8 Temmuz 2009
AKP’nin İstanbul il kongresinde konuşan Başbakan, "Kimse, askerin arkasına saklanarak siyaset yapmasın. Demokratik rejime karşı girişimler nasıl çağdışıysa, darbe çığırtkanlığı yapmak da o kadar çağdışıdır" demiş. Başbakan siyaset dünyasına girdi gireli ilk kez bir cümlesinin anlamına yüzde yüz katılıyorum. Başbakan’ın "kimse" dediği "kimse"nin bizzat Başbakan olduğunu düşünen "kimse" kesinlikle haksız sayılmaz.
Ben, Başbakan’ın söylediklerine karşı kendi cümlemi yazıyorum: TSK üzerinden siyaset ve demokrasi şaklabanlığı yapıl(a)maz!
* * *
Güldürü ceridesi Vakit’in attığı manşete göre, Org. İlker Başbuğ’un konuşmasında "Silahlı Kuvvetler üzerinden elinizi çekiniz" demesine tepki gösteren siyasetçi akademisyen, hukukçu ve TSK temsilcisi zevat "Önce siz siyasetten elinizi çekin, kendi görevinizi yapın ki yıpranmayın" diyesiymiş.
Derler! Kimsenin ağzı torba değil ki büzesin! Ancak şimdi açıklayacağım nedenlerden dolayı bu suçlamaya katılmam mümkün değil.
"Ana rahmine haklı düşenler" tayfasından, soldan anarya (motorlu taşıtların geri geri gitmesinin Mersinlicesi) yaparak Vakit iskelesine yanaşan biri de "mahut belge" konusunda şunları yazıyor:
"Şuraya kadar söylediklerime bakarak ’Demek ki bu ülkede hiçbir şey değişmiyor’ diyebilirsiniz. Hayır, o kadar da değil. Hiçbir şeyin değişmemesini isteyenlerle değişmesini isteyenler arasında bayağı kıran kırana denecek bir çekişme hüküm sürüyor. Değişime karşı olanların başlıca müttefiki ’geçmiş’?.. Değişimden yana olanlar ise ’gelecek’ten destek alıyor."
Bu hesaba göre AKP tarzı İslamcılık, Fethullahçı fesadı, neoliberalizm goygoyculuğu, İkinci Cumhuriyetçilik, ayrılıkçılık ve Kürtçülük, "Kıbrısı ver kurtul"culuk, TSK düşmanlığı gelecekçilik (futurisme) oluyor nasıl oluyorsa.
Ama bunların ipiyle kuyuya inmeyenler "geçmişçi" oluyorlar.
Bunun benzeri bir zırvayı yıllar önce "Türkiye’de sağ soldadır, sol da sağda" diyen İdris Küçükömer söylemişti.
* * *
Ey ahali! Demokratikleşememenin sorumlusu neden TSK olsun? TSK bir devlet kurumu. Devlet ve devleti yöneten hükümet, hükümet olmaya hevesli siyasal partiler ve sayın halkımız ne kadar demokrat ise, en az o kadar demokrat bir TSK’mız var. Ancak, TSK devletten, hükümetten, siyasal partilerden ve sayın halkımızdan daha çağdaş olduğu için demokrasiye onlardan önce uyum sağlayabilir.
Beni şaşırtan bir şey var: TSK’nın demokrasiye saygısız ve darbe heveslisi bir yeniçeri ocağı olduğuna dair bir önyargı var. Bu önyargı sahipleri ters giden her şeyin faturasını TSK’ya çıkartıyor. Ancak bu el kesesinden ziyafet çekenler, TSK’yı terbiye etmeye çalışırken, hükümet ve siyasal partilerin Anayasa’nın 68. maddesine yüzde yüz saygı göstermelerini neden istemiyorlar? Siyasal partiler bu madde yüzünden kapatılıyor; AKP hükümeti de bu maddeye göre "Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak"tan 10’a karşı 1 oyla Anayasa Mahkemesi tarafından mahkûm ediliyor. O halde?
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2009
İSLAMCILARIN, Kürtçülerin ve kafalarının arkasında özel programları olanların "Siyasal partilerin kapatılması zorlaştırılmalıdır" sancağı altında toplanmalarına hiç mi hiç şaşırmam. Ayrıca, kendilerince haklıdırlar. Ama bu saf tutmaları, aynı zamanda, parti kapatmayı gerektirecek iş yaptıklarının ve yapma niyetinde olduklarının da bir itirafıdır. Ne var ki AKP’nin "Siyasal partilerin kapatılması zorlaştırılmalıdır" kervanının önünde yer almasını şaşkınlıkla izlemekteyim. Ayrıca bu türden bir zorlaştırma ayrıcalığının demokrasiye hizmet edeceğine de ancak saflar ve ham hayalciler inanır!
SABIKASI NE
AKP’nin seleflerinin sabıkası ne? Bizzat AKP’nin sabıkası ne?
"Laikliğe karşı eylemlerin odağı olmak!"
Bu karara Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden 10’u olumlu oy verdi. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden 6’sı partinin kapatılmasını değil para cezasına çarptırılmasını tercih etti. AKP’nin laikliğe karşı eylemlerin odağı (merkezi) olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından saptanmış durumda.
Bu parti, şimdi, bu ve benzer eylemlerinden dolayı ileride kapatılmasının zorlaştırılmasını istiyor. Dikkat ederseniz, laikliğe karşı eylemlerin ocağı, odağı olmaktan vazgeçmeye niyetli olduğunun en küçük bir belirtisi yok. Bu sakıncalı saplantının, uyuşturucu kaçakçılığının serbest ticaret sayılmasını ve ceza yasasından çıkartılmasını istemekten hiçbir farkı yok!
EYLEMLERİN ODAĞI
Anayasa’nın 68. maddesini birlikte okuyalım:
"Siyasal partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez."
Siyasal Partiler Kanunu’nun "Bir siyasal partinin yasak eylemlere odak olması hali" ile ilgili 103. maddesi de, bir siyasi partinin Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası hükmüne aykırı eylemlerin odak halini oluşturup oluşturmadığı hususu Anayasa Mahkemesi’nde belirlenir demektedir.
YÜZDE 10 KALKSIN
Peki güzel kardeşlerim, herhangi bir siyasal partinin herhangi bir fitne ve fesadın ocağı olması şart mıdır ki parti kapatmanın zorlaştırılması istenmektedir.
Eroin mafyasının temel insan haklarıyla, düşünceyi açıklama özgürlüğüyle ilgilendiğini gördünüz mü, duydunuz mu? Aklıma, 12 Mart’tan birkaç gün önce ya da sonra, Ankara’da Yılmaz Güney ile birlikte gittiğimiz Aras adlı bir özel kulüpteki kabadayıların sorusu geliyor:
"Abi yahu, biz bu sosyalizmi kurduğumuz zaman bizim delikanlılık işleri ne olacak?"
Kendilerini Robin Hood sanan "delikanlılar"a verdiğim cevabı bir başka yazımda anlatırım.
Anayasa’nın 68. maddesinde yazılı kurallara yüzde 100 uyan ve uymaya niyetli siyasal partinin kapatmayla ilgili bir sorunu olamaz ve bize kumarhane kabadayılarının sorduğu soruyu sormaz. Siyasal partilerin kapatılması kolaylaştırılmalı ve seçimlerde yüzde 10 barajı kaldırılmalıdır. İşte size bir gerçek demokrasi programı!
Galiba "Şeriatçı ve bölücü partiler hiçbir şekilde kapatılamaz!" yasasının çıkması isteniyor. Ya da şeriatçı sivil darbe hayallerinin önünü açmak!
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2009
"Nereye boyle Kemal İozer yoldaş ?" "Hiçbir yerin her yer olduğu bir yere be Özdemir yoldaş!"
* * *
Bulgarcanın bir özelliği dolayısıyla Bulgar yayıncılar adlarımızın telaffuz edilebilmesi için bizim "Ö"lerin önüne bir "İ" harfi koyarlardı : Kemal İozer, İozdemir Ince.
Adlarımızın böyle yazıldığını sanan ve şiirlerimizi Bulgarcadan çeviren İspanyollar, Portekizliler de adımızı "Y" harfiyle başlatınca, o "Yozer" oluyordu, ben de "Yozdemir".
Böylece kendi yozluklarımızla (!) dalga geçiyorduk.
Kemal benden bir yaş büyük olduğu için, Bulgaristan’da yaşayan Fahri Erdinç ağabey bana "O senin ağabeyindir, lafını dinle!" derdi.
İLK DÜZELTME
Kemal Özer’i birkaç gün önce sonsuzluğa yolcu ettik. 1950 kuşağının, İkinci Yeni’nin en önemli şairlerinden biriydi. İkinci Yeni’nin ilk yıllarından kalan ve İlhan Berk, Ece Ayhan, Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar sıralamasına bakmayın siz. Aslında bu sıralama bir yaş sıralamasıydı. Önem ve işlevsellik açısından hiçbir önemi olmayan bir "galat" idi. Yani bir yanlış, bir yanılsama idi.
Kemal’in ilk kitabı Gül Yordamı (1959), 1950 kuşağının en önemli kitaplarından biridir.
Ama ne yazık ki şimdiye kadar özgün ve zeki bir eleştirmen-sanat tarihçisi çıkıp gerçek rol dağılımını yapmak basiretini gösterememiştir.
Bunda, Kemal’in 1970’lerde bir süre suskunluktan sonra, İkinci Yeni’den bir celsede resmen boşanıp toplumcu şiirle ömür boyu izdivaç yapmasının da rolü olabilir ki, bu da son derece yanlıştır. Bu vesile ile ilk düzeltmeyi ben yapmış olayım!
Kemal Özer sadece bir şair değildi, bizim kuşağın önemli bir yayıncısıydı. A ve Yeni A dergilerinin kurucu kadrosu içinde yer aldıktan sonra, tek başına Şiir Sanatı dergisini kurmuştu. Yayıncılık aktifinde Uğrak Kitabevi Yayınları ile Yordam Yayınları da vardı. İkinci yayınevi şimdi başka ve emin ellerde yayıncılık hayatını sürdürmekte.
ALÇAKGÖNÜLLÜ HAKEM
1965’te ben Paris’e ek okumaya giderken, Şiir Sanatı’na Paris Mektupları yazmamı istemişti. Dediğini yaptım ve düzyazı sanatına başlamam onun sayesinde oldu. Kendisine ilk borçlanmam budur!
Daha sonra, 1966’da bir mektup yazıp şiirlerimi kitap olarak yayınlamak istemişti. İlk kitabım Kargı’yı 1963 yılında İzmir’de kendi paramla yayınlayıp, bu en önemsediğim kitabımı rezil etmiştim. Bu kitap yıllar sonra bir yayınevinde ikinci baskı olarak yayınlanıncaya kadar bilinmezlik kuyusunun derinliklerinde can çekiştirmişti.
Kemal Özer ikinci kitabımı yayınlayarak beni resmen şiir kervanına eklemlemişti.
Kuşakdaşlarını sevmiş ve saymıştı, geçmiş ve yeni kuşaklara da çok adil davranmıştı. Özel hayatında da, yazın hayatında da pek benzeri olmayan bir alçakgönüllü hakemdi. Kimseyi kayırmadı, kimseye haksızlık etmedi.
KELİMELERDEN BAŞKA
Kemal Özer’in ölümü ile bir kez daha eksildi bizim 1950 kuşağı. Bu kuşak öyküde olsun, şiirde olsun, kurucu 1910 kuşağına eklemlenen ikinci kurucu kuşaktır.
Kemal’in "elini tutmadı onların da hiç kimse, kelimelerden başka" dizesi sadece onun değil hepimizin itiraf ve vasiyetimizdir.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2009
KÖYÜN Tansaş’ından Michel Rocard’ın "Avrupa Birliği Yolu’nda Türkiye’ye Evet"ini (YKY) iyi ki almışım. Michel Rocard çok önemli bir insan. Eski Fransa Başbakanı ve Avrupa parlamenteri (idi). Benim gözümde iyi bir entelektüel. Birleşik Sosyalist Partisi’nin (PSU) kurucularından.
Böyle bir insanın "İnanıyorum ki, Avrupa’nın kapılarını Türkiye’ye açmak, ekonomik bakımdan akıllıca, stratejik bakımdan kaçınılmaz, kültürel bakımdan da ilerici bir harekettir" demesi son derece okşayıcı.
Türkiye’nin sembolik 2023 yılında AB’ye alınmasını öneren Rocard’ın şu görüşü de son derece önemli: "Günümüz kapitalizminin yeni dengelerini oturturken Amerikan modeline dayalı değil de, daha çok Avrupa modeline dayalı bir çıkış istiyorsak, Türkiye’nin üyeliği zorunludur." (S.85)
* * *
Ancak, bunca değerli bir insanın, Avrupa Birliği ile müzakere sürecini iç rejim mücadelesine dönüştürmek ve bu süreci 1923 cumhuriyetini tasfiye etmek fırsatı olarak görenlerin tuzağına düştüğünü görmek benim için son derece şaşırtıcı:
"Atatürk’ün mirasçıları olan uzlaşmaz cumhuriyetçi laikler, AKP’yi, Türkiye’yi İslamlaştırmak istemekle ve Avrupa Birliği’nin diktalarına boyun eğerek Türkiye’nin temel çıkarlarını ucuz fiyata elden çıkarmakla suçlamaktadırlar. Kemalist devrimden seksen yıl sonraki ikinci devrim, bir engelle karşılaşır ve Avrupa’ya duyulan heves biraz kırılmış görünür." (S.26) "Cumhuriyetçi dogmaların, her tür liberal açılıma karşı gelen bekçileri olarak Kemalist kadronun çatısını bunlar oluşturur." (S.38)
* * *
Michel Rocard’ın AKP ile sabık ve sakıt solcuların bu denli havarisi olması son derece şaşırtıcı. Ancak Monsieur Rocard’ın bu kitabı Ariane Bonzon’un katkılarıyla hazırladığını öğrenince şaşkınlığım kalmıyor. Kocası Galatasaray Üniversitesi’nde görevli, on yıldır "malum çevre"de yaşayan gazeteci Ariane Bonzon’un Michel Rocard’ı tuzağa düşürdüğünü düşünüyorum. Çünkü iç kapakta kitabın Ariane Bonzon’un katkılarıyla hazırlandığı yazıyor.
Michel Rocard çelişkiye düşeceğini hesaba katmadan şunu da yazmış: "Ama Avrupa Birliği üyeliğine aday Türkiye’nin önündeki asıl engeller, ekonomik atılımında aşması gereken sorunlardan çok daha önemli olan demokratikleşme ve hukuk devletine saygı meseleleridir." (S.34)
İyi de Monsieur Rocard, demokratikleşmeyi kim gerçekleştirmiyor, kim hukuk devletine saygı duymuyor, Kemalistler mi, yoksa AKP hükümeti mi? İktidar kim?
Michel Rocard düzeyinde bir siyaset adamının bile "anti-Kemalist tuzak"a düşmesi, tezgáhlanan fesatın boyutlarını gösteriyor.
* * *
Michel Rocard, General de Gaulle’ün neden AB’ye karşı çıktığını anlatıyor (S.74). Bununla kalmıyor, İzlanda ve Danimarka’nın Lizbon Antlaşması’nı reddini, Büyük Britanya’nın Avrupa bütünleşmesini yavaşlatmasını (S.77) açıklıyor. Eski Demirperde ülkelerinin AB’ye alınma nedenlerini açıkça yazmasa da bazı ipuçları veriyor. Ama kimseyi bizim Kemalistleri suçladığı gibi suçlamıyor. Bu tavır da Kemalistlerin AB’ye karşı mesafeli durmalarının ne denli haklı olduğunu gösteriyor.
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2009
KONUYU haber yaptığı için Birgün gazetesine teşekkür etmek istiyorum: "Merkezi sistemi yerel yönetimlere devretmek için çalışma başlatıldı. Bakan Çubukçu’nun gizlilik içinde yürütmek istediği çalışma, belediyeleri eğitim hizmetinden sorumlu kılıyor. Belediyeler kendi bütçelerinden kaynak yaratmak zorunda kalacak." (Birgün, 12.06.09)
* * *
Haber devam ediyor: "Milli Eğitim Bakanı Çubukçu, göreve başlamasının ardından bakanlığın teşkilat yapısında radikal bir değişikliğe gitme kararı aldı. Çubukçu valiliklere bağlı olarak çalışan okulların artık belediyelere bağlı olarak yeni bir teşkilat yapısı oluşturulmasını istedi. Bakanlık içerisinde yeni bir organizasyon modeli hazırlanması için talimat veren Bakan Çubukçu, söz konusu çalışmanın ise büyük gizlilik içinde yapılması emrini verdi."
Birgün gazetesinin bildirdiğine göre MEB talimatı 29 Mayıs 2009 tarihli, 230/2589 sayılı bir yazı ile okullara gönderilmiş.
Birgün gazetesi "Eğitimi satacak yasa geliyor" diye manşet atmış. Eğitim-Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç, eğitim hizmetlerinin yerel yönetime devredilmek istenmesinin altında piyasa ilişkilerine terk edilmesinin yattığını söylemiş.
Gazetenin manşeti de, Eğitim-Sen Başkanı’nın yorumları da gelecek tehlikenin yanında güllük gülistanlık kalıyor.
Sorun "müşteri odaklı eğitim" olsaydı, AKP hükümeti okulları belediyelere devretmek yerine Anayasa’nın 42. maddesini değiştirir, ilköğretimin devlet okullarında da paralı olduğu düzenlemesini yapardı. Tabii, yapabilirse!
* * *
Bu değişiklik girişimi, Türkiye’nin düzenini, temel yapısını değiştirmeyi amaçlıyor. Geçmişi Prens Sabahattin’e giden ademi merkeziyetçi ideolojinin türedi ürünü.
29 Aralık 2003 tarihinde TBMM’ye sunulan Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’nın ilk halinde Milli Eğitim Bakanlığı taşra teşkilatının il özel idarelerine devri öngörülüyordu. Ancak bu düzenlemeden vazgeçilmişti. Söz konusu yasanın bazı maddeleri muzır(!) Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Bunun üzerine AKP hükümeti yasayı parça parça yürürlüğe sokup uygulamaya başladı.
Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun girişimi de bu türden bir hinliğin ürünü olmalı. İl özel idarelerine devredilmesi düşünülen okullar şimdi belediyelere devredilecek.
* * *
Böyle bir girişim Türkiye’nin temellerini dinamitlemek gibi bir şeydir. İlkin, Anayasa’nın 174 maddesi tarafından korunan devrim yasaları arasında bulunan, 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na (Öğrenim Birliği Yasası) aykırıdır. Çünkü: Yasanın 5. maddesine göre bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıdır. Dolayısıyla MEB’in taşra teşkilatının yerel yönetimlere devri Anayasa’ya aykırıdır.
Böyle bir tasarım 1923 Cumhuriyeti’ne karşı girişilmiş sabotaj anlamına gelmektedir. Konuyla ilgili bir tavsiyem var:
Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, sözünü ettiğim Anayasa ve yasa maddelerini, MEB Temel Yasası’nı ve 1929’da çıkartılan "İlkmektepler Talimatnamesi"ni çok iyi okumalıdır. Yoksa çok üzülür. Aynı şeyi CHP de yapmalı, kamuoyu için aydınlatıcı bir dosya hazırlamalı.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2009
BAZEN gazete sütun manşetleri sayfaların içeriğinin söyleyemediğini söyler. Nazlı Ilıcak’ın 15 Haziran 2009 tarihli yazısının başlığı da öyle: "Türkiye’de laiklik perdesi altında iktidar kavgası var."
Türkiye’de herhangi bir laiklik yarışı yapılmıyor. Tam tersine Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana köklü bir laik / antilaik kavgası var. Laiklik cumhuriyet ilkelerine ve Anayasa’ya göre meşru olduğu için, antilaikliğin konumu doğal olarak gayrimeşru. "Meşru" olan yasal, "gayrimeşru" olan yasal değil. Birincisi onurlandırılan bir erdem, ikincisi suç!
O halde, Türkiye’de laiklik perdesi altında bir iktidar kavgası varsa, bu aslında bir düzen kavgası. Laiklik, cumhuriyet düzenini koruyor, bu yasal düzeni güçlendirmek istiyor. Antilaik taraf, demek ki düzeni yıkmak, laik olmayan yani teokratik bir düzen getirmek istiyor. Ki manşet de Türkiye’nin güncel durumunu çok iyi özetliyor.
* * *
Bu müthiş gerçekçi cümleyi söyleyen Prof. Dr. Kemal H. Karpat’ın amacı bir önemli gerçekliğin kabulünü değil, üstü kapalı bir kınamayı ifade ediyor. Zaten laik ve antilaik tarafları birer legal rakip olarak düşünmesi bile hem tarihsel hem de hukuksal hata.
Cumhuriyet elitlerinin halkı küçümsediği, ona güvenmediği de bir başka hata, bir mitos. Kuramsal ve genel olarak elitlerin halkı küçümsediği ve ona güvenmediği varsayılır. Bu bir faraziyedir, hipotezdir. Ama bu tavrın sadece Türkiye elitlerine özgü olduğunu sanmak büyük bir yanılgı. Ayrıca farazi bir halk tapıncı sahtekarlıktan başka bir şey değil!
Totaliter rejimlerde genellikle elitler yönetimdedir. Ama demokrasilerde de gene elitler yönetimdedir. ABD’yi, AB ülkelerini yöneten katmanların sınıfsal kökenlerine bakın, okudukları okullardan başlayarak karşınıza elitler çıkar. ABD’de ülkeyi Harvard, Yale, Colombia, Princeton gibi "Ivy League" üniversitelerinin mezunları yönetir.
Birer Türkiye eliti olan Süleyman Demirel, Turgut Özal ve birkaç kat katman aşağıda yer alan R.T. Erdoğan ve Abdullah Gül’ün ABD’de hiçbir politik şansları olmazdı. AB ülkelerinde de öyle! Çünkü aileleri geleneksel elit üreten bir aile değil; bitirdikleri liseler ve üniversitelerin hepsi sıradan! İşte buna demokratik fırsat eşitliği adı verilir. İşte bu toplumcu ve demokratik fırsat eşitliğini beğenilmeyen laik cumhuriyet yaratmıştır.
Türkiye’de "Ivy League" üniversiteleri olmadığı; büyük burjuvazi de siyasete gir(e)mediği için özel bir elit kitleden söz etmek mümkün değil. Peki laikler mi elit? Laikler sınıfsal olarak değilse bile bilinç olarak seçkinlik aşamasındadır!
* * *
Bugün Romanya sınırları içinde bulunan Dobruca’nın Babadağ kasabasında doğan Kemal H. Karpat, Mecidiye kasabasında imam yetiştiren bir medresede yedi yıl okudu. Kendi dediğine göre daha çocukken imamlık yaptı. Şu anda dünya çapında bir tarihçi.
Prof. Dr. Karpat’ın hayatına ve yapıtına hayranlık duymamak mümkün değil. Ama Cumhuriyet’i değerlendirirken bir imam hatipli refleksinden kurtulamıyor. Bunu, her pazar kiliseye giden ABD Başkanı ile cuma namazını kaçırmayan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı mukayese etmesinde görüyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın, "Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu için" Anayasa Mahkemesi tarafından mahkum edilen bir partinin başkanı olduğunu unutuyor.
Prof. Dr. Karpat’ın sandığının tersine standart Müslüman’ın moderniteyle hiçbir alışverişi yoktur. Yoksa Müslüman teknolojiperestliğini modernite mi sanıyor değerli profesör?
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2009
KUŞAĞIMIN övünç kaynaklarından, değerli yazar Demir Özlü biraz sonra okuyacağınız e-posta iletisini gönderdi. Demir’in sözünü ettiği söyleşi metnini ben de eleştirecektim. Elimde hazır bir metin olduğu için, sözü Demir Özlü’ye bırakıyorum:
ÇAĞA UYMAZ
["15 Haziran’da Prof. Karpat’ın, Sabah gazetesinde Nazlı Ilıcak’la bir konuşması yayınlandı. Profesörün genel kültür yapısının genişliğine inanmakla birlikte, Türkiye’nin güncel durumunu inceleyen bu konuşmada çok önemli bilimsel ve tarihsel blokları atladığını düşünüyorum. Prof. bu konuşmada bir çeşit sınıfsal mücadele olarak (’Sosyal olay olarak’ diyor) günümüz Türkiye’sinde ’...devlet kuvvetiyle iktidarın sahibi olmuş ve zenginleşmiş orta sınıfın yerini, taşra kasabalarında, şehirlerde doğan bir orta sınıfın, yavaş yavaş meydana çıkarak, ekonomik güç kazanması, sosyal mevki sahibi olması...’ olarak gözlemliyor. Bu gözlem doğru olabilir. Elbette bu mücadele önceki proleter-kapitalist, çalışanlar-sermaye sahipleri (işverenler) arasındaki mücadelelere benzemiyor. Sanayi devrimi de bütünüyle bir yana bırakılıyor. Zaten bugünkü Türkiye bu çeşit sınıfsal mücadelelerden epeyce uzakta. Hatta tarihsel, toplumsal ve ekonomik yapının bu çeşit sınıf mücadelelerine -yapısal özelliklerinden ötürü (bugün için) fazla olanak tanımadığı dahi düşünülebilir. İdeolojik yapılar bu durumu güçleştiriyor. Fakat Prof. Karpat’ın işaret ettiği, gözlemleyip saptadığı bu mücadelenin ’taşra burjuvazisi’ (diyelim) tarafından kazanıldığında ortaya bir modern toplum yapısı çıkabileceği çok şüpheli. Dinle örtülü ya da din zeminine basan zenginleşmiş, ama laikleşememiş bir hákim sınıfın çağa uyan bir toplum yaratması hiç de beklenemez. Tersine bu yönde dönüşen bir toplumsal yapı elbette dini yaşama dönüşün derin izlerini taşır.
DERİN BOŞLUKLAR
Sayın Prof. bu düşünceleri ortaya sürerken 18. Yüzyıl İngiltere’sinde doğan cesaretsiz sanayici sınıfın aristokrasiyi elemine etmemesi, daha sonra da yeni doğan işçi sınıfından çekinmesi yüzünden onunla ittifak etmesi sırasında, bu ülkede politik olarak yaratılan haklı dindarlaştırma gibi olguları düşünüyorsa -ki bu Kara Avrupası’ndaki sınıf mücadelelerine benzememektedir- (Engels bunları uzun uzun anlatmaktadır) bu tarihsel oluşumun Türkiye’deki tarihsel oluşumla paralellik göstermediğini de düşünmeliydi. Sadece bizdeki bu yeni zenginleşen sınıf halkı da dindarlaştırmak istiyor. Ama Prof. Karpat’ın düşünceleri baştan derin boşluklar taşıyor. ’... Modernliğin en önemli özelliği ferdiyetçiliktir... İnsanımız temelde ferdiyetcidir...’ diyor.
GERİ YAPIYA GEÇİŞ
Bu ferdiyetçilik akılcılıktan ve laik ayrışmadan geçmediği zaman ne yazık ki sadece ilkel maddi bir ferdiyetçilikti. Tarikatların ve tasavvufun rüyasal dünyasında yaşamayacaksak. Jacobenci diyelim kısa olması için, bu tutumun özelliklerini belirtirken: ’Temel amaç, eski geleneklerden ayrılarak, yeni bir insan tipi yetiştirmekti: Milliyetçi, materyalist ve pozitivist bir insan’ diyor. Bunu ’ulusal gururu olan, akılcı ve pozitivist bir insan’ diye çevirelim. Söz konusu olan bir sosyal yapıdan başka bir yapıya geçerken bütünüyle kültürel ve manevi anlamıyla daha geri bir yapıya geçmenin övülecek ne yanı olabilir ki? Müslüman ve modern tek tek insanlar olabilir. Vardı da. Ama nerede Müslüman bütünsel bir modern toplum yapısı var? Böyle bir yapı kendiliğinden dinsel bir devleti de beraberinde sürüklemez mi? Bu modernizm Birleşik Arap Emirlikleri modernizmi değil mi? Gidiş de o yönde görünmüyor mu?"
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2009
ÇOCUKLUĞUNDAN bu yana tanıdığım ve zekásına güvendiğim bir ceza hukuku öğretim üyesinin sahtecilikler álemine dair düşüncelerine başvurdum. Bana aşağıdaki görüşleri bildirdi: SAHTECİLİK
"Bir belgenin kendisi bakımından sahtecilik yapılabileceği gibi suretleri üzerinde de sahtecilik fiillerinin işlenmesi mümkündür.
Belgede sahtecilik nedir? Ya sahte belge düzenlenir ya da sahih bir belge tahrif edilir, değiştirilir. İlk durumda taklit, ikinci durumda değiştirme ya da tağyir vardır.
Taklit, belgenin gerçek görünüşte düzenleyeni ile gerçek düzenleyeninin farklı olmasıdır.
Sahih bir belgenin değiştirilmesi (kazıma, silme, ekleme gibi) değiştirme ya da tağyirdir. Surette kazıma, ekleme mümkündür.
Ancak surette yer alan bir imzanın ya da elyazısı metnin özgünlüğünü grafolojik olarak belirlemek ya olanaksızdır ya da çok güç. Fotokopi, belgenin bir tür fotoğrafı. Elyazısı metin ve imzanın özgünlüğünü ancak asıl belge üzerindeki inceleme ile tespit edebilirsin.
Kalemin kullanılışı, elin titremesi gibi özelliklerin dikkate alınabilmesi için özgün belgenin bulunması gerek. Malum, elyazısı kişiliğin yansıması."
ASLININ OLMAMASI
Tartışma ve kovuşturma konusu yapılan "İrticayla Mücadele Planı" belgesinin aslının bulunmaması ve aslında "olmaması" çok mümkün.
Herhangi bir imza fotokopi ya da bilgisayar tekniğiyle herhangi bir metnin altına monte edilebilir. Bilgisayar uzmanlarının dediğine göre, albayın imzası herhangi bir yerden alınarak tarayıcıdan (scanner) geçirilerek word dosyasına eklenebilirmiş. "World belgesine Genelkurmay’ı karalayan o satırları yazmışlar; world belgesine PhotoShop programı ile bir şekilde elde ettikleri imzayı eklemişler. Çıktının fotokopisini alıp aslını imha etmişler" diyorlar. Bu olabilir mi? Olabilirmiş!
Ben bilgisayarı daktilo gibi kullandığım için bu işlerden anlamam.
BEN SABIRLIYIM
Belge Albay Dursun Çiçek tarafından üretilmiş olabilir mi? Olabilir! Ama o zaman fotokopi muhabbetini bir yana bırakıp belgenin aslını bulmak gerekiyor. Kim bulacak? İddia tarafı, iddia makamı bulacak. Fotokopiyle bu iş yürümez.
"İrticayla Mücadele Planı" metni AKP hükümetiyle Fethullah cemaatini hedef alıyor, öyle değil mi? Söz konusu belgenin Albay Dursun Çiçek tarafından hazırlandığı kanıtlanırsa, TSK içinde olduğu varsayılan cunta çökertilir. Bunu hepimiz isteriz.
Ama bu yüzün bir de tersi var: Belge Albay Dursun Çiçek tarafından değil ama AKP hükümeti ve Fethullah cemaati tarafından hazırlanmış olamaz mı? AKP hükümetini bu varsayımın dışında tutalım, ama şaibeli Fethullah cemaatinden her şey beklenebilir.
Çünkü şaibeli cemaatin organlarına bir göz atınca, "Kamuoyu tatmin olmadı, sivil yargı vicdanları rahatlatmalı", "Belge fotokopi de olsa incelenmeli", "Askeri yargının kararı sürpriz değil", "Belgenin üstü örtülmeye çalışılıyor" türünden iddialarla karşılaşıyoruz. Cemaat dünyasında belgenin Genelkurmay tarafından üretildiği düşüncesi egemen. AKP’li Burhan Kuzu ise, askeri savcılığın aldığı takipsizlik kararının, belgenin askeri birimlerde hazırlanmadığı anlamına gelemeyeceğini düşünüyor (Taraf, 26.06.09). Ama, nedense, belgenin bilgisayar oyunlarıyla, fotokopiyle üretilebileceği olasılığını ve Fethullah şebekesi parmağını hiç aklına getirmiyor. Kendisi bilir! Ben sabırlıyım, sonuna kadar beklerim.
Yazının Devamını Oku