17 Kasım 2007
TÜRBANIN, komünistlerin orak-çekici, Nazilerin gamalı haçı gibi bir totem olduğunu daha önce de yazmıştım. Put olduğunu da yazmıştım. Ama totemin tarihsel anlamı konusunda bir açıklama yapmamıştım. Bu yazıda bu eksikliği gidereceğim. Totem: İlkel topluluklarda, bir insan ya da bir insan topluluğuyla dinsel-büyüsel ilişkisi olduğuna ve o insanı ya da topluluğu koruduğuna, kader birliği kurduğuna inanılan hayvan, bitki, cansız nesne, doğasal olay. Totemciliğin (Totemizmin) ilk din olduğu kabul edilir.
* * *
Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında, Bayan Gül’ün türban tutkusunun kökenini araştırırken, bu tutkunun kaynağının İslam dini olamayacağını yazmıştım. Çünkü din álimlerinin bir bölümü türbanla örtünmenin İslami bir zorunluluk olmadığını söylüyorlardı (söylüyorlar).
Laik bir rejimde, herhangi bir eylemin herhangi bir dine uyup uymadığı dikkate alınmaz. Özellikle de kamusal alanda. Çünkü kamusal alan dinlerden arınmadan zaten laiklik söz konusu olamaz. Bu, laikliğin amentüsüdür.
Ama, bir laik olarak, dinsel bir tavrı kendi içinde denetlemeye, kendi içinde tutarlıklık sınavına sokmaya hakkımız vardır. Buradan yola çıkarak, Bayan Gül’ün faizde parası olabileceğini, hatta dince haram sayılan faizden yararlanmış olabileceğini yazmıştım. Aslında Bayan Gül’ün ve arkadaşlarının tutarsızlığı sadece faiz değildi (değildir). Türban takanların gerekçeleri dinsel inançları ise, bu kimselerin, Cumhuriyet’in bütün devrimlerine özellikle de hukuk (aile hukuku, ceza hukuku, kamu hukuku, borçlar hukuku,vb.) devrimlerine karşı olmaları gerektiğini yazmıştım.
İslamcı yazıcılardan ve AKP lejyonerlerinden herhangi bir tepki gelmedi. Belki de yazımın anlamını kavrayamadılar. Ama İlhan Selçuk Cumhuriyet Gazetesi’nde faizin haram olduğunu söyleyen ayetleri de yazınca kıyamet koptu. Hep birlikte İlhan Selçuk’a karşı saldırıya geçtiler. Faize bir kulp buldular diyelim, yabancı erkeklerle el sıkışmak neyin nesi?
* * *
AKP’nin tanınmış lejyonerlerinden Fehmi Koru’nun, "AK Parti faizi kaldırsa, laiklik elden gitti diye ilk bağıracaklardan biri Selçuk olacaktır" diye yazdığını Nazlı Ilıcak’tan öğrendim (Sabah, 6.11.07). Böyle bir savunmaya ancak gülünebilir. Sorun faizi kaldırmak ya da kaldırmamak değil, faiz İslam’a göre haram mı, değil mi? Sorun bu! Bazı Müslümanlar faizcilik yapıyor mu, yapmıyor mu? Elbette faizcilik yapanlar ve faiz yiyenler vardır Müslümanlar arasında. Kár payı dağıtan İslami bankanın icadı da dalavereden başka bir şey değil. AKP sıkıysa faizi kaldırmayı denesin, kapitalizm adamın gözünü kaşıkla oyar.
Türban totemi kamusal alanda laikliğe aykırıdır! Ama Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk TSK’nın laiklik konusunda taraf olmaması gerektiğini ileri sürer. AB ve ABD Türkiye Cumhuriyeti’nin laikliğini neden takıntı haline getirmiştir? Fesadın giriş kapısı buradadır. Totemler simgeleşirler sonunda. Gamalı haç, orak çekiç, ıstavroz, yedi kollu şamdan ve türban olurlar. Türban sadece "bez parçası türban" değildir. Türban totemi, laik ve demokratik cumhuriyete karşı teokratik bir isyanı simgelemektedir!
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2007
BİR internet sitesinde, hakkımda ve aleyhimde yazılanları toplamışlar. İslamcıların hakkımdaki düşüncelerini aşağı yukarı biliyorum. Ama PKK ve Kürtçülük fesadı konusunda yazdıklarımı eleştiren birkaç yazı okudum. Vay gidi vay! Kürt düşmanıymışım! Kardeşler, bacılar, ağalar, beyler! Federasyon isteyenlere, bağımsızlık isteyenlere karşı çıkmam ben, ama federasyon kurmanın, bağımsız devlet olabilmenin koşullarını ve olasılıklarını yazarım, anlatırım. Yazarım, anlatırım; çünkü federasyon kurmak kuma almaya ya da kumaya yol vermeye benzemez. Belalı bir iştir. Devlet kurmanın da Boğaz’a nazır gecekondu yapmakla hiçbir ilişkisi yoktur. Ve, sonunda bir sakarlık çıkmaması, insanların faka basmaması için bunu birinin anlatması gerekir, ki bu kişi genellikle ben olurum.
Özerkleşmeden, federasyonlaşmadan anadilde öğretim yapılamayacağını anlatmak için anam ağladı. Bu uğurda beş-altı yıl uğraştım. "Anadilde öğretim"in ne anlama geldiğini sonunda öğrettim. Kardeşler, ağalar, bacılar, beyler! Yazılarım öğreticidir, dikkatlice okuyun!
GÖZDE YÖNTEM
Gazete yazıcıları arasında pek gözde olan yöntemden söz etmek istiyorum: Yiğitliğe toz kondurmadan belalı bir işten kurtulmak istiyorsanız, olabildiğinde nesnel görünerek sorunu betimleyeceksiniz, yani tasvir edeceksiniz. Şu şöyle oldu, bu böyle oldu. Falan ve filan!
Sorun Kürtçülük ve PKK gibi netameli bir konu olunca, gene sorunu betimleyerek kestaneyi ateşten alabilirsiniz. Ve aslan demokrat havası basarsınız!
"Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, Osmanlı’dan miras çok sayıda etnik ve dinsel gruplardan oluşan Anadolu Müslümanlarından, aynı dili (Türkçe) konuşan ve aynı inanca (Diyanet İslamı) bağlı ’Türk Milleti’ yaratma projesini uygulamaya koydular. Bu proje uyarınca, diğer etnik ve dinsel gruplar yok sayıldı. Ne var ki asimilasyon politikaları ancak bir ölçüde başarılı olabildi. Kendini Kürt sayan yurttaşların dil ve kültürlerini serbestçe yaşama ve kendilerine özgü dertlerini özgürce ifade olanaklarının bastırılmasından kaynaklanan ’Kürt sorunu’, Cumhuriyet tarihi boyunca irili ufaklı (sonuncusu PKK’nın öncülük ettiği) isyanlara neden oldu." (Şahin Alpay, Zaman Gazetesi, 8.11.2007)
İSVEÇ LEJYONERİ
Şahin Alpay da işin kolayına kaçıp fesadı tasvir ediyor. Zaman ve mekán ilişkisini, konjonktürel özellikleri es geçip üstü kapalı olarak Cumhuriyet’i suçluyor. 1920-1945 yılları arasında ulusal devletler (ulus devletler) için etnik ve dinsel azınlıklar diye bir sorun yoktu zaten. Fransa’da Brötonlar, Basklar, Alsaslılar, Oksitanlar etnisite ve dil olarak hiçbir zaman hesaba katılmamıştır. Katarlar ile ilgili bir film 1965 yılında televizyonda yasaklandığı zaman Paris’te öğrenciydim. Böylesine sorunlar bütün Avrupa’da vardı(r).
Hatta Şahin Alpay’ın sevgili İsveç’inde bile vardır: Samiler/Laponlar var, Taterler var, Skanlar var, 1975’e kadar süren ve soykırım sayılan öjenizm uygulamaları var. Bu nedenle İsveç lejyonerliği yapıp Cumhuriyet’i suçlamak iş değil.
Kuşkusuz, Kürtlerin asimile edilmesi programı onaylanamaz. Ama 1923 yılında bir Türk-Kürt federasyonu kurulabilir miydi ya da Sevr’e uygun bir Kürt devleti kurulabilir miydi? Bunu neden konuşmuyorlar? Ama kolayına kaçmadan, tasvir yapmadan!..
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2007
İDEOLOJİSİ, programı, uygulamaları ortada dururken bir siyasal parti ve politikası iki-üç gerekçeyle desteklenebilir mi? Desteklenemez! İkinci Cumhuriyetçiler AKP iktidarını desteklerken bunu yapıyorlar:
"Ak Parti’ye desteğimin sürmesi onun Avrupa Birliği ve dünyalaşma konusundaki tavrına bağlı. Örneğin Ak Parti’nin ekim ayı içinde 9. uyum yasalarını ve 301. maddenin gereğini yapıp yapmayacağı hayati önem taşıyor. Bunun yapılmaması ve savsaklanması çok çok belirleyici olacak." (Mehmet Altan, Tempo, 4 Ekim 2007)
"Türkiye’nin demokratikleşmeye ihtiyacı var, bunu taşımaya hevesli tek parti AKP. Eğer başka parti olsaydı onu da desteklerdik.) (Etyen Mahcupyan, Tempo, 4 Ekim 2007)
Yasemin Çongar Tempo’nun aynı sayısında İkinci Cumhuriyetçilerin AKP desteğini tanımlıyor: "AB süreci; Hrant Dink’in katlini hazırlayan yapının deşifre edilmesi; devletin çetelerden temizlenmesi; 301’in kalkması gibi demokratik taleplerin en sıkı takipçileridir. Bu konularda tökezlediğinde AKP’yi en fazla eleştirenler de onlar."
SABİT FİKİR
"Türkiye’de seçilmemişlerin seçilmişleri yönettiği" safsatası, bunca yıl ABD’de yaşamış Yasemin Çongar’da da sabit fikir halinde.
İnsaf: ABD hükümetinin bakanları (sekreterleri) seçilmiş mi, atanmış mı? Hepsi atanmış! Hepsini ABD Başkanı atamış! Yüksek Mahkeme de atanmış yargıçlardan oluşuyor ve Başkan’ı görevden alma yetkisine sahipler. Pentagon, ABD’nin iç ve dış politikasında TSK’dan çok daha güçlü ve etkili. Yasemin Çongar ABD’de bunları görmediyse ne gördü?
Bu yazıyı ekim ayı içinde de yazabilirdim. AKP’nin ekim ayında yapacaklarını görmek için özellikle geciktirdim. İkinci cumhuriyetçilerin beklentileri ekim ayı içinde gerçekleşmedi. Beklentileri değil, aslında AKP’ye karşı öne sürdükleri koşullar.
Laf ağızdan çıkar! Sözlerinde durmalarını bekliyorum!
FESATSIZ AB’YE EVET
AKP’yi demokratikleşme programı için destekliyorlarmış! AKP nasıl demokratikleşiyor, nasıl demokratikleştiriyor Allah aşkına? Bir devlet sağlam laiklik temelleri üzerine oturmaz ise, demokrasi o ülkenin semtine bile uğramaz. İkinci Cumhuriyetçi zevat bu gerçeği bilmiyor olamaz. Peki neden laikliği savunanlara laikçi diye hakaret ediyorlar?
Avrupa Birliği’ne girme yolunda çaba sarf ettiği için AKP’yi destekliyorlarmış. Aslına bakarsanız "demokratikleşme şaklabanlığı"nı da bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Ben de Avrupa Birliği’ne girilsin istiyorum: Ama Ermeni fesadına arka çıkmayan, bu fesadın oyuncağı olmayan bir AB’ye; PKK’nın programını kopya çekmeyen ya da PKK’ya kopya vermeyen, öneri ve dayatmalarıyla Türkiye’nin üniter düzenini değiştirmeyi planlamayan bir AB’ye; Kıbrıs fesadında Yunan ve Rum tarafıyla işbirliği yapıp Türkiye ve KKTC’ye tuzak kurmayan bir AB’ye...
BALIK KAVAĞA ÇIKARSA
Görüyorum ki onların girmek istediği AB ile benim girmek istediğim AB aynı değil. 301. maddeyi AKP balık kavağa çıktığı zaman değiştirir! Halkın haber alma özgürlüğüne sansür koyan AKP mi demokrat? Aklı ve vicdanı olan AKP’nin kuyruğuna yapışmaz. "Kendi düşen ağlamaz!" diyeceğim ama bir düştüler, bir daha ayağa hiç kalkamadılar ki zaten.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2007
SADECE terörün değil budalalığın da milliyeti yoktur! Dünyanın bütün budalaları birbirine benzer, kendi aralarında müthiş bir dayanışma vardır. Size süzme bir budalalık örneği aktaracağım. Hazar Eğitim, Kültür ve Dayanışma Derneği türbanlı kadınlar konusunda bir anket yapmış ve sonuçları açıklamak için bir panel düzenlemiş.
Türban yerine "başörtüsü" sözcüğünü kullandığı için derneğin İslamcı olmasa bile sağcı kesimde yer aldığını düşünebiliriz. Neden mi? Şundan: Çünkü Türkiye’nin başörtüsü diye bir sorunu yok, Türban fesadı sorunu var! Türban yerine başörtüsü sözcüğünü kullananların dürüstlüğüne inanamam.
KİRALIK YAZAR
Bu türden dernekler, "Kambersiz düğün olmaz!" kaleminden bir de ecnebi álim davet ederler. Davet ettikleri álim ABD’nin Princeton Üniversitesi öğretim üyelerinden Profesör Richard Falk. Bay Falk Zaman Gazetesi’nin kiralık yazarları arasında yer almakta. Kendisi hakkında olumlu bir izlenimim yok.
Sabah Gazetesi’nin genç muhabiresi Ceren Akdağ Hanım bu zat-ı muhterem ile ilginç bir söyleşi yapmış. Gazetenin 21 Ekim tarihli nüshasının 24. sayfasında yayınlanan bu kısa söyleşi-haber ben de aralarında olmak üzere gazete yazıcılarının dikkatini çekmedi. Beni bir okurum uyardı. Ceren Akdağ yazıyor :
BAŞI AÇIK DİNSİZ!
"Dinin ritüellerini yerine getirenlerin sadece başı kapalılar olduğunu ileri süren Falk ile görüşme şu şekilde gelişti:
SABAH: Konuşmanızda ’Başı açık kadınlar türbanlı kadınlara hassasiyet göstermeli’ dediniz. Bunu neye dayandırarak söylediniz?
FALK: Mesela sizin gibi dinsizlerin (non-religious) bulunduğu ortamda...
SABAH: Benim dinsiz olduğumu nereden biliyorsunuz?
FALK: Başınız açık.
SABAH: Hayır Müslümanım, bunu da ispatlamak zorunda değilim. Bu benim tercihim.
FALK: Peki, lafımı geri alıyorum."
DERSİNİ VERMİŞ
Ceren Akdağ’a aferin! Richard Falk budalasının dersini iyi vermiş!
Bana İslamcı yazarlar mı yoksa Richard Falk mu, diye sorsalar, İslamcı yazarları seçerim. Bağnazdırlar ama en azından Richard Falk gibi budala değiller.
Richard Falk’un hesabıyla, başı açık Türk kadınları dinsiz ise, kadınlarımızın kaç milyonu dinsiz acaba?
Richard Falk’un hiyerarşisine göre: Türbanlılar "Birinci Sınıf Müslüman", başörtülüler "İkinci Sınıf Müslüman", başı açıklar ise "non-religious" yani dinsiz-imansız.
Richard Falk adlı medrese muallimi Türk toplumunu bu kadar tanıyor işte. Bir matahmış gibi bu adama ısmarlama yazılar yazdıran Zaman Gazetesi yöneticileri de gazetecilik mesleğindeki yeteneklerinin "mizanpaj"dan öteye geçemediğini kanıtlıyorlar. Kanıtlasınlar, iyidir!
Bu Richard Falk denen adamın ağzının payını verdiği için Ceren Akdağ’a teşekkür edelim!
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2007
GENE bir söyleşi faciası! Vatan Gazetesi’nde Mine Şenocaklı’nın Kürt eşrafından (Şeyh Said’in torunu) Abdülmelik Fırat ile yaptığı bir söyleşi yayınlandı (5 Kasım 2007). Abdülmelik Fırat dobra konuşurmuş izlenimi uyandıran bir beyzade. Söylediklerine iki noktada itirazım var: Birincisi şiddet şiddeti doğurur özdeyişine dayandırdığı PKK terörü. Abdülmelik Fırat, Kürtler özerklik kazanmadan, federatif yapı oluşmadan, bağımsızlık kazanmadan bu şiddet sona ermez demeye getiriyor. Şiddetsiz özerklik, federasyon ve bağımsızlık gibi talepler uluslararası hukuku ilgilendirir. Berber dükkánı için bile ruhsat isteniyor. Bakalım uluslararası hukuk böyle bir hakka ruhsat veriyor mu? Vermiyor!
FIRAT’IN UYDURMASI
İkinci itirazım, Kürt ileri gelenlerin bu türden isteklerine geçmişten bir tutamak aramalarına. Türkler ve Kürtler, Milli Mücadele’yi ortak irade ile birlikte yapmışlar, ama Türkler sonradan Kürtlere kalleşlik etmişler. Sanki adi senet üzerine şirket kurmuşlar. Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken Kürt şeyhleri, ağaları, beyleri "Türklerle birlikte devlet kuralım" demişler. Mustafa Kemal ile anlaşmışlar. Kürt ileri gelenlerin elinde onun bu konuda yazdığı mektuplar varmış. Bu tevatürü denetleyecek durumda değiliz.
Ama, Abdülmelik Fırat’a göre, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı olan 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi (Tamimi)’nde "Bizim kuracağımız hükümet Kürt ve Türk ittifakı olacaktır" diye yazıyormuş. Kitabı açıp Amasya genelgesini okuyoruz. Bu iddianın gerçekle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yok. Bay Fırat uyduruyor. Kürtlerin özerk olmalarına, federasyon kurmalarına, bağımsız olmalarına, kan dökülmemesi ve hukuka uygun olması koşulu ile karşı değilim. Ne var ki, gözümüzün içine baka baka yalan söylemeleri onuruma dokunuyor. Mine Şenocaklı, "kaçın kurası" Abdülmelik Fırat’la söyleşi yaparken "Amasya Tamimi" türünden zokaları yutmamalı, yutarsa skandal olur!
Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) son kongresinde zuladan çıkardığı bir başka yalan da 1921 Anayasası ile ilgili. 1921 Anayasası’nın 11. maddesi şöyledir: "Vilayet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir."
Vakit Başyazarı Ahmet Emin Bey, 16/17 Ocak 1923 tarihinde, İstanbullu gazetecilerin Mustafa Kemal Paşa ile İzmit’te yaptıkları söyleşide "Kürt meselesi"ni sorar.
ZULADAN ÇIKANLAR
Mustafa Kemal Paşa şöyle cevap verir: "...bizim Teşkilatı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar (özerk) olarak idare edecektir. Bundan sonra Türkiye’nın halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade lazımdır." (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 14, S.273, Kaynak Yayınları; Mustafa Kemal, "Eskişehir-İzmit Konuşmaları", S.105, Kaynak Yayınları.)
1921 Anayasası’nın 11. maddesi, Türkiye’nin bütün vilayetlerinin yerel yönetimlerinin özerk olacağını yazıyor. Yani sadece Diyarbakır, Van, Bitlis, Hakkári değil, İstanbul, İzmir, Burdur, Muğla ve öteki illerin de yerel yönetimleri özerk olacak. Ancak 1924 Anayasası’nda bu madde yer almıyor. Neden? Belki de özerkliğin tehlikeleri hissedildi. Kürtçülere gelince: Bu Anayasa değişikliğini sadece kendilerine yönelmiş bir kalleşlik sayıyorlar. Bu da bir başka kuyruklu yalan! Tıpkı Bulgaristan Türkleri konusunda söylendiği gibi!
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2007
10 Kasım 1938’i 29 Ekim 1923’ten anlamsal olarak ayırmıyorum. 10 Kasım 1938’de 29 Ekim 1923 devam ediyordu. Bu iki tarih bir yıl içinde yaşadığımız her günün içinde var: Gençlik, mutluluk, Názım’ın sevdiği sözcükle "bahtiyarlık" ve bilinç olarak var. 10 Kasım 2007 günü, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 29 Ekim 2007 günü söylediklerini 29 Ekim tarihli Hürriyet Gazetesi’nden anımsatmak istiyorum:
Cumhurbaşkanı: "Ülke ve millet olarak daha da kuvvetli olmak ve karşımıza çıkan engelleri aşabilmek için ihtiyacımız olan en önemli husus birlik ve beraberliktir.../...Cumhuriyetimiz kurulurken bu ülkenin dört bir yanından çıkıp bu vatanın bağımsızlığı uğruna cephelerde can veren şehitlerimiz neyse, bu kez cumhuriyetin bekası için terörle mücadele eden şehitlerimiz de bizler için aynıdır."
Başbakan: "Bugün, Atatürk’ün ’En büyük eserim’ dediği cumhuriyet değerlerimizin etrafında her zamankinden daha güçlü bir şekilde kenetlenme günüdür."
ANLAMAK İÇİN BİLİNÇ GEREKİYOR
Cumhurbaşkanı da Başbakan da birlik ve beraberlikten, cumhuriyet değerlerinden söz ediyorlar. Bunun için ulusal bilinç, cumhuriyetin değerlerini anlamak için de cumhuriyet bilinci gerekir. Ulusal bilinç ile cumhuriyet bilincinin bulunduğu yerde kesinlikle demokrasi vardır. Demokrasinin gerçekten demokrasi olması için de onun laiklik temelleri üzerine oturması gerekir. Ulusal bilinç, cumhuriyet bilinci, demokrasi bilinci ve laiklik bilinci, ülke masasının dört ayağıdır. Bir ayağı eksik olursa masanın üzerine hiçbir şey koyamazsınız.
Alıntıladığım cümleleri söyleyen Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ının böyle düşünmeleri gerekir. Böyle düşünmüyorlarsa, sözlerine de inanmıyorlar demektir.
Anayasa’nın başlangıcında yer alan, cumhuriyetin sahip çıkmamız gereken değerleri, ulusal bilinç için vazgeçilmez ilkelerdir: "Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun Anayasa’da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı; laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı; Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu?"
DEMOKRATİK HİDAYETE ERMEK
Cumhurbaşkanı ile Başbakan, 29 Ekim 2007’de cumhuriyetin 84. kuruluşu münasebetiyle yaptıkları konuşma ile cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkacaklarını söylüyorlar. Bize söz veriyorlar. Bu söz, onların, demokrasilerde din ve etnisiteye dayalı siyaset yapılamayacağı gerçeğini kabul ettiklerini de gösteriyor (?). Zaten demokrasi böyle bir siyaseti yasaklar; dine ve etnisiteye dayalı politikaların var olduğu yerde zaten demokrasi yeşermez. Yeşermez, çünkü dini inançların ve etnisitelerin politik etkisi, ulusal bilinci, birlik ve beraberlik ruhunu paramparça eder! Etmedi mi, etmiyor mu, etmez mi?
Dileğimiz odur ki bu iki insan demokratik hidayete ermiş olsun!.. Yoksa, vay Türkiye’nin haline, vay ki vay!..
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2007
İSTERSENİZ, Çarşamba günü yayınlanan "Sanki onlar bilmiyor mu?" başlıklı yazımı anımsayalım. Adamlar ne yapıyorlar, biz neredeyiz, ne yapıyoruz? ABD 1789 yılında kuruluyor. Kuruluştan beş yıl sonra (1784), Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin altında imzası bulunun John Adams, Thomas Jefferson ve Benjamin Franklin ABD’nin ticaretini geliştirmek için Avrupa ve Osmanlı İmparatorluğu’na gönderiliyor. Bu üç kişiden ikisi John Adams ile Thomas Jefferson ABD’nin ikinci ve üçüncü başkanı olacaktır.
O sırada Osmanlı topraklarındaki medreselerde neler öğretiliyordu acaba? Dünyanın tepsi gibi düz olduğu ve sarı öküzün boynuzları üzerinde durduğu.
ABD üniversitelerinin önde gelenlerinden Harvard 1636’da, Yale 1701’de ve Princenton ise 1746 yılında kuruldu.
1924’te medreseleri kapatan Tevhid-i Tedrisat Kanunu İslamcıların ve mürtecilerin bozguncu muhalefetiyle karşılaştı. 1933 yılında Darülfünun’u kapatıp modern üniversitenin temellerini atan üniversite reformu da Cumhuriyet karşıtları ve zevzek tayfası tarafından hiçbir zaman benimsenmedi. Temelleri bilime dayanmayan hiçbir devlet "büyük" olamaz. Bu bağlamda Osmanlı Devleti ve toplumu birkaç yüzyıldır "büyük" olma niteliğini yitirmişti. Bilimi kendine önder yapmış olan Cumhuriyet "büyük" olma yolunda önemli adımlar atmıştı.
* * *
Bu nedenle "Osmanlı Devleti büyük devletti", "Türkiye Cumhuriyeti büyük ve güçlü bir devlettir" laflarını duyduğum zaman tüylerim ürperiyor. 1950’den bu yana Türkiye’nin büyük olma şansını nasıl yitirdiğini düşünüyorum. Bu satırları okuyan "sonradan olma" liberal demokratlar benim gene jakoben cumhuriyetçilik yaptığımı ileri sürecekler.
Türkiye’yi devrim yolundan ayıranlar, onun büyük olma şansını elinden almışlardır. Bu gerçeği asla unutmamalıyız.
* * *
Büyük devletin ekonomisi büyüktür, devlet yapıları çağdaştır, her bakımdan demokratiktir. Bağımsızdır, kararlarında özgürdür. Politikası bağımsızlık üzerine inşa edilmiştir ve bağımsız yürür, yürütülür; kendi başına inisiyatif kullanır. Büyük devlet, hükümetinin yönetimi ile, ekonomi, tarımı, sanayi ve teknolojisiyle, ordusuyla caydırıcıdır.
Hükümeti çağdaş, bağımsız, özgür, inisiyatif sahibi, kararlarıyla caydırıcı değilse, ekonomisinin büyük ve ordusunun caydırıcı olmasının hiçbir önemi yoktur. Bir ülkenin hükümeti, ülkenin kaderini tayin etmek, bu konuda karar almak yolunda kendi iradesinden başka bir "yer"e bağımlı ise o ülkenin devleti kesinlikle "büyük" değildir, "büyük" olamaz.
Yüzölçümü ile, nüfus kalabalığı ile, listelere giren zenginleriyle ve gözü pek orduyla bir devlet büyük olamaz. Büyüklük, yönetimin bilinç düzeyi ve karar alma özgürlüğüyle ilgilidir. Bu nedenle, Türkiye ne yazık ki (artık) büyük değil.
AKP’nin Kuzey Irak ve PKK politikası bu gerçeği her gün yüzümüze tokat gibi çarpmakta.
Türkiye 1923-1945 arasında yoksul bir ülkeydi ama büyük bir devletti. Çünkü o dönemde, özellikle de 1938’e kadar çok büyük yönetilmişti.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2007
ABD’nin "Ermeni Sorunu"na ilgisi yeni değil, taa 19. yüzyıla dayanır. O tarihlerde bile etnik kaynaklı Ermeni sorunu destekçisi sivil toplum örgütlerine rastlanır: 1894 yılında Boston’da kurulan Birleşmiş Ermenistan Dostları (United Friends of Armenia), 1895’te Washington’da etkinlik kazanan Ermeni Sevenler Derneği (Phil-Armenic Association) ve 1895’te New York’ta örgütlenen Ulusal Ermeni Yardım Kurulu (National Armenian Relief Committee). Bu konuyu Nurşen Mazıcı’nın "Ermenistan Sorunu" (Pozitif Yayınları) adlı kitabında okuyabilirsiniz. * * *
Adamlar taa 1784 yılında, ABD’nin kuruluşundan 5 yıl sonra, ülkenin ticaretini yaygınlaştırmak için, ikisi daha sonra ABD başkanı olacak olan John Adams (2. Başkan), Benjamin Franklin ve Thomas Jefferson’dan (3. Başkan) oluşan ticaret komisyonunu Osmanlı İmparatorluğu’na atamışlar. AYMÖ (Amerikan Yabancı Misyonu Örgütü - American Board of Commissioners fo Forgein Missions) 9 Ocak 1820’de İzmir’e ayak basmış. İzmir, Kudüs, Beyrut ve Suriye istasyonları açılmış. Beyrut İstasyonu 1831’de Ermenistan ve Gürcistan’a misyoner göndermiş. Amerikan misyonerleri 1831’de İstanbul’da, 1833’te İzmir’de, 1834’te Bursa ve Trabzon’da temsilcilikler açmış ve imparatorlukta Amerikan misyoner çalışmaları hızla yayılmış. Osmanlı İmparatorluğu 1847’de bir ferman yayınlayarak imparatorluğun Protestan unsurlarını ayrı ve bağımsız bir dinsel cemaat olarak tanımış.
1. Dünya Savaşı başladığında AYMÖ’nün 17 ana, 256 alt istasyonunda 174 çalışanı, dokuz hastane, 426 okul ve bu okullara devam eden 25.000’in üzerinde örgencisi vardır. (S. 19-22)
* * *
Kısacası, Türk-Amerikan ilişkileri, 19. yüzyılın başlarında ticari alanda başlamışsa da, yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, Batı Avrupa’nın etkisinde kalan Amerika, İslam’ın şampiyonu olarak algıladığı Türklere karşı bir önyargılı duruma girmiş. Protestan olmamalarına karşın, imparatorluk içinde yaşayan Ermeniler, misyonerlere en çok yakınlık duyan unsur olmuş, böylece misyonerler, Ermeni istekleriyle daha çok ilgilenir duruma gelmiştir. (S. 22-26)
Samsun’daki Ermeni ayaklanmaları, misyonerler aracılığıyla ABD kamuoyuna Türklerin Ermenileri kılıçtan geçirdiği biçiminde yansımış, bunun üzerine 1894’te ABD senatosu Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni katliamları hakkında hükümetten bilgi istemiştir. Başkan Cleveland 1895’teki yıllık mesajında, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ABD çıkarlarını daha iyi duruma getirmek için gereken çabanın gösterileceğini söylemiştir. (S. 26-27)
* * *
Birleşmiş Ermenistan Dostları Derneği’nin 1894 yılında Boston’da, Ermeni Sevenler Derneği’nin 1895’te Washington’da kurulduğunu ve Ulusal Ermeni Yardım Kurulu’nun gene 1895 yılında New York’ta örgütlendiğini hatırlarsak günümüzü çok daha iyi değerlendiririz. Ve Türkiye’nin Ermeni sorunuyla ilgili görüşünü anlatmak için ABD’ye heyetler göndermeyiz. Çünkü onlar 1890’lardan bu yana inatla kendi tezlerini uyguluyorlar.
ABD’yi cezalandırmak için "İncirlik üssünün kapatılması" projesini de aynı bağlamda değerlendirmeliyiz. "Onlar" ne yapacaklarını biliyorlar, ama AKP hükümeti ne yapacağını bilmiyor! Biliyor mu?
Yazının Devamını Oku