9 Aralık 2007
BUNDAN 13 yıl önce Varlık Dergisi’nde (Mayıs 1994) "Pathemata mathemata! Evet, acı deneyimler öğreticidir!" adlı bir inceleme yayınlamıştım. Bu yazıyı "Yazmasam Olmazdı" (Doğan Kitapçılık) kitabımda okuyabilirsiniz. Bu incelemede "imam-öğretmen", "imam-kaymakam", "imam-vali" deyimlerini ilk kez kullanmıştım. Bu deyim artık politika diline, basın diline iyice yerleşti ve anonim bir kavram haline geldi.
Konu o tarihte de gene Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve imam hatip okulları idi.
İLİMDE EŞİTLİK
Mustafa Kemal, 16 Temmuz 1921’de Ankara Maarif Kongresi açılış konuşmasında, gerilememizin en önemli nedeninin şimdiye kadar izlenen eğitim ve öğretim sistemleri olduğunu vurgulamıştı. Daha sonra 1 Mart 1923’te TBMM açılış konuşmasında şöyle demişti: "... Efendiler! Memleket evladının ortak ve eşit olarak almaya zorunlu oldukları ilimler ve fenler vardır. Yüksek meslek ve ihtisas sahiplerinin ayrılabileceği öğretim derecelerine kadar, eğitim ve öğretimde birlik, sosyal toplumumuzun ilerlemesi ve yükselmesi görüş açısından çok önemlidir. Bu sebeple Din İşleri Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu konuda fikir ve çalışma birliğine gitmesi istenmeye değerdir?"
(Bu düşünce 2.3.1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4.maddesinde ifadesini buldu:)
"Milli Eğitim Bakanlığı, dini bilgiler konusunda yüksek uzmanlar yetiştirmek üzere üniversitede bir İlahiyat Fakültesi kuracak ve (ayrıca) imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetişmesi için de ayrı okullar açılacaktır."
DP İLE DEĞİŞTİ
Yasaya göre imam hatip okullarının bir tek amacı vardır, imam ve hatip yetiştirmek. Başka bir amacı yoktur. Oysa 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, 1951-1952 ders yılında 7 yıl süreli imam hatip okullarını yürürlüğe soktu. 1963-1964 ders yılında parasız yatılı öğrenciler alındı. 22 Mayıs 1972 yılında yayınlanan bir yönetmelikle ortaokuldan sonra 4 yıl eğitim veren meslek okuluna dönüştürüldü. 1973 yılında imam hatip lisesi adını aldı. Buraya kadar yasaya aykırı bir durum söz konusu değil.
Yasa dışına şu girişimlerle çıkıldı: 1973’te İHL mezunlarına lise fark dersi sınavına girmeden üniversitelerin edebiyat bölümlerine girebilme hakkı tanındı. 1976’da kızını İHL’ye kaydetmek isteyen bir velinin Danıştay’da açtığı davayı kazanması sonucu, sadece erkek öğrencilerin alındığı İHL’ye kız öğrenci alınmaya başlandı. Milli Selamet Partisi’nin ortak olduğu hükümetler döneminde (1975-1978) 230 yeni İHL açıldı. 12 Eylül 1980 askeri yönetimi tarafından Temel Eğitim Kanunu’nun 32. maddesinde yapılan bir değişiklikle İHL mezunlarının üniversitelerin tüm bölümlerine gidebilmesine olanak tanındı. 28 Şubat’tan sonra bu hak sıkı bir denetim altına alındı.
AMAÇ DİNİ ÖĞRENİM
AKP iktidarı, yasanın ruh ve amacına aykırı şekilde İHL mezunlarına koşulsuz olarak üniversite kapılarını açma hesapları yapıyor. Daha sonra belki bütün klasik liseleri İHL haline getirerek tersine bir öğrenim birliği darbesi yapacak ve laik öğrenimin yerini dini öğrenim alacak. Bütün üniversite mezunları "imam" olacağı için artık İHL’ye ihtiyaç kalmayacak(!). (Salı günü devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2007
TEVHİD-İ Tedrisat Kanunu’nun (Öğrenim Birliği Yasası’nın) dün yayımladığım gerekçeli metnini okuduktan sonra, yasanın amaç ve kapsamını "Bütün okulların Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplanması işlemi"ne indirgemek yasayı anlamamak olur. Anlamamakta ısrar ise kötü niyetten başka bir şey olmamalı. Bir kez daha yazıyorum: Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun amacı ve kapsamı, Cumhuriyet’in bütün okullarını laikleştirmek ve öğretimde laik bir müfredat programı uygulamaktır. "Tevhid" ya da "Birleştirme" budur. İdeolojik ve pedagojik bir girişimdir. İdari müdahale, ikinci derecede ve geçicidir.
2 Mart 1926 tarihinde kabul edilen "Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun", Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun ilkelerinin ışığı altında eğitim hizmetlerini düzenlemiştir. Devletin izni olmadan hiçbir okulun açılamayacağını öngören bu kanun, aynı zamanda çağdışı derslerin okul müfredat programlarından kaldırılmasını da sağlamıştır.
AMAÇ LAİKLİK
Tevhid-i Tedrisat Kanunu, eğitim-öğretimdeki "medrese" ve "okul" ikiliğine son verdiği gibi, eğitim-öğretimin içeriğini laikleştirmeyi amaçlamıştır. Bütün okulların MEB’e bağlanması, eğitim ve öğretimin biçim ve içeriğinin adı geçen bakanlık tarafından saptanması anlamına gelir. Ancak, günümüzde, MEB’in bu görev ve sorumluluklarını yerine getirdiğini ileri sürmek mümkün değil. Askeri okulların MEB’e bağlı olmamasının Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na aykırı olduğunu savunanlar, askeri okulların kapılarının İslamcı-Fethullahçı irticaya kapalı olmasından şikáyetçi olanlardır.
Askeri okulların Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olmasının Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na aykırı olduğunu ileri sürenler, neden yargıya başvurmuyorlar?
NEDENVAKIFLAR?
Osmanlı İmparatorluğu döneminde eğitim ve öğretim yalnızca bir hayır işi, bir dini görev kabul edilmiş ve vakıflar yoluyla yürütülmüştür. Geleneksel eğitim kurumları arasında, sadece askeri eğitim ve yöneticilerin eğitimi devlet tarafından yürütülmüştür. Bunun sonucu olarak da bir yanda askeri ve mülki kadro, bir yanda medreselerde din eğitiminden geçen kadro olmak üzere iki tip insan ortaya çıkmıştır. Bunlardan birinin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Cumhuriyet, Öğrenim Birliği Yasası ile bu işlemi yaptı ve öğrenimi laikleştirdi.
Şimdi düşünelim: İslamcı çevreler, ilk ve orta eğitim ve öğretimin neden vakıflara bırakılmasını istiyorlar; AKP iktidarı neden özel okullara ve vakıf okullarına ağırlık vermektedir? Çünkü yolundan çıkmış, amaç ve ilkelerini unutmuş Milli Eğitim Bakanlığı’nın laik (ne kaldıysa) program ve denetimine bile katlanamamaktadırlar.
BİRAZKİTAPOKUYUN
Askere okullar 22 Nisan 1925 tarih ve 637 sayılı kanunla tekrar Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Maarif Teşkilatı Kanunu ile ilköğretim zorunlu oldu ve kız çocukların okullulaşma oranı yükseldi. Kız çocuklar, erkek çocuklarla aynı eğitim kurumlarında ve eşit koşullarda eğitim alır duruma geldiler.
Gazete yazıcısı arkadaşlar, ben bu konularda yazmadan önce oturup çalışıyorum. Sizlere de salık veririm. İşe internetten Asım Arı’nın "Tevhid-i Tedrisat ve Laik Eğitim" yazısını okuyarak başlayabilirsiniz. Kaynaklarda adı verilen kitapları da okursanız çok iyi olur!
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2007
22 Kasım akşamı Emre Kongar ile Mehmet Barlas NTV’de kendilerince tartışıyorlar. Mehmet Barlas bir ara askeri okulların, polis okullarının Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na (Öğrenim Birliği Yasası’na) aykırı olduğunu söyledi. Bu türden iddialar zihinleri bulandırdığı için bu konuya bir kez daha dönmeyi gerekli görüyorum. * * *
Yasaların gerekçeleri onları anlamamız, yorumlamamız konusunda son derece önemlidir. 3 Mart 1924 tarihli ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun gerekçesi şöyle:
"Yüksek Başkanlığa,
Bir devletin genel eğitim ve kültür politikasında, milletin duygu ve düşünce bakımından birliğini sağlamak için öğrenim birliği en doğru, en bilimsel, en çağdaş ve her yerde yararları ve güzellikleri görülmüş bir ilkedir. 1255 (1839) Gülhane Fermanı’ndan sonra açılan Tanzimat Dönemi’nde, yıkılmış Osmanlı Saltanatı [da] öğretim birliğine başlamak istemişse de bunu başaramamış ve aksine bu konuda bir ikilik bile meydana gelmiştir. Bu ikilik eğitim ve öğretim birliği açısından birçok zararlı sonuçlar doğurdu. Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise, duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder.
Kanun teklifimizin kabulü durumunda Türkiye Cumhuriyeti’nde bütün bilim (irfan) kurumlarının bağlı olacakları tek makam Milli Eğitim Bakanlığı olacaktır. Böylece, bütün okullarda bundan böyle Cumhuriyetin irfan politikasından sorumlu ve öğretimimizi duygu ve düşünce birliği çerçevesinde ilerletmekle görevli olan Milli Eğitim Bakanlığı, olumlu ve birleşik bir eğitim politikası uygulayacaktır. Teklifimizin bugün hemen ve ivedilikle görüşülerek kanunlaşmasını yüksek heyetten rica ederiz. (2 Mart 1924. Manisa Milletvekili Vásıf Bey ve arkadaşları).
* * *
Madde 1 - Türkiye’deki bütün bilim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıdır.
Madde 2 - Şer’iyye ve Evkaf Bakanlığı veya özel vakıflar tarafından idare edilen bütün medreseler ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmiş ve bağlanmıştır.
Madde 3 - Şer’iyye ve Evkaf Bakanlığı bütçesine okullar ve medreseler için konulan ödenekler Milli Eğitim bütçesine aktarılacaktır.
Madde 4 - Milli Eğitim Bakanlığı, dini bilgiler konusunda yüksek uzmanlar yetiştirmek üzere üniversitede bir İlahiyat Fakültesi kuracak ve [ayrıca] imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetişmesi için de ayrı okullar açılacaktır.
Madde 5 - Bu kanunun yayımı tarihinden itibaren, genel eğitim ve öğretim hizmetleri vermekte olup, şimdiye kadar Milli Savunma Bakanlığına bağlı olan askeri rüşdiyeler ve idadilerle, Sağlık Bakanlığına bağlı Yetim Evleri, bütçeleri ve öğretim kadroları ile birlikte Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Anılan rüşdiye ve idadilerde bulunan öğretim kadrolarının nereye bağlı olacakları, gelecekte ait olacakları Bakanlıklar arasında belirlenip düzenlenecek ve o zamana kadar orduya mensup olan öğretmenler bu statülerini koruyacaklardır."
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2007
DEMOKRASİ-laiklik-kadının özgürlüğü üçlüsü üçlü bileşik kap gibidir: Kadın özgür değilse laiklik kusurlu, demokrasi özürlüdür; demokrasi ve laikliğin bulunmadığı toplumlarda kadın özgür değildir; bir toplum laik değilse orada ne demokrasi yeşerir ne de kadın özgürleşebilir. Kadının özgür olmadığı bir düzende hukuk devletinden söz edilemez. Aile içi şiddet ile toplumun bütün uygarlık düzeyleri ters orantılıdır. Bu düzey ve orantı da yukarıdaki değerlerle bağlılaşıktır (korölatiftir).
DAYAK ATANI TEŞHİR
"Aile İçi Şiddete Son" kampanyasının önderi Vuslat Doğan Sabancı "Şiddet aile içi mesele değil bir insan hakları ihlalidir" (Milliyet Pazar, 2.12.07) derken yukarda yazdıklarımı bir başka düzeyde özetlemektedir. Vuslat Hanım aile içi şiddet musibetine dilsel açıdan da itiraz ediyor: "Dayak atmak" ile "dayak yemek" arasındaki derin anlam farkına dikkatimizi çekiyor. Haklı bir itiraz! Biri dayak atmadan öteki dayak yemez. Bu nedenle gündelik konuşmalarda ve medyada "dayak yiyen" değil "dayak atan" kimse özne olarak öne çıkmalı, öne çıkartılmalı. Bu özne genellikle karısına "köroğlu, kaşık düşmanı", kız kardeşine "eksik etek", annesine de "kocakarı" diyen, böyle tanımlayan ve seslenen erkektir.
Öyleyse dayan yiyen değil dayak atan, şiddete uğrayan değil şiddet kullanan teşhir edilmeli.
7-8 ARALIK 2007
Bu kadar sokak felsefesi yeter! Gelelim işin haber bölümüne: Aile İçi Şiddete Son hareketinin yıllık konferansı 7 ve 8 Aralık 2007 tarihleri arasında yapılıyor. Bu yılın konusu "Aile İçi Şiddeti Önlemekte Medyanın Rolü" olarak belirlenmiş:
1. Şiddeti yaratan medya: Temel tartışma alanı "haberdeki şiddet" olarak belirlenmiş. Ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının temsilcileri ile akademisyenler, haber ve TV program üretimi ile dilinin cinsiyet temelini ele alacaklar. (İkinci paragrafta bu konuya değindim.)
2. Şiddetle mücadele eden medya.
3. Medyada kadınlar. Varlıkları ne değiştirir, neyi değiştirdi?
MAHALLE BASKISI
Konferans, komşunun tavuğuna "kişt" demeye, arı kovanına çomak sokmaya niyetli anlaşılan! Bu iş medyaya pahalıya patlar: Önce dil değişecek, sözcükler değişecek, cümlelerin özne ile nesnesi yer değiştirecek; fotoğrafın hedefi de değişecek, mağdur kadının yerine zorba ve muzaffer (!) erkek geçecek. Analarının tosuncukları!...
Üçüncü sayfanın bakış açısı ve mizanpaj anlayışı kadavra olarak teşrih masasına yatırılacak. Televizyonlarda özel kadın programları, aile içi kavga ve dedikodu programları da... Sonra kadının adının geçtiği bütün programlar... Daha sonra "ABD’de eğitim görmüş" Kürt mirlerinin ve manken sevgililerinin öykülerinin "36 kısım tekmili birden" anlatıldığı diziler. Konuşmacılardan birinin olumlu örnek olarak, ATV’de yayınlanan "Elveda Rumeli"den söz etmesini beklersem fazla hayalperest mi olurum? Elin gavuruna aşık olan kızını mahalle baskısına karşın boğazlamıyor Sütçü Ramiz ama "mahalle baskısı" çok iyi yansıtılıyor...
Anlaşılan irinli yaraya diken batırılacak, akacak irinler için bir sürü kova gerek. Katılımcıların adlarını yazmaya yer kalmadı. Bence iyi bir liste!
* * *
Not: Konferansın yapılacağı yer: Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş Kampusu. Bilgi için: Zarakol İletişim: 217 29 99.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2007
"ŞİMDİ sırası mıydı?" Engin Arık, uçak düşerken, son bilinç anında bu soruyu sormuştur mutlaka. "Şimdi sırası mıydı?" 26 Temmuz 2003 günü Bağdat’ın Hayfa Caddesi’nde Amerikalı askerlerin namluları üzerimize çevriliyken ben de kendime sormuştum bu soruyu. Ölümle burun buruna gelince insan bu soruyu soruyor kendine? O anda müthiş bir isyan yaşamıştır Engin Arık. Haksız ve adaletsiz bir ölüm!
Kanser, haksız ve adaletsiz bir ölüme yol açmamak için girişimini ertelemişti. Kanser döneminde birkaç kez telefonla konuşmuştuk. Hastalıkla ve ameliyatla ilgili olarak. Oğlum Tan (Harvard Tıp Fakültesi) kanserin filmlerini, raporlarını incelemişti. O dönemi biraz biliyorum, biliyoruz.
AKADEMİK MUTSUZ
Isparta’da düşen uçakta yitirdiğimiz Prof. Dr. Engin Arık’ın çok yakın arkadaşı değildik. Çok yakın arkadaşları, bizim çok yakın arkadaşlarımızdı. Benim Engin Arık’ı tanımama toryum neden oldu. Yazımın başlığını da onun toryum aşkını düşünerek koydum.
Tanıdığım ve bildiğim kadarıyla, ailesi içinde, meslektaşı olan eşiyle, çocuklarıyla çok mutluydu; yakın arkadaşlarıyla da mutluydu. Politik olarak son derece mutsuz olduğunu biliyorum. Yazıştık! Toryum çalışmaları dolayısıyla karmaşık duyguları vardı: Çalışma arkadaşlarından, öğrencilerinden memnundu. Ama onun dışında akademik çevreden, hükümet çevrelerinden, TÜBİTAK gibi kurumlardan hoşnut olduğunu söyleyemem. Bilen biliyor!
SERVETİN ÜZERİNDE
Basın ve medya da fizik alanında ne yaptığını bilmiyordu Engin Arık’ın. Ben de... Ta bir rastlantı sonucu aynı masa çevresinde oturuncaya kadar.
Hisarüstü’nde, yeni evlenmiş bir çift ile tanıştırılmak için davet edilmiş konuklar arasındaydık. Siyaset ve futbol birbirini tanımayan insanların birbirine alışma alanıdır. Bizim masanın konusu "sanayi siyaseti" idi. Lenin’in "Elektrik eşittir uygarlık" sözünden esinlenerek "Ucuz elektrik eşit sınai kalkınma" demiştim.
"Kurtarıcının üzerinde oturuyorsunuz ama haberiniz yok!" demişti, masanın karşı ucunda oturan mavi gözlü, sarışınca ve topluca bir hanım: Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Engin Arık, Türkiye Fizik Derneği İkinci Başkanı. Sonra eklemişti: "Büyük bir servetin üzerinde oturuyoruz, küçük bir bilimsel yatırımla toryumu enerjide kullanarak dünya devleri arası girebiliriz."
28 TEMMUZ 2002
Sonra, Engin Arık’ın Boğaziçi Üniversitesi’ndeki laboratuvarına gittim ve kendisiyle bir söyleşi yaptım. Söyleşi "Kurtarıcının Adı Toryum" manşetiyle, 28 Temmuz 2002 tarihli Hürriyet Pazar’da tam sayfa yayınlandı. Ve Türkiye toryumun ne olduğunu, nükleer enerjide nasıl kullanılacağını öğrendi. Bana, aralarında Hakkı Devrim başta olmak üzere birkaç kutlama telefonu geldi. Birkaç bilimsel kıskançlık telefonu. Hükümet ciheti duymazdan geldi. Oysa ben yayınlanan söyleşinin küçük bir zelzele yaratacağını sanıyordum.
Bu vesileyle, Engin Arık’ın "bilimsel elma"sının gerçekliğini de tanıdım: Yarısı umut ve mutluluk, öteki yarısı umutsuzluk ve mutsuzluk idi. Sözünü ettiğim söyleşiyi bulup okuyun. İnternette var. Toryum ve "Nobel’e layık görülen Engin Arık!" gerçeğini öğrenirsiniz. Toplum, siyaset, hükümet çevreleri ve bilim bürokrasisi toryum konusunda biraz bilinçlenirse bu saçma ölüm biraz da olsa bir işe yarar!..
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2007
24 Kasım günü yayınlanan "Gerçek Zulüm: Mikrofaşizm" başlıklı yazımda ilahiyat alimlerine sormuştum: "İster yasanın, ister İslam’ın cehennemi olsun, dini kötüye kullananlar cehenneme gitmeyeceklerse kim cehenneme gidecek? Cehennemlik fiiller (eylemler) belli değil mi? Katiller, hırsızlar, ırz ve namus düşmanları, işçinin ve yoksulun hakkını yiyenler, dini politikaya alet edenler, işçiyi sendikasız bırakanlar cehenneme gitmeyecekse, kim gidecek? Bir de adam gibi karar versinler: İslam’a göre türban nedir, var mıdır, yok mudur? Laiklik iki karara da eşit mesafededir, soğuktur, ama bir karar versinler, verebilirlerse tabii..."
ONLARCA AYET VAR
Vakit Gazetesi (25.11.07) kurduğum tuzağa balıklama atlıyor ve "Başörtüsünün dindeki yeri için Diyanet’e başvur, onlar sana 1980 tarihli kararı verir Marksist Özdemir!" diye nara atıyor. Ve bana düşüncelerimi açık seçik yazma olanağı sağlıyor:
1. Ben "türban"dan söz ediyorum, onlar sahtecilik yapıp "başörtüsü"nü öne sürüyorlar.
2. Türbanın dince zorunlu olup olmaması benim umurumda bile değil. Türkiye teokratik bir ülke değil, laik bir ülke. Cumhuriyetin referansı şeriat değil, laik yasalardır. Türban şeriata göre zorunluluk bile olsa laik kamusal alanda şeriatın hükümleri geçerli değildir.
3. Kamusal alanda türban konusunda Diyanet İşleri’nin 1980 tarihli fetvası değil, Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı geçerlidir.
4. Dini dünya düzenine karıştırmayın, karıştırırsanız onu tartışmaya açarsınız. Tehdide başvurmadan, hedef göstermeden dogmaları tartışabilir misiniz?
"Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin" (Kuran, Maide, 51) ayeti günümüzde, uluslararası ilişkilerde geçerli midir? Bu ayetin anlamı yoruma yer bırakmayacak kadar açıktır. Müslümanlara, Yahudilerle, Hıristiyanlarla dost olmayın denilmektedir. Arapça’dan yorum yapılmasın. Ayetin Fransızca ve İngilizcesini de yazıyorum:
"O vous qui croyez! Ne prenez pas pour amis les Juifs et les Cretiens."
"O believers, do not hold Jews and Christians as your allies."
Japoncası, Çincesi de aynı anlamdadır. Tartışılsın mı? İsteyen bu türden onlarca ayet bulabilir. Mesajların çağa uymadığını ileri süren görüşlere katlanabilecek misiniz?
EY İNANANLAR!
Tartışma çok basit ve yalın! Türbanın İslam’ın farzı olduğunu kabul edelim. Peki! İslam inancının beş koşulunun dışında farzlarından biri de türban. Kabul! Peki türban takanlar Anayasa’yı, Medeni Kanun’u, Borçlar Yasası’nı, aile ve miras hukukunu nasıl kabul ediyorlar? Türbana tapan kadınlar kocalarının dört kadın daha almasına ne diyorlar?
Türban dışında laik dünyanın yasalarını isteyerek ya da istemeyerek kabul edenler, türban putuna tapmalarını nasıl açıklayacaklar? Türbanlılar ister cehenneme, ister cennete gitsinler, ister "evde çılgın dekolte giyiyor" (Akşam, 26.11.07) olsunlar, benim umurumda bile değil!
Bir tavsiye: İslam’ı sadece ahiret işlerinizde kendinize rehber yapınız, dünya işlerine karıştırırsanız zararlı çıkarsınız: "Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin!" Olur! Ama bunu, ilkin, ayete aykırı davranan Abdullah Gül ile Recep Tayyip Erdoğan’a söyleyin?
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2007
M. Emin Değer’in Mudafaa-i Hukuk dergisinin kasım sayısında yayınlanan "1995’teki bir söyleşinin izinde günümüze bakmak" adlı yazısında sözünü ettiği söyleşiyi bulup okudum: 10 Aralık 1995 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan, Nilgün Cerrahoğlu’nun "Pazar Sohbeti". Söyleşinin konuğu, zamanın Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve günümüz Cumhurbaşkanı Abdullah Gül...
Aşağıda, günümüz Cumhurbaşkanı’nın bundan 12 yıl önceki düşüncelerini okuyacaksınız. Ben insanların vırt-zırt kafa değiştiremeyeceğine inanan bir kalın kafalı statükocuyum (!), bir türlü değişemiyorum.
Bu yazıyı ilham ettiği için M. Emin Değer’e, Milliyet Gazetesi arşivine ve Nilgün Cerrahoğlu’nun zekásına teşekkür ederim. Söyleşi yapan genç bayan meslektaşlarımıza da 10 Aralık 1995 tarihli söyleşiyi bulup tamamını çok dikkatli okumalarını salık veririm. Mesleğin soru sorma tekniği ve gazetecilik onuru bu söyleşide gizli. İşte alıntılar:
* * *
"Türkiye’de geçerli kanunlar arasında İslam’a aykırı olanlar da var; olmayanlar da. Aykırı olanlar baskıdır. Baskı kalkacak. Bu hakkı kullanacağım. Halka bu imkánı vereceğim."
Türbanın sınırlandırılmasını İslam düşmanlığı olarak gören Abdullah Gül şöyle diyor: "Biz İslam’ı hayat tarzı olarak görmek istiyoruz."
Nilgün Cerrahoğlu: (Aydın) Menderes’in dediği gibi ’Türkiye’de İslam neye uysun değil, [ona] neyin uygun olduğu’ tartışılacak?
Abdullah Gül: Evet tabii.
* * *
"Eğer insanlar ’Ben Müslümanım’ diyorsa, inançlarına göre yaşamak zorundadırlar."
"Artık saklanmaz gerçekler var: İslam’ın yalnız ahireti değil dünyevi düzeni de içerdiği bir gerçektir. Ben Müslümanım buna inanıyorum."
(Adil Düzen konusunda): U dönüşü yok. Faizin doğru olmadığına inanıyoruz. Faizin ’sıfır’a yakın olduğu toplumlar sağlıklı toplumlardır. Kalkınmış ülkelerde faiz düşüktür."
"Düzen Türkiye’de İslam’ı caminin içine hapsetti. Biz İslam’ı hayat tarzı olarak görmek istiyoruz."
* * *
"İslam’ın hayat tarzı olması" için Anayasa’nın ilk dört maddesinin kaldırılması, Anayasa’nın 174. maddesinin koruması altında olan bütün devrim yasalarının iptal edilmesi gerekmektedir. İslam’a aykırı olduğu için toplumsal ve bireysel baskı unsuru olan yasalar nasıl İslam’a uygun hale getirilecek? Böyle bir şey yapılması durumunda "Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ruhuna Fatiha okumak gerekmeyecek mi? 1995’in "yarın"ı artık "bugün"dür! Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu düşünceleri Anayasa’nın 101. maddesine göre yaptığı görev ve sorumluluk andı ile çelişmiyor mu? Tezgáhlanmakta olan yeni Anayasa’nın kilidini bu söyleşinin anahtarıyla açabiliriz.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2007
GENE ortalık tozduman! Konu: Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılması hakkında Yargıtay Başsavcılığı’nın açtığı dava. Gazete yazıcıları konunun özüne gitmeden gene olayı tasvir ediyorlar. Demokrasiciler siyasal parti kapatmanın demokrasiye aykırı olduğunu ve siyasal parti mezarlığına dönen ortamda parti kapatmanın çare olmadığını yazıyorlar. Ve "parti kapatma eylemi"ni ve bu işe girişen bürokratları suçluyorlar.
Ben de katılıyorum bu görüşlere, ama dava açanları suçlamayı düşünmüyorum. Çoğunluk DTP’nin kapatılmayı hak ettiği görünüşü paylaşmakta. Ama imaj ve "namus belası"na kapatılması istenmiyor. DTP ise dayısına güvenen yeğen gibi kostaklanıyor. Peki ne olacak şimdi?
* * *
DTP’nin kapatılmaması mümkün mü? Mümkün! Dava açılmamış olsaydı, mümkündü, ama açıldı. Dava neye göre açıldı? Yasalara göre?
Kimi gazete yazıcılarına göre Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, DTP’nin kapatılmasını istemiyormuş. Buna karşın Yargıtay Başsavcısı, MHP ve PKK, Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılmasını istiyormuş. Bunların hepsi durum tasviri, malumatfuruşluk!
Ancak Yargıtay Başsavcısı mutlaka suçlanıyor. Yargıtay Başsavcısı remil atarak açmadı bu davayı. Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerine, Siyasal Partiler Yasası’na ve iddianamede yer alan yasalara göre dava açtı, açmıştır. Dava açmamış olsaydı "görevini ihmal"den suçlu duruma düşerdi. MHP de suç duyurusunda bulunurdu hakkında.
* * *
Yargıtay Başsavcılığı’nın dava açmaması isteniyorsa, yapılacak ilk iş, DTP’nin kapatılması davasında dayanak olarak kullanılan yasaların tamamen değiştirilmesi. Bu yasaları Yalova Kaymakamlığı değil iktidardaki AKP hükümeti değiştirecek. Bunu yapacak oy gücü var TBMM’de. Bunu yapmayacaksa, tek yol yargıya baskı yapmak. AKP iktidarının böyle bir baskıya gücü yeter mi, yetmez mi?
Dava açıldı! Şimdi Anayasa Mahkemesi davayı kabul etti ve süreç başladı. Raportör biçim (usul) ve esas (öz) bakımından davaya baktı. O da mevcut yasalara baktı. Dava biçim ve öz bakımından uygun olduğu için işlem yürüdü. Sonuçta DTP kapatılacak ya da kapatılmayacak. Veriler ve yaşananlar öyle gösteriyor ki DTP’nin kapatılması mümkün!
* * *
DTP’nin kapatılması davasını hukuk, yasa ve yargı boyutlarından soyutlayıp işi derin devlet üzerinden askere ihale etmek bana onurlu bir davranış olarak görünmüyor.
Kimileri de DTP kapatılmayı hak etti, ama demokrasicilik adına kapatılmamalı, diyor. Doğrudur, DTP kapatılmamalı, ama böylesine gayri ciddi, hukuk dışı bir gerekçe olamaz. Hukukça sakıncalı olan bir parti siyaset bakımından sakıncasız olabilir mi ey siyaset alimleri? DTP’nin kapatılmasının da, kapatılmamasının da tek sorumlusu iktidardaki AKP hükümetidir. Çare de AKP hükümetinin elinde. Anayasa’nın ilgili maddeleri, Siyasal Partiler Yasası ve ilgili yasalar hemen değiştirilecek. Ama kapıkulları AKP’lerine toz kondurmuyorlar.
Bu nedenle: Yapılan tasvirciliktir, İkinci Cumhuriyetçiliktir, demokrasiciliktir!
Yazının Devamını Oku