdir. Kendisi de bu denetimin başındadır."]
UTANMIYORSUN
Emin Çölaşan, daha sonra kalemi eline alıp şunları yazıyorsun: "Dikkat ediniz, davacı Aydın Doğan’ın avukatları olayı nasıl saptırıyor. Bu dava başka köşe yazarlarının değil, benim için açıldı. Oysa tanıklarına ’Bizim yazılarımıza müdahale edilmemiştir’ dedirtiyorlar. Elbette olmamıştır. Ama konu onların değil, benim yazılarım. O sansürler onlara değil, bana yapıldı! Ve mahkemede hepsini bilgisayar çıktılarıyla kanıtladık. Olayları onlar değil, ben yaşadım."
İyi de, yukarıdaki tanıklık ifademde senin aleyhine tek kelime var mı? Yok!
Bir yere verdiğin söyleşide de utanmadan şöyle söylüyorsun: "Bu karar yargının Aydın Doğan’a verdiği bir ders oldu. Hem Aydın Bey’in, hem de mahkemede onun için tanıklık yapanların (Ertuğrul Özkök, Enis Berberoğlu, Tufan Türenç ve Özdemir İnce) şimdi ne diyeceklerini merak ediyorum" (S.12) diyorsun.
İFTİRA EDİYORSUN
Ne diyeceğim, tebrik ve teessüf ederim! Senin için yalancı tanıklık mı etmeliydim?!
Her türlü tehdide senden fazla hedef olmama, iktidar ve ideolojisini senden çok daha fazla eleştirmeme karşın, seni kırmamaya gayret ettim. Ancak bitirirken şunu söyleyeceğim: Egon için yalan söylemeye tenezzül ediyor ve bana iftira ediyorsun. Acımaktan başka ne gelir elimden, sana?
Not: Cumhuriyet Kitap’taki söyleşine aynı yerde cevap vereceğim.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2009
PEK "Sakıncalı Gazeteci" Emin Çölaşan, her okuduğuna inanan hasta niyetli bir okur, "Bugünkü Cumhuriyet ekinde Emin Çölaşan’ın senin ve Tufan Türenç’le ilgili söylediklerini okuyunca büyük Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’inden bir cümle geldi aklıma. Ne güzel de söylemiş Ziya Paşa: ’Onlar ki verir dünyaya láf ile nizamat. Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde’" mesajını göndermeseydi, bana bile bile yaptığın düşmanca haksızlığın farkına varmayacaktım. Kitabını okuyan bir okur da aynı tepkiyi göstermiş ama ben ciddiye almamıştım. Şimdi ciddiye alıyorum.
MAĞDURİYET FIRSATÇISI
"Sakıncalı Gazeteci" kitabını okurken, seninle ilgili olarak hissettiğim "Mağduriyeti ranta çeviren bir fırsatçı" kuşkusu, 9 Temmuz 2009 tarihli Cumhuriyet Kitap ekini okuyunca iyice pekişti. Senin Aydın Doğan ile mahkemeleştiğini ve Aydın Doğan’ın beni tanık gösterdiğini belki okurlar bilmiyordur. Bunu hatırlatayım.
Cumhuriyet Kitap ekinin muhabiri soruyor: "Bu tanıklık yapan yazarlarla hiç görüştünüz mü, görüştüğünüz oluyor mu?"
Sen cevap veriyorsun: "Hayır, sadece onların tanık olacağını öğrendiğim zaman, Tufan Türenç’e ve Özdemir İnce’ye telefon açtım, sordum. Dedim ki sizi tanık göstermiş, nasıl oluyor bu iş. İkisi de bizim ne ilgimiz var, biz senin olayını bilmeyiz, biz senin olayını sadece kulaktan dolma duyduk o kadar, biz tanıklık yapmayız dediler. Ondan sonra gittiler şakır şakır tanıklık yaptılar. Hadise budur."
SAPTIRIYORSUN
Sözlerinin bir bölümü doğru. Ancak ben sana "Tanıklık yapmayacağım" demedim. "Mahkemede şimdi sana söylediklerimi söyleyeceğim" dedim.
Davacı olarak Aydın Doğan bazı tanıklar göstermiş (biri benim), davalı olarak sen de birkaç gazete çalışanını tanık göstermişsin. Aydın Doğan’a "Ben tanıklık etmem" mi diyecektim? Niçin, senden aferin almak için mi öyle diyecektim?
Burada sana çok ağır şeyler yazabilirim, ama işi uzatmamın gereği yok.
Tanıklığımda senin aleyhine tek bir cümle ya da sözcük var mı? Önemli olan bu! Kendimi sana beğendirmek için senin lehinde yalancı tanıklık mı yapmalıydım?
Senin "Sakıncalı Gazeteci" kitabının 59-60. sayfalarından mahkemede yaptığım tanıklığın metnini yarın olduğu gibi aktaracağım. Kitabına aldığın metni bile saptırıyorsun!
UTANACAK MISIN
"Biz tanıklık yapmayız dediler. Ondan sonra şakır şakır tanıklık yaptılar. Hadise budur!" diyorsun.
Yani, "Mahkemeye gittiler şakır şakır aleyhimde tanıklık ettiler" demek istiyorsun.
Yalan söylediğin yetmezmiş gibi, bir de benim onurumla oynuyorsun. Bu çok ayıp!
Onuru için yaşadığını yerli yersiz ileri süren senin gibi bir insanın başkalarının da onuruna saygı göstermesi gerekmez mi? Demek ki, muhasebeyi sen yapınca, gerekmiyormuş!
Seni mutlu etmek gibi bir görevim mi var? İftirandan kurtulmak için, senin lehine yalancı tanıklık mı etmeliydim? Çok daha ağır bir cevabı hak ediyorsun ama herhangi bir ağır cevabın megalomani marazına bir yararı olacağını sanmam.
Mahkemede yaptığım tanıklığın metnini yarın senin kitabından okuyacağız! Bakalım utanacak mısın, özür dileyecek misin?
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2009
KIRMIZI Yayınları tarafından yayınlanan "Şematizmden Yaratıcılığa"yı yazması için Murat Katoğlu’na yıllarca yalvardım. Çünkü Murat konuşmayı yazmaktan daha çok sever. Yapıtları, dostlarıyla yaptığı konuşmalar ve tartışmalardır. Saha ve uygulama adamıdır. İzmir’in son on yılda kazandığı sanat ve estetik değerlerin gerisinde Murat vardır. Kadıköy Süreyya Sineması’nın Süreyya Operası’na dönüşmesi, arada Murat Katoğlu olmasaydı, bu denli görkemli olmazdı.
Kendisine bunları söyleseniz, "O Murat Katoğlu ben değilim!" der.
ÜLKEN’DEN ALINTI
Kitabın altbaşlığı olarak, adının altında şu açıklama yer alıyor: "Cumhuriyet Türkiye’sinde Yüksek Sanat ve Kültür Hayatının Kamu Hizmeti Olarak Kurumlaşması"...
Murat Katoğlu, kitabı yazma amacını Hilmi Ziya Ülken’den bir alıntıyla açıklıyor:
"19. yüzyıl ortalarında iki álem (Doğu ile Batı. M.K.) arasındaki fark ölçülemeyecek kadar büyüktür. Her bakımdan yenilmiş bir álemin bu sarsıntılı devresinde dünya medeniyetinin fikir mahsullerini geniş buutlarıyla kavraması mümkün müdür?.. Uzun bir süre, iki álem hiçbir senteze ulaşamadan, aynı kafanın içinde yan yana yaşadı ve Türk toplumunun en buhranlı problemi bir senteze ulaşamayan bu ikici (düalist) görüşün devamıdır? Kısacası Tanzimat’ın devlet adamları bir çıkmazın içindeydi ve bütün iyi niyetleriyle birlikte bu çelişik durumda Batı medeniyetine yönelmek ve modernleşmek ile imparatorluğun siyasi bütünlüğünü korumanın uzlaşılmaz buhranı içinde bulunuyordu." (S.13)
TÜRK RÖNESANSI
Murat Katoğlu, Cumhuriyet’in bu düalizmi ortadan kaldırmayı hedefleyen ideolojisini ve uygulamalarını tasvir ediyor. Cumhuriyet’in temel ilkeleri, kurucu felsefesi, bu ikiliği ortadan kaldırarak, kendi normlarını egemen kılmayı amaçlamaktadır.
Bunun sonucu olarak hukuk, kültür, etik ve estetik bağlamlarında Cumhuriyet devrimleri yapılmış; Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan Devrim Yasaları çıkarılmış.
Herhangi bir kimse Cumhuriyet devrimlerini cinsiyet değiştirme operasyonlarına benzetirse, hiç de haksız sayılmaz. Murat Katoğlu bu operasyonların sanat, kültür ve düşünce alanlarında nasıl gerçekleştirildiğini anlatıyor ve asıl önemlisi, kamusal alanda kurumlaşan Türk Rönenansı’nı tanıtıyor.
"Bu ciddi ve köklü değişime karşı zaman zaman öne sürülen (özellikle eski alfabe ve yazının terk edilmesiyle) ’tarihsel mirastan kopma’ eleştirisi de bu bağlamda hatırlanmalı ve sorgulanmalıdır. İşin özüyle ilgili üç temel soru sorulabilir:
1. Kopulan, kaybedilen, unutulan mirasın yazılı, basılı, kayıtlı ürünleri ve eserleri nelerdir?
2. Bunlar içinde insanlığın ve kendi toplumunun gelişimine katkıda bulunabilecek iken değerlendirilmemiş bir fizikçi, biyolog, kimyacı, matematikçi, felsefeci, káşif, coğrafyacı, müellif ve sanatçı var mıdır?
3. Eski kaynakları kullanan, bunlardan yetkin biçimde ya da orta düzeyde yararlanan insan sayısı o dönemde ne idi?"
DOĞU KAZANIRSA
Düalizmin şematik Doğu geleneğine bağlı durağan kanadı, Türk Rönesansı’nı yaratan Cumhuriyet’e direnmesini hálá sürdürüyor. Doğu kanadı kazanırsa Osmanlı’ya geri döneceğiz ve çağdaşlaşma idealinin yüz yıllık zahmetli mücadelesi havasız kalıp boğulacak!..
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2009
SADECE askeri hedef alan "Vesayetsiz demokrasi!" sloganının içinin ne denli boş bir safsata olduğunu, ÖDP’nin imam-hatip kökenli yeni Genel Başkanı Alper Taş bakın ne güzel açıklıyor: "Demokrasi mücadelesi önemsizleşti ve bu alanda yapılacaklar talidir diye yaklaşmıyoruz. Aksine hálá çok önemlidir. Ama gelinen aşamada demokratikleşme geniş çevrelerde sınıfsal bağlamından koparılarak ele alınmaya başlandı. Bugün Türkiye’de demokratikleşme tartışmaları laiklik, Ergenekon, askeri vesayet gibi başlıklarla sürüyor. Dinin gölgesinde demokrasi olmaz, askeri vesayet altında da demokrasi olmaz. Askerin siyasete müdahalesine karşı da mücadele edelim, derin devletin, çetelerin olduğu yerde de demokrasi olmaz. Ama piyasanın gölgesinde de demokrasi olmaz. Piyasa zenginlerin lehine bir demokrasi inşa ederken, yoksulların aleyhine demokrasiyi daraltıyor. Bir kısım sol, sınıfsal ve sosyal meselelerin bugün geri planda kaldığını, bunlar üzerinden sol siyaset inşa edilemeyeceğini, kimlik eksenli siyasal taleplerin geçerli olduğunu savunuyor." (BirGün, 29.06.09, S.7)
* * *
ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, sadece askeri hedef alan vesayetsiz demokrasi safsatasının ipliğini pazara çıkartıyor. Kendisine çok teşekkür ederim. Söyleşiyi yapan Hakan Tahmaz’a da teşekkür ederim.
AKP’lisi, İslamcısı, Fethullahçısı, İkinci Cumhuriyetçisi, lejyoner solcusu, Avrupa Birliği yetkilisi Türkiye’de askeri vesayetsiz bir demokrasi istiyorlar. Ama o kadar!
Ama, ÖDP Genel Başkanı’nın dediği gibi vesayet sadece askeri değil ki, dinin vesayeti de var, piyasanın vesayeti de var, ABD ve AB’nin de vesayeti var.
Ne olacak şimdi? Gerçek demokrasiyi isteyip savunan insan ya bütün vesayetlere karşıdır ya da değildir. Sadece askeri vesayete karşı olmak yetmez, bu bir kandırmacadır, safsatadır.
* * *
Vesayetsiz demokrasiyi isteyen ve savunan kişi Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine, Anayasa’nın genel esaslarına saygı duyar! Askerin vesayetine karşı çıkmak ayaklarıyla Cumhuriyet ve demokrasiyi dinin vesayetine sokma girişimlerinde bulunmaz! İşçi sınıfının hak ve özgürlüklerini garanti altına almayan bir demokrasi kavgası olamaz! Eğitim ve öğretimi özelleştiren bir demokrasi kavgası olamaz! Sendikal hakları iğdiş eden bir demokrasi kavgası olamaz!
Yargı bağımsızlığını gerçekleştirmeden, Savcılar ve Yargıçlar Yüksek Kurulu’ndan hükümet sultasını kaldırmadan demokrasi gerçekleştirilemez! Seçimlere yüzde barajları koyarak halkın gerçek egemenliğini felç eden demokrasi kavgası olamaz! Köylü ve çiftçiyi topraksızlaştıran bir demokrasi kavgası olamaz! Her türlü sömürüyü savunan bir demokrasi kavgası olamaz! Emperyalizmle mücadele etmeyen bir demokrasi kavgası olamaz! Ne idüğü belirsiz postmodern kimlikler adına Cumhuriyet’i sakatlayan bir demokrasi kavgası olamaz! Küreselleşme yanılsamasının rüzgárına kapılıp ulusal devleti hor gören bir demokrasi kavgası olamaz!
Devleti gerçekten hukuk devleti haline getirmeden gerçek demokrasi gelmez!
Bütün bu reformların önündeki tek engel AKP hükümeti değil mi?
Sadece askeri vesayete karşı çıkarak gerçekten vesayetsiz demokrasi kurulamaz!
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2009
ERZURUM ve Sivas kongrelerinin doksanıncı yılında birkez daha kongreler ortamındayız. Bir kez daha Kurtuluş Savaşı yapmak, bir kez daha bu savaşı kazanmak ve devrimleri yeniden yapılandırmak zorundayız. Karşımızda küreselleşme kılığına girmiş gene aynı emperyalizm ve gene aynı işbirlikçi-mandacı tayfası ile yobaz güruhu! HÖST BRE!
Çarşamba günkü yazımı "O halde?" sorusuyla bitirmiştim. O halde gelin irin dolu yarayı patlatalım:
Sağdan sallanan iddiaya göre, Türkiye’nin demokratikleşmesine Kemalizm, Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhuriyet Halk Partisi ve ulusalcı sol ("sol" enternasyonalist değilse "sol" değildir) engel olmaktadır. "Sağ" olarak tesmiye edilenler kim, kimler?
AKP, İslamcılar, milliyetçi-mukaddesatçılar, muhafazakárlar, Cemaat-i Fethullah, umum tarikat ehli, antikomünistler, antisosyalistler, neoliberaller, "sağ"ın ücretli askeri (mercenaire), lejyoneri olan 1970 ve 80’lerin sabık ve sakıt solcuları, İkinci Cumhuriyetçiler, Avrupa Birliği’nin munkabızları.
Bu muhteremler Türkiye’yi demokratikleştirmek istiyor, ama Kemalistler, TSK, CHP, ulusalcı sol karşı çıktığı için istediklerini yapamıyorlarmış! "Höst bre!"
10 ÖNEMLİ MADDE
1. Yeni ve gerçekten demokratik bir Anayasa’nın yapılmasına kim engel oluyor? Yeni Anayasa projesinin sabıkası tescilli AKP tarafından yürütülmesini kim istiyorsa, o engel olmakta. AKP’nin TBMM’deki kibirli çoğunluğu Anayasa yapmak için bir kurucu meclis oluşturmayı neden düşünmüyor?
2. Sanki demokrasinin önündeki tek engelmiş gibi, demokrasi yolunda parti kapatmayı zorlaştırmak isteyen AKP neden aşağıdaki gerçek girişimlerde bulunmuyor?
3. AB standartlarında bir siyasal partiler yasası;
4. AB standartlarında bir seçim kanunu ve barajsız bir seçim olanağı; belki yeniden Ulusal Artık Sistemi;
5. Anayasa’nın ikinci maddesinde yer alan Sosyal Devlet’i hayata geçirecek önlemler;
6. AB standartlarında bir sendikalar kanunu;
7. Öğrenim Birliği Yasası’nın (Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun) tam anlamıyla uygulanması;
8. Hakça gelir dağılımı, hakça vergilendirme; kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınması;
9. İnsan hakları, temel hak ve özgürlüklerin eksiksiz uygulanması;
10. Anayasa’ya ve devrim yasalarına tam saygı, eksiksiz uygulama.
KİM YAPMIYOR!
Bu 10 işin yapılmasına Kemalistler mi, TSK mı, CHP mi, ulusalcı sol mu karşı çıkıyor? Yalan söylemeyin çarpılırsınız.
Bu 10 işi yapmayanlar, yukarda "sağ" olarak tesmiye edilen kimseler. Bu 10 işi ve benzeri reformları yapan bir iktidar partisi ve TBMM göğsünü gere gere TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesini yürürlükten kaldırabilir.
Sabıkalı iktidar ve hempaları, güya demokratikleşmek için Anayasa ve siyasal partiler yasasında (parti kapatılmasını zorlaştırmak için) değişiklik yapmak istiyorlar. Ve 10 temel işi yapmadan, ağır cezalık askeri, sivil mahkemede yargılamak için gece yarısı TBMM darbesi yaparsanız, amacınızın Laik Cumhuriyet’i yıkmak olmadığına kimseyi inandıramazsınız. TSK zaten inanmaz!
Yazının Devamını Oku