Özdemir İnce

Demokratik merkezi inşa etmek (1)

31 Temmuz 2009
DİNLERİNİ yaşamak isteyen dindarlara saygı duyuyorum. "Bu iş tamam inşallah. Hafız oluyorum" diyen imam hatip öğrencisinin özgür seçiminin bir hak olduğunu kabul ediyorum. "Babacığım, Felak-Nas’ı ezberledim. Babacığım, Ayet-el Kürsi’yi ezberledim" diyerek yanına koşan kızlarının sevincinden mutluluk duyan İslamcı yazarı anlamaya çalışıyorum, anlıyorum. Ne mutlu çocuklarıyla mutlu olan babalara!

* * *

Ama o kadar! Eşit olduğumuz için, ben kimseye hoşgörü ile bakmam. Hakları vardır. Yasal haklarını kullanırlar. Ama bu insanların, içinde yaşadığım toplumu, toplumun yapılarını, devletin yapılarını kendi inançlarına göre yapılandırmaya hakları yoktur. Türkiye’yi İslamlaştırmaya hakları yoktur. O zaman onlara karşı kendi haklarımla karşı koymak hakkımı kullanırım. Kullanırım ama karşıma "Yüce dinimize karşı mısın!" ihtarı çıkar.

Böyle bir ortamda yaşamak da, çalışmak da, siyaset yapmak da artık işkence haline döner. Ki bu hegemonya giderek dinsel-faşist-bir-diktatoryaya dönüşmekte.

Böyle bir diktatoryanın yürüttüğü politikanın karşısında, ancak, 180 derece zıt bir politika ile ayakta kalınabilir. Yoksa ezer geçer, yutar!

* * *

Hüsamettin Cindoruk’un genel başkanlığını yaptığı Demokrat Parti’nin genel başkan yardımcılığı görevini eski Devlet Bakanı Ufuk Söylemez’in üstlendiğini öğrendiğim zaman çok sevindim. Bu sevinçle düşünmeye başladım ve 21 Temmuz tarihinden başlayan 6 yazıyı (bu yedinci) kaleme aldım. Temel sorum şu idi: 1950’den bu yana İslamileş(tiril)en, 2002’den itibaren AKP ile militanlaşan bir toplum ve siyaset ortamında bir merkez sağ politika yapmak mümkün müdür? Bu soruyu bir kez daha, siyah harflerle yazıyorum:

1950’den bu yana İslamileş(tiril)en, 2002’den itibaren AKP ile militanlaşan bir toplum ve siyaset ortamında bir merkez sağ politika yapmak mümkün müdür?

Keşke mümkün olabilseydi! Türkiye öylesine bir yere gelmek üzere ki orada sadece İslamcı bir referans içinde siyaset yapılabilir, yapılabilecek.

Diyelim ki yeni Demokrat Parti gerçekten bir merkez sağ ya da Ufuk Söylemez’in dediği gibi bir demokratik merkez partisi oldu.

Bu partinin, Cumhuriyet’in laiklik ilkesini ve Cumhuriyet’in devrim yasalarını asla tartışmaması; yasalar gereği, tartışmadan kabul etmesi ve uygulaması gerekecek. Bu parti (DP), demokratik bir merkez partisinin mutlaka yapması gereken (bu) şeyi yapacak mı?

* * *

Yani tarikat ve cemaatlerin etki ve yönlendirmelerinden uzak durabilecek mi? Yani imam hatipleri kuruluş amaçlarına göre döndürebilecek mi?

1951-1993 arası 42 yıl içinde imam hatiplerin orta ve lise bölümlerinde toplam 2 milyon 801 bin 310 öğrenci okumuş, bunların 1 milyon 377 bin 310’u mezun olmuş. Toplam 3 milyona yakın siyasal İslam militanı. 2009 yılında bu çoktan 4 milyonu bulmuştur.

Her yıl resmi ve kaçak Kuran kurslarında siyasal İslam’ın tornasından geçen milyonlarca çocuğumuzun zehirlendiği ortamda demokratik merkez politika nasıl yürütülecek?

Devleşen siyasal İslamcı sermayeyi, dernekleri ve vakıfları, Diyanet İşleri Başkanlığı imparatorluğunu saymıyorum bile? Dezenfekte edilmesi gereken bir siyaset ortamı?

(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku

Merkez sağın adresi

29 Temmuz 2009
1984-1999 yılları arasında edebiyat dergilerinde yayınladığım toplumsal ve siyasal içerikli yazılar 1991-1999 yılları arasında 6 kitap halinde kitaplaşmıştı. Bu altı kitap daha sonra Doğan Kitap tarafından iki kitapta (Yazmasam Olmazdı, 2004; Mahşerin Üç Kitabı, 2005) toplandı. Yeni baskı için yazdığım önsözde bu iki kitabın önemli bir özelliğini söyle özetliyorum:

* * *

["Bu nedenle, 1984-1995 yılları arasında yazdığım yazılar aradan geçen yıllardan sonra da fırından yeni çıkmış gibi taptaze.

Örneğin DP (Demokrat Parti), AP (Adalet Partisi), ANAP (Anavatan Partisi) ve DYP (Doğru Yol Partisi) gibi kendilerinin merkezde ve merkez sağda olduklarını ileri süren ya da öyle oldukları kabul edilen partilerin trajedilerini ’Merkez Sağın Trajedisi’ adlı bir inceleme makalesinde ele almışım: Bir partinin merkez ya da merkez sağ partisi olabilmesi için statüko ve merkez partisi olması gerektiğini; bu partilerin Cumhuriyet ve Cumhuriyet’in laiklik ilkesine bağlı olmalarının zorunluluk olduğunu yazmışım. Bu partilerin 1946’dan itibaren aşırı milliyetçi ve İslamcı görüşleri bünyelerinde barındırdıklarını ve bu görüşlerin limonluğu görevini üstlenmiş olduklarını söylüyorum. Ve bir uyarıda bulunuyorum: Merkez sağ partiler, aşırı milliyetçi ve İslamcı görüşlerden kendilerini arındırmalıdır, politikalarını bu görüşlerle yarışan herhangi bir eksene oturtmamalıdır; bu partiler Cumhuriyet’in partileri olmalıdır, yoksa kendi elleriyle canavar haline getirdikleri hareketler tarafından yozlaştırılırlar ve yutulurlar.

Baktığım fal ne yazık ki on yıl içinde gerçekleşti. Yakında merkez sağın komedisini yazacağım."]

* * *

Bülent Ecevit’in CHP’sinin Necmettin Erbakan ile yaptığı koalisyon ortaklığının ülkenin başına gelen en büyük felaketlerden biri olduğunu itiraf etmek zorundayız. Ancak Bülent Ecevit koalisyon yapmasaydı, Süleyman Demirel’in Erbakan ile yapacağı koalisyon daha büyük felaketlere yol açabilirdi. Ama tarihte varsayımların yeri yoktur.

DP, AP, ANAP gibi partiler tarikatlar ve cemaatler ile işbirliği yaparak CHP ve solu yendiler. Ancak sonuçta aralarında DYP de olmak üzere DP, AP ve ANAP kendi seralarında besledikleri Erbakan partileri tarafından kemirildi ve 2002 yılında tamamen yok edildi.

Erbakan’ın merkez partiler için söylediği "Bunlar bizim arka bahçemizdir, gençlik kollarımızdır" dediğini de anımsayalım. Milli Nizam, Milli Selamet, Refah ve Fazilet Partileri TBMM’de temsil edilirken bile merkez sağ partilerinde siyasal İslam’ın güdümüne girmiş milletvekilleri vardı.

Siyasal İslam, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri ve Turgut Özal sayesinde iyice semirdi ve AKP ile laik olduğu ileri sürülen devletin bütün yapılarını ele geçirdi. Düşünsenize, varoşlar, kadınların büyük bir çoğunluğu, gençliğin önemli bir kesimi, Anadolu sermayesi, bir "sınıf" olması gereken emekçi kitlesi, Kürtlerin önemli bir bölümü, dindar ve muhafazakár kitlenin tamamı tarikat ve cemaatlerin denetimi altındadır. Tarikat ve cemaatler iktidarı AKP’ye altın tabakta sunmaktadır.

Böyle bir ortamda CHP ve sol, ne yaparlarsa yapsınlar, hiçbir şey yapmasalar da ayakta kalmaya mahkûm durumdadırlar. Ama geriye bir tek soru kalıyor: Böyle bir ortamda bir merkez sağ parti yaşayabilir mi? (Devam edecek.)

Düzeltme: Dünkü yazımda, 23 Nisan 1923 tarihi, "23 Nisan 1920" olacaktı. Düzeltir, özür dilerim. (Ö.İ.)
Yazının Devamını Oku

Adressiz merkez sağ

28 Temmuz 2009
TÜRKİYE’de bir merkez sağ gerçekten hiçbir zaman olmamıştır. Geleneksel merkez sağ olduğu iddia edilen akım bir kaostan doğduğu için hep marazlıdır. Bu "olmamışlık" ve "marazlılık" nereden geliyor, bunu biraz irdeleyelim. İrdeleyelim ama birinci meclisten eskilere gitmeyelim. Ahrar Fırkası’na falan...

23 Nisan 1923’te kurulan Birinci Millet Meclisi kuşkusuz toplumun politik düşünsel topografyasını yansıtıyordu. İkinci Grup’un ortaya çıkmasıyla kaos başladı ve daha cumhuriyet kurulmadan cumhuriyet karşıtı, karşı devrimci hareketlerin ilk tohumları atıldı.

CEMAATİN KUCAĞINDA

Kendini merkez sağ ya da merkezin sağı olarak tanımlayan ve tanımlanan hareket aslına bakarsanız adı hangi partinin adı olursa olsun tarikatların ve cemaatlerin kucağına oturmuştur.

Necmettin Erbakan tarafından kurulan ve kapatılan dört partiyi (Milli Nizam, Milli Selamet, Refah ve Fazilet) bir yana bırakalım; Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi, ANAP ve MHP vb. partilerin hepsinin şu ya da bu oranda tarikat ve cemaatlerle ilişkileri olmuş ve onların dümen suyuna girmişlerdir. İlişkinin doruk noktası AKP’dir. AKP ile cemaatler ve tarikatlar büyük oranda devleti ele geçirmişler ve iktidarın büyük ortağı olmuşlardır. Cemaat ve tarikatlar desteği çektikleri gün AKP tepe üstü gider.

Tarikat ve cemaatlerle ilişkisi olan bir merkez sağ parti olur mu? Demek ki Türkiye’de oluyormuş. AKP’den değil ötekilerden söz ediyorum.

OPERET SOLCULARI

Tarikat ve cemaatler, 1950’den bu yana, artık áşikára çıkmış sinsi yıkım ve cihat politikalarını sürdürmektedirler. Ele geçirmek istedikleri için devlete karşı değildirler ama Kemalist, laik cumhuriyete düşmandırlar. Bu nedenle devletteki Kemalist etkileri temizlemeyi ve devleti ele geçirmeyi planlamışlardır. Nakşibendilerin (İskenderpaşa cemaati, Süleymancılar), Nurcuların, Fethullahçıların ortak politikalarıdır bu.

Bunları yazıp söylediğiniz zaman siyasal İslamcılar duymazdan gelirler ama günümüzün travesti (eşcinsel anlamında değil kuşkusuz) solcuları ve neo-liberalleri sizi şeriat paranoyasına tutulmuş olmakla suçlarlar. Operet solcularıdır bunlar, solu psikiyatri kliniği olarak görmüşler, yenildikleri cumhuriyete her ne surette olursa olsun zarar vermek istemektedirler.

NURSİ’NİN İZİNDE

Bir iki örnek verelim: Demokrat Parti sayesinde ihya olan Nurculuğun önderi Saidi Nursi, Demokrat Parti’nin cumhurbaşkanı seçtiği Celal Bayar’a tebrik telgrafı göndermiş; DP hükümetinin Kore’ye asker göndermesini desteklemişti. Bu desteğin karşılığını aldı: Ezanın Arapça okunmasını yasaklayan yasa yürürlükten kaldırıldı; tekke ve zaviyeleri yasaklayan yasanın kaldırılması için önerge verildi; imam-hatip okulları ve İlahiyat Fakülteleri açıldı.

Nurcuların 1950 yılında iktidarla başlayan ortakyaşarlık (sembiyotik) ilişkisi günümüzde de devam etmektedir, ki 70 yıl eder.

Fethullah Gülen de Saidi Nursi’nin izinden gitmekte ve başarıdan başarıya koşmaktadır.

CHP, TİP (Türkiye İşçi Partisi) ve açılıp-kapatılan öteki, irili-ufaklı sol partiler dışında, DSP dahil geriye kalan bütün partiler, 1950’den bu yana tarikat ve cemaatlerin sultası altında politika yapmışlardır. CHP ve solun tarikat ve cemaatlerle organik bir ilişki kurması iki taraf için de inandırıcı ve etkili olmaz. Peki günümüzde tarikat ve cemaatlerden bağımsız bir merkez sağ parti ya da demokratik merkez partisi olabilir mi? (Devam edecek.)
Yazının Devamını Oku

İkinci Grup’tan AKP’ye ve Ergenekon’a (2)

26 Temmuz 2009
SALIDAN bu yana yazmakta olduğum yazılarla "Merkez Sağ", "Ortanın Sağı", "Demokratik Merkez" olarak tanımlanan bir siyasal konuya giriş yapmak istiyorum. Ama kaynaktan başlamadan böyle bir girişimi geliştirmek mümkün değil.

12 EYLÜL DÖNEMECİ

Devlet ve toplum 14 Mayıs 1950’den itibaren İslamileşmeye başladı. İslamileştirme hareketi 2002 yılında AKP’yi tek başına iktidara getirdi. Bu parti İslamileştirme sürecini hızla devam ettirmektedir. Bu süreç İslam şeriatının devleti tamamen ele geçirmesine kadar devam edecek.

Demokrat Parti kuruluncaya kadar dini cemaatler ya yeraltına inmişti ya da CHP içinde kılık değiştirerek yuvalanmıştı. Bu durum 1945’te Demokrat Parti’nin kurulmasına kadar devam etti. Demokrat Parti’nin kurulması ve 1950’de iktidara gelmesiyle başta Nurculuk olmak üzere tarikatlar ve cemaatler siyaset sahnesine çıktılar ve her gün giderek daha etkin olmaya başladılar. Nurcular DP’yi sürekli olarak desteklediler.

Adalet Partisi’nde de bu durum devam etti. Adalet Partisi gibi DYP de uzun süre İslamcı ideolojinin seraları olarak kullanıldı.

Bu süreç içinde Devlet Planlama Teşkilatı (Takunyalılar dönemi) ve Milli Eğitim Bakanlığı içinde İslami kadrolaşmaya önem verildi.

12 Eylül 1980 askeri darbesi, İskenderpaşa Cemaati için önemli bir dönemeçtir. Milli Selamet Partisi kapatıldı ama cemaatin mensubu Turgut Özal Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı yapıldı. Cemaat ANAP’ın kurulmasını ve iktidara gelmesini destekledi.

İSKENDERPAŞA CEMAATİ

Nakşibendi geleneğine bağlı olarak kurulan Gümüşanevi tarikatının bir ardılı ve türevi olan İskenderpaşa cemaatinin şeyhi Mehmet Zahid Kotku’nun Necmettin Erbakan’a verdiği talimatla 1969 yılında Milli Nizam Partisi kuruldu. Ve böylece tarikat ve cemaatler 1970’lerin başlarından itibaren "Milli Görüş partileri" olarak tanımlanan ve bir kapatılıp bir açılan Erbakan partileri (MNP, MSP, RP, FP, SP) dönemi başladı.

İskenderpaşa cemaati "Milli Görüş" geleneğinin bölünmesi sırasında Erbakan’a karşı Gül-Erdoğan ikilisini destekledi. Fazilet Partisi genel başkanlık seçimlerinde Erbakan’ın adayı Kutan’a karşı Gül’ü destekledi.

Her sağ parti, Başbakan ve Cumhurbaşkanı çıkartan İskenderpaşa cemaati ile şu ya da bu şekilde ilişkilidir.

SOL ENGELLEYEBİLİR

Tarikat ve İslami cemaatlerin üç-beş satırda özetlemeye çalıştığım ahtapot gücünü daha fazla merak edenler Mustafa Peköz’ün "İslami Cumhuriyete Doğru" (Kalkedon Yayınları) kitabını mutlaka okumalıdır. Ben, Nakşibendilik ve türevleri Gümüşanevi ve İskenderpaşa cemaatlerinin, Süleymancıların, Nur cemaati ve türevlerinin, Gülen cemaatinin bütün sağ partilerle ilişkilerine dikkat çekmek istedim. Bu tarikat ve cemaatlerin hiçbirinin stratejisinde demokrasi ve toplumsal özgürlükler hiçbir şekilde yer almaz.

Bu, toplumun ve devletin İslamileştirilmesinin tarihçesini daha fazla uzatmak istemiyorum. Cumhuriyet’in İslami cumhuriyete dönüştürülmesine sadece CHP ve sol partiler engel olabilir. Merkez sağın ya da demokratik merkezin böyle bir zaman ve mekánda yaşama ve etkin politika yapma olanağı var mıdır? Salıdan itibaren bu soruya cevap araştıracağız.
Yazının Devamını Oku

İkinci Grup’tan AKP’ye ve Ergenekon’a (1)

25 Temmuz 2009
MATTA İncili’nde İbrahim oğlu, Davut oğlu İsa Mesih’in soy kaydı şöyledir: İbrahim İshak’ın babasıydı, İshak Yakup’un babasıydı, Yakup Yahuda ve kardeşlerinin babasıydı... Mattan Yakup’un babasıydı, Yakup Meryem’in kocası Yusuf’un babasıydı, Meryem’den Mesih diye bilinen İsa doğdu. 2 DÜŞMAN PARTİ

Osmanlı’nın son yıllarında birbirine düşman iki parti var idi: İttihat ve Terakki Fırkası ve Damat Ferit Paşa, Ali Kemal, Lütfi Fikri liderliğindeki Hürriyet ve İtilaf Fırkası.

Mustafa Kemal Paşa, Müdafa-yı Hukuk Cemiyetleri’ni 10 Mayıs 1921 tarihinde birleştirerek Anadolu ve Rumeli Müdafa-yı Hukuk Cemiyeti’ni kurdu. Buna Birinci Grup denildi.

Mustafa Kemal Paşa’ya karşı örgütsüz mücadele eden milletvekilleri 1922 Temmuzu’nda İkinci Grup’u resmen kurdu. 1922-1923 döneminde etkin olan bu grup, 8 Nisan 1923’te yapılan İkinci Meclis seçimlerinde Büyük Millet Meclisi dışında kalarak parlamenter etkinliğini yitirdi.

Ancak, İkinci Grup Meclis dışında etkinliğini sürdürdü. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın (17.11.1924-03.06.1925) kuruluşunda etkin oldu ve 1930 yılında kurulup üç ay yaşayan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı (12.08.1930-17.11.1930) destekledi.

Bu arada Ahali Cumhuriyet Fırkası (1930), Milli Kalkınma Partisi (1945-1958) kuruldu ama bu partiler bizim ilgimizin dışında kalmaktadır.

ASALAK KADROLAR

İkinci Grup’un dağılmasından sonra kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı; Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruluşundan kısa bir süre sonra kendini feshetti. 09.09.1923 tarihinde kurulmuş olan Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi), Demokrat Parti 07.01.1946 tarihinde kuruluncaya kadar tek iktidar partisi olarak kaldı.

Cumhuriyet Halk Partisi 14 Mayıs 1950’ye kadar iktidardaydı. Şiarı ’6 Ok’ idi ama doğunun feodalleri ve ayanı, genel olarak toprak ağaları ve büyük toprak sahipleri; İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İtilaf, İkinci Grup, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası artıkları; milliyetçi ve muhafazakár kesim; tebdil-i kıyafet eylemiş İslamcılar, hepsi birden birer asalak ve sembiyoz olarak onun bedeninde yaşamaktaydı.

CHP’nin devrimciliğinin sönmesinin, toprak reformunu ve benzeri reformları yapamamasının nedeni bu karşı devrimci asalak kadrolardır.

YENİ KİMLİK

Demokrat Parti’nin 07.01.1946 tarihinde kurulmasından sonra asalaklar koalisyonunun büyük bir kesimi CHP’den DP’ye transfer oldu. Ama ne yazık ki CHP bu asalaklardan tamamen temizlenemedi.

Demokrat Parti’nin bir merkez sağ, bir demokratik sağ parti olmak şansı vardı ama o yukarda adlarını saydığım asalaklar ve özellikle DP bünyesi içinde yeraltından çıkan İslamcı kadrolar yüzünden marazlı bir milliyetçi-muhafazakár, Türk-İslam sentezci ve antikomünist bir partiye dönüştü. Bu süreç içinde tarikat kadroları devlet yönetimine sızmaya ve etkin olmaya başladı. Böylece, ideolojik olarak bir laik bir merkez sağ, liberal parti olmak şansını yitirdi ve ne yazık ki yeni bir İkinci Grup kimliği kazandı. Bu kimlik kendisinden doğan yeni partilerin de kimliği oldu.

(Devam edecek.)
Yazının Devamını Oku

Lausanne yazılır Lozan okunur

24 Temmuz 2009
YAPTIĞIM yazı programına göre salı ve çarşamba günleri yayınladığım dizi yazıya devam edecektim. 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması konusunda dizinin akışını bozmamak için bu konuda yazmayı düşünmüyordum. Ama çok önemli bir şey oldu ve programı değiştirmek zorunluluğu doğdu. Ne mi oldu? DURUM DEĞİŞTİ

Gürbüz Evren’in Kanal B’de yayınlanan Bekleme Odası programını dikkatle izlerim. 17.07.09 tarihli programlarını bir hafta önceleyerek Lozan Antlaşması’na ayırmışlar. Programa Gazi Üniversitesi’nden tarihçi Prof. Dr. Semih Yalçın ile Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Saltık uzman olarak katılıyor. Ankaralıları severim!

Kanal B’nin muhabiri Kızılay’da on kadar insana "24 Temmuz 1923’te ne oldu?" diye soruyor. Soruya doğru cevabı sadece bir delikanlı veriyor. Aynı delikanlı röportajın daha sonra yayınlanan ikinci bölümünde Lozan Antlaşması’nın önemini belirten bilgiler veriyor. Geri kalanların tarih konusunda herhangi bir fikri yok, ama Lozan konusunda bazılarının küçük de olsa bilgisi var.

İçinde bulunduğumuz ortamda, içinden geçtiğimiz ulusal ve uluslararası süreçte, bu, hiç de iç açıcı bir durum değil. İnsanların epeycesinde tarih belleği ve bilinci olamayacağını kabul ediyorum, ancak 1950’lerde orta ve lise öğrenimini tamamlamış biri olarak, ulusal eğitimin hedef yapıldığı fesatları elbette biliyorum. 1950’lerden itibaren ulusal bilinç yerine ümmet biatının çıkartılması politikasına önem verildi. Ancak o tarihlerde Cumhuriyet kuşağı öğretmenlerinin görevde olması nedeniyle bu politika 1970’lere kadar çok etkili olmadı. Cumhuriyet kuşağı öğretmenlerinin emekli olmasından ve elenmesinden sonra, imam-hatip kökenli ve Fethullahçı öğretmenler öğretim kadrolarına girince durum değişti.

SEVR’İ YIRTTILAR

Lozan’ın artık heyecanla öğretildiği kanısında değilim. Lozan’ın bir zafer değil bir bozgun olduğu öğretiliyor. Kanıt olarak Musul ve Kerkük, 12 Ege adası gösteriliyor.

İsmet Paşa başkanlığında Ankara delegasyonu Lozan’da Sevr (Sevres) Antlaşması’nı yırtıp attığı için bu antlaşmadan Kürtçüler nefret etmektedirler. Günümüzde, Sevr’in uygulanmasını isteyen yerli ve yabancı Kürtçüler bile var.

Yeni mürteciler, travesti solcular, naylon liberaller ise Lozan Antlaşması’nın yalnızca azınlık haklarıyla ilgili maddesini hatırlamakta.

İslamcı kesime gelince: Lozan Antlaşması’na gönül verenine rastlamak neredeyse mümkün değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı Lozan Antlaşması başından itibaren horlandı, ailenin gayrimeşru çocuğu olarak görüldü. Pan Türkçü, Pan İslamcı irredantist konuşma ve yazıları biraz inceleyin dediklerimin ne kadar doğru olduğunu görürsünüz.

AŞAĞILIK DÖNEM

Öylesine bir aşağılık dönemde yaşamaktayız ki Lozan’ı savunmak ve onu saygı ile anmak "Sevr Paranoyası’na tutulmak" ile suçlanmakta. Ergenekoncu iddianamesine girmediyse eli kulağında.

Avrupa Birliği, Lozan Antlaşması ile öteki ikili anlaşmaların AB mevzuatına uymamaları durumunda geçersiz sayılacağını ileri sürüyor. İleri sürmeyi bırakın, bile bile, seçe seçe Lozan’ı çökertebilir. Çökertiyor. Bir başka yönden ele alırsak, Avrupa Birliği sanki Sevr’in bazı maddelerini gündeme getirme çabasında.

Böyle giderse, Gürbüz Evren gelecek yıl Lozan programı yapamayabilir!
Yazının Devamını Oku

Seni gidi ikinci grup seni!..

22 Temmuz 2009
DÜNKÜ yazımda, günümüz liberal demokratlarının(!) muhalefet anlayış ve düzeylerinin somut göstergesi olarak 25 Kasım 1922 tarihinde İkinci Grup temsilcileri tarafından verilen milletvekili seçim yasası önergesini işaret etmiştim. Büyük zaferden henüz birkaç ay sonra verilen bu önergeyle ilgili olarak Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı konuşmayı Söylev’den aktaracağım: DÜŞMAN GİBİ

"Efendim, bu yasa tasarısı özel bir amaç güdüyor ve bu özel amaç doğruca benimle ilgili olduğundan, izin verirseniz, birkaç sözle düşüncemi bildirmek istiyorum. Erzurum milletvekili Necati, Mersin milletvekili Selahattin ve Samsun milletvekili Emin beyefendilerin hazırladıkları yasa tasarısı doğrudan doğruya beni yurttaşlık haklarından yoksun bırakmak amacına yöneliktir. On dördüncü maddede yazılı olan satırları gözden geçirecek olursanız, orada diyor ki: ’Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için, Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak, ya da kendi seçim bölgesinde yerleşmiş olmak gerekir. Göçmen olarak gelenlerden Türk ve Kürtler, bir yere yerleştikleri günden beş yıl geçmiş ise seçilebilirler.’

Ne yazık ki, doğum yerim bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor. İkincisi, herhangi bir seçim bölgesinde beş yıl oturmuş da değilim. Doğduğum yer, bugünkü ulusal sınırlarımız dışında kalmıştır. Ancak bu böyle ise, bunda benim bir etkim ve suçum da yoktur. Bunun nedeni, bütün ülkemizi, ulusumuzu, dağıtıp yok etmek isteyen düşmanların bu işteki başarılarının biraz olsun önlenemeyişidir. Eğer düşmanlar, amaçlarına tam olarak ulaşmış olsalardı, Tanrı korusun, bu tasarıya imza atan bayların doğum yerleri de sınırların dışında kalabilirdi. (?..)

Sanıyorum ki, ondan sonraki çalışmalarımı herkes bilir. Hiçbir yerde, beş yıl oturamayacak kadar çalışmış bulunuyorum. Ben sanıyordum ki, bu hizmetlerimden dolayı ulusumun sevgisini ve yakınlığını kazandım. Belki bütün Müslümanlık dünyasının sevgisini ve yakınlığını kazandım. Bu sevgi ve yakınlıklara karşılık, yurttaşlık haklarından yoksun bırakılacağımı hiç akla getirmezdim. Sanıyorum ve sanıyorum ki, yabancı düşmanlar, canıma kıyarak da beni yurdumdaki işimden ayırmaya çalışacaklardır. Ama hiçbir zaman düşünüp düşleyemezdim ki, Yüce Meclis’te iki üç kişi de olsa, düşmanlar gibi anlayışta bulunabilsin."
(Nutuk, Karizma Yayıncılık, S. 507-508)

ZİHİNSEL İFŞA

Erzurum milletvekili Necati, Mersin milletvekili Selahattin ve Samsun milletvekili Emin söz konusu önergeyi İkinci Grup’un üyesi sıfatlarıyla vermişlerdi.

Bayanlar ve baylar, liberal demokratların atalarının tıyneti budur işte!

Verdiklerdi bu önerge, Kurtuluş Savaşı sırasında Millet Meclisi’ndeki bozguncu davranışları İkinci Grup milletvekillerinin zihinsel yapılarını ifşa etmektedir.

FESAT SİYASETİ

Mustafa Kemal’in, ihtiras ve hayalleri tatmin edilemeyen bazı arkadaşları, Padişahlık ve Hilafet’in devamını isteyen tutucular, İslamcılar, ekonomiden ve siyasetten habersiz liberaller, Mustafa Kemal’in kişisel düşmanları İkinci Grup fesadında bir araya geldiler. Bu fesatçıların izlediği siyaset 1923-1946 arasında yeraltına indi; 1950’den itibaren Türkiye siyasetinde etkili oldu. Benim kuşağım "İkinci Grup’tan AKP’ye ve Ergenekon’a" uzanan büyük intikam politikasının tanığı oldu. (Cumartesi günü devam edecek.)
Yazının Devamını Oku

Birinci Meclis’te muhalefet

21 Temmuz 2009
GENEL başkanlığına Hüsamettin Cindoruk’un, genel başkan yardımcılığına Ufuk Söylemez’in gelmesiyle Demokrat Parti sanki hafiften yekinmeye başladı. Ve bunun üzerine, Hüsamettin Cindoruk, AKP ile özdeşleşmiş İslamcı basının, "yandaş medya"nın ve travesti solcuların ağır saldırılarına hedef oldu. Türkiye demokrasisinin kutsal simgesi(!) Demokrat Parti’nin mirasçısı bir parti dirilmeye başlıyor ama yıllardır o partiyi putlaştıranlar tedirgin oluyorlardı.

Partili olsun, partisiz olsun, Türkiye politikasının muhalif hareketleri iyi çözümlenmemiş, DNA şifreleri çözülmemiştir. Birkaç yazı ile bu işi yapmaya çalışacağım:

KİTAP TANITMASI!

İnternette "İkinci Grup"u ararken karşıma bir kitap tanıtması çıktı. Şöyle:

"Resmi tarihin Milli Mücadele seneleri hakkındaki anlatısını sorgulayan bir eser daha. Birinci Meclis’te Mustafa Kemal önderliğinde, daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası’nın nüvesini teşkil edecek olan Birinci Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulmasından sonra, organize muhalefet olarak kurulan İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu resmi tarih tarafından ’gerici’ olarak sunulmakta. Bu konuda ayrıntılı çalışma yapan tarihçiler de resmi çerçevenin temel kabullerini fazla sorgulamadan, ufak-tefek tadilatlarla devam ettirmişler. Ahmet Demirel 614 sayfalık detaylı çalışması İkinci Grup’un temel özelliğinin kişi istibdadına karşı mücadele olduğunu ortaya koyuyor. İkinci Grup muhalefet hareketinin tasfiyesi(nin) Cumhuriyet senelerinde olduğunu ortaya koyuyor. İkinci Grup muhalefet hareketinin tasfiyesi Takrir-i Sükûn gibi, İstiklal Mahkemeleri gibi cebri tedbirlerle mümkün oluyor. İkinci Grup’un tamamınca paylaşılmasa da önde gelen isimlerin paylaştıkları liberal eğilimin ancak 70 sene sonra Türkiye’de siyasi diyaloğun parçası olmaya başlaması (Yeni Demokrasi Hareketi gibi) Türkiye siyasetinin zengin mirasının 1920 ve 30’larda nasıl güdükleştirilip, ilkelleştirildiğinin ibret verici misali."

YASA ÖNERİSİ!


Kitap tanıtması değil de sanki merd-i Kıbti’nin sirkatin söylemesi hikáyesi. Kişi istibdadını kimin temsil ettiğini tahmin edebiliyoruz da sadece muhalefet tarzı hakkında bilgi verilmiyor.

Kurucularından Mersin Mebusu Selahattin Bey’in ifadesine göre, İkinci Grup, "Her türlü şahıs istibdadını önlemek, şahsi hákimiyet yerine kanuni hákimiyetler ikamesi gayesi ile kurulmuştur; Meclis diktatoryasına taraftar olup şahıs otokratlığına muhalefet etmiştir". Bu muhteşem muhalefetten(!) size tipik bir örnek:

25 Kasım 1922 tarihinde milletvekili seçim yasasını değiştirmek için teklif verdiler. Yasa teklifine göre belirli bir yerde 5 seneden fazla ikamet etmemiş olanlar o bölgeden milletvekili seçilemeyecek; Misak-ı Milli sınırları dışında doğmuş olanların ve Türk kökenli olmayanların yine milletvekili seçilme hakkı olmayacaktı. Bu yasa, Mustafa Kemal’in ve birçok subay kökenli mebusun ve doğum yerleri ülke sınırları dışında kalanların seçilebilme hakkını ortadan kaldıracaktı.

TUZLAYAYIM DA KOKMA!

Ey ahali, bu yasa meclis tarafından onaylansaydı, neler olurdu, neler olmazdı? Türk kökenli olmayanlar da milletvekili seçilemeyecekmiş. İşte size günümüz liberal demokratlarının atalarının demokrasi anlayışı. Tuzlayayım da kokma e mi!..... (Devam edecek).
Yazının Devamını Oku