28 Kasım 2007
’Kovcu’ halk Türkçesinde insanın saygınlığını iki paralık eden bir isim ve sıfattır: "Söz getirip götüren, arkadan çekiştiren, insanları birbirine düşüren, dedikoducu, arabozucu (kimse)" anlamında kullanılır. Ama Yeni Şafak gazetesinin dedikodu yazıcısı Taha Kıvanç bu sıfatla iftihar ediyor, gurur duyuyor ("Yanına Bırakmam" 22.11.2007).
Kendisi için kullandığım "dedikodu yazıcısı" tanımlamasından çok hoşlanmış, bundan böyle kullanacakmış. Telif hakkı istemem, hayırlı olsun! Ancak kendisine uygun gördüğüm "iş takipçisi" tanımlamasına pek öfkelenmiş; peşimi bırakmayacakmış. Bu kararın ilk aşaması olarak beni Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’e, İcra Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı’ya ve Yönetim Kurulu Başkanı Aydın Doğan’a şikáyet ediyor ve DMG Yayın İlkeleri’ne göre cezalandırılmamı istiyor. Bunu yapacak biri çıkmaz ise "Hesabını sormakta ben çok kararlıyım?" diyor. Demek ki beni önce Basın Konseyi’ne şikáyet edecek, oradan bir sonuç alamazsa mahkemeye verecek. Oradan da istediği sonucu alamazsa, anlaşılan, bizzat kendisi hesap soracak. Haydi hayırlısı ve anca gider!
* * *
Ben kendisine "iş takipçisi" derken iftira atmıyorum. Somut bir örnekten hareket ediyorum: "Richard Falk’un Fitneleri" (13.11.07) yazım üzerine, kendisiyle hiç ilgisi olamamasına karşın Richard Falk’un avukatlığını üstlendi (15.11.07); ardından bu girişimi için Richard Falk’tan "aferin" aldığını açıkladı. Richard Falk şöyle yazmış: "Hürriyet’in bana yönelik saldırısıyla ilgili yazınızı gördüm; ne tesadüf, yazınız doğum günümde yayınlanmış. Cevabınızın cömertliğine teşekkür ederim. Söylediğim ve inandığım şeylerin çarpıtılması üzerine oturan vahşice saldırının etkisini azaltmaya yaradı bu" (19.11.07). Bu açıklanan ilişkiyi, haklı olarak, "iş takipçiliği" olarak tanımladım. Ve bu tanımda da ısrarlıyım! Sözlüğe bakmayı bilmiyor ama hiç olmazsa 13 Kasım yazımı iyi okusun!
* * *
Dedikoducu Taha Kıvanç, İslamcı-Fethullahçı gazete yazıcılarının çoğunda görülen bir "Hep bana, Rab bana"cılıktan mustarip: Her şeyi kendileri için isterler. Demokrasiyi, düşünceyi açıklama özgürlüğünü, eleştiri hakkını ve benzeri hak ve özgürlükleri...
Taha Kıvanç’ın eski yazılarını şöyle bir anımsadım: Kovculuk yapıyor, remil atıyor, fala bakıyor, komplo teorileri üretiyor, üstü kapalı ihbarlar yapıyor. Yaptıkları öyle gurur duyulacak şeyler değil. Etik (yani ahlak felsefesi) sahibi ciddi bir gazete yazıcısına yakışmayan, olmaması gereken özellikler! Ama o bunlarla gurur duyuyor.
Benim söz konusu yazımın böyle bir illetle ilişkisi yok: Ben kanıt göstererek onun Richard A. Falk’un iş takipçiliğini yaptığını yazıyorum. Beni "patron"a şikáyet ediyor. Dahası tehdit ediyor. Bunlar böyledir, sıkıştıkları zaman şikáyetle de yetinmez, işten atılmamı isterler.
* * *
Bir başka huyları daha vardır: Bunaldıkları zaman şairliğime, edebiyatçılığıma dil uzatırlar. Örneğin "Eski şair" derler. Şairleri çamaşır makinesiyle karıştırırlar. Şairin eskisinin değerli ve "klasik" olduğunu bilemez bu zavallılar. Bu yazımı kuşkusuz "gazete yazıcısı" sıfatımla yazdım. Çünkü "Eski" Şair Özdemir İnce bu türden yaratıkları adam yerine koyup muhatap almaz!
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2007
BUGÜNKÜ yazımın konusu, ABD Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Richard A. Falk. Yazılarını ya İslamcı-Fethullahçılar yazıyor ya da AKP danışmanları... Sanki eline hazırlayıp verdikleri metinleri yayınlıyor Türkiye’de ya da konuşmalarında kullanıyor.
Bu Richard A. Falk, Cumhuriyet devrimlerini bir tarikat yobazı gibi yorumladığı, bu yorumlarını günümüze taşıdığı için kendisini "medrese muallimi" olarak tanımlamak zorunda kaldım. Ilımlı İslamcılıkla(!) örtüşen düşüncelerini teşhir edince, onun Türkiye’deki lejyoner avukatlarının ve iş takipçilerinin saldırısına uğradım. Uğruyorum.
Lejyoner avukatlarını ve bu türden "iş takipçileri"ni yazılarımdan uzak tutmak istiyorum. Tersi, düzey düşürmek olur! Benim işim, Richard A. Falk gibi uluslararası fesatçılarla...
* * *
Prof. Richard A. Falk’un Türkiye’deki "lejyoner avukat"larından ve "iş takipçileri"nden bir isteğim var. Görevleri gereği aşağıdaki sorularımı yanıtlanmak üzere kendisine iletsinler:
1. Sabah Gazetesi’nin muhabiri Ceren Akdağ’a türbansız olduğu için neden "dinsiz" sıfatını yakıştırdınız? Türkiye’deki türbansız kadınların "dindar" olmadıklarını nereden çıkartıyorsunuz? Türkiye’deki bütün kadınlar Müslüman olmak zorunda mı? Siz İslam’ın din polisi misiniz?
2. Başörtüsü ile türbanı neden aynı şey sayıyorsunuz? Aynı şey iseler, fötr, kasket, fes, kalpak ve kepin de aynı şey olması gerekmez mi?
3. Bilmediğiniz işlere neden karışıyorsunuz? Türban karşıtları, türbanı dini simge olarak kabul etmiyorlar, çünkü dini bir nesne değil, siyasal İslam’ın bir militan simgesi. "Siyasal olan" şey "dini olan"a, "dini olan" da "siyaset"e dönüşürse irtica patlaması olmaz mı?
4. Aklı başında Avrupalılar ve Türkler, Anglosakson sekülerliği ile Türk-Fransız laikliğini kesinlikle birbirinden ayırıyorlar. Siz neden aynı şey sanıyorsunuz ve bunu savunuyorsunuz?
5. Türkiye’de benim gibi solcuların da sakalı vardır. Sakal simge değildir Türkiye’de. Yazınızı okuyan yabancılar, türbanın Türkiye’de her yerde yasak olduğunu sanabilir. İnsanları yanıltmak ayıp değil mi? Sakalın da kamusal alanda yasaklanmasını istemeniz, demokrasi ve insan haklarıyla bağdaşmakta mıdır?
6. Türban dini simge ise, dindar kadınlar bu simgeyi taşımak zorunda ise, bu dindar kadınlar Cumhuriyet’in laik yasalarına göre yaşayarak dinden çıkmıyorlar mı?
7. Neden Amerikan tarzı sekülerciliğin militanlığını yapıyorsunuz? Size bir gerçeği öğreteyim: Türk laikliğinin kaynakları Anayasa’da ve devrim yasalarındadır. Bunlar değişmeden sizin sekülerciliğiniz bizim ülkemize gelemez.
8. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve ılımlı İslam konusunda ABD hükümeti size özel bir görev mi verdi Türkiye’de?
9 ve 10. Bu sorularımı yanıtlarsanız size yeni sorularım olacak.
* * *
Bay Richard A. Falk’a bilgi: Buradaki "lejyoner avukatlarınız" son derece yeteneksiz!.. Yarın iş takipçilerinizin "Kovcu Ahlakı"nı yazacağım. Öğrenirsiniz!..
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2007
GENEL olarak konferans vermekten, üniversitelerde konuşma yapmaktan hoşlanmam. Eskiden de hoşlanmazdım. Ama bu artık kararlılık evresinde. Bir de özel günlerde kitap imzalamam. Yıllar önce bir üniversiteye konuşma yapmak üzere davet edilmiştim. Aylarca dayandım. Sonunda kabul ettim. Şiirlerime bayılıyorlarmış, yazılarımı çok seviyorlarmış. Eh, dedim kendi kendime, madem ki bu kadar ısrar ediyorlar... Kalkıp gittim. Konuşmamı yaptım. Sıra soru-cevap faslına geldi. Soru sormaktan çok bana ders verdiler. Yazdıklarımı çok seviyorlardı (!) ama öğrencilerin ve öğretim üyelerinin elinde bir tek kitabım bile yoktu.
Toplantıyı sona erdirmek üzereyken bir genç kız şiir okumamı istedi. Kalabalık karşısında şiir okumayı sevmediğimi, şiirlerimi ezbere bilmediğimi söyledim. Şiirlerime bunca vurgun olduğuna göre kitaplarımdan birini imzalatmaya getirmiş olabilirdi. Kitabı bana verirse, şiir okuyacaktım. Şiirlerime vurgun genç kızın yanında kitaplarımdan biri bile yoktu.
Böyle sahnelerle karşılaşmamak için çoktandır kimsenin ayağına gitmiyorum.
* * *
Ama Mersin başka! Mersin benim için, Toroslar’ın Demirışık Köyü’nden muhtar-imam Kör İbram’ın kızı, annem "Güccük Gelin"in karnı gibi! Mersin’de böyle tersliklerle karşılaşırsam gocunmam, ama hemen gerekeni gerektiği gibi yaparım. Orası, orada herkes benim ailem!
12 Kasım günü Mersin Üniversitesi’nde "Demokrasi, Cumhuriyet, Laiklik" konulu bir konuşma yaptım. Konuşmamın başında, dinleyenlere yukarıda yazdıklarımı söyledim ve konuşmamın sonunda soru-cevap olmayacağını ekledim. Ama sonra öğrencilerle sohbet ettim ve Tarih Bölümü’nün hazırladığı harika Atatürk Kitapları Sergisi’ni gördüm.
1992 yılında kurulan Mersin Üniversitesi, demek ki 15 yaşında. Ama daha fazla gösteriyor. Boğaziçi Üniversitesi kuşkusuz güzel. Baraj gölü kıyısındaki Adana Üniversitesi de öyle. Samsun Üniversitesi kampusu İsviçre’yi andırıyor. Ama bizim Mersin Üniversitesi bir başka güzellikte. Mimari tasarım olarak. Yapı kalitesi olarak. Akdeniz ile Toroslar’ın arasında bir beyaz rüya gibi yükseliyor. Tertemiz, mis gibi! Bugünlerde açılmış Bilgi İşlem Merkezi’ni gördüm. Yüzlerce bilgisayar, öğrencilerin emrinde.
Çevre düzeni son derece etkileyici. Dinlenme yerleri, iyice boylanmış ağaçlar, yeni dikilmiş ağaçlar, yapay göl, kapalı spor merkezi, stadyum ve kütüphane!.. Ve vadinin öteki sırtında yapılmakta olan, kaba inşaatı bitmiş 500 yataklık hastane. Belki de daha fazla yataklı. Ama bu hastaneyi üniversitenin kendi bütçe ve olanaklarıyla bitirmesi imkánsız. Hastanenin bitmesi için hükümetin, Mersin’in, Türkiye’ye yayılmış Mersinlilerin desteğine gereksinim var.
* * *
Mersin Üniversitesi konusuna tekrar döneceğim ileride. Ama fakülteleri, yüksekokulları, meslek yüksekokullarını, açık öğretim programını yazmak gereksiz. İnternette var. Üniversite adaylarına ve uygar bir kentte yaşamak ve çalışmak isteyen öğretim üyelerine tavsiye ederim, www.mersin.edu.tr’ye baksınlar! Şu günler 18 yaşımda olmak isterdim! Mezitli’ye gidip, Çiftlik Köyü Kampusu’na bakan tepelerde, makilerin arasında bir çadır kurardım.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2007
MERSİN’in simgelerinden ressam Doğan Akça’nın vefatı üzerine, eşi Ayfer Hanım’a başsağlığı dilemek üzere evlerine gittik Ülker’le. Salonda başka konuklar da vardı. Çoğunluğu benim ilkokul dönem arkadaşım ve tanıdığım "yetmişlik kızlar". Hepsi lise ve üniversite mezunu, emekli olmuş, torun sahibi, beyinleri pırıl pırıl Cumhuriyet kızları. 1943-44-45 yıllarında ilkokula başladılar ve ellilerin ortasında liseden mezun oldular; 1960’a doğru üniversite bitirdiler.
AKP iktidarının gidişatından hepsi kaygılıydı. Mikrofaşizmin simgesi ve maşası türban baskısının bir toplumsal travma yarattığının farkındaydılar. Kendi öğrencilik dönemlerinin zihniyet yapısını ve yaşam tarzını özlemle anıyorlardı. Bireysel ve toplumsal laik özgürlüklerin tehdit altında olduğunu düşünüyorlardı. Somut kanıtları vardı!
* * *
Aynı gün Mersin Uluslararası Müzik Festivali’nin "vakıf"a dönüştürülmesiyle ilgili bir toplantıdaydık. Yanımda oturan hanım arkadaş epeyce sinirliydi. Bir yerde rastladığı bir türbanlı hanımın mağduriyetten ve zulümden söz ettiğini söyledi. Bunun üzerine, "Siz hangi mağduriyetten, hangi zulümden bahsediyorsunuz? Asıl mağdur kendi diliyle, Türkçe’yle dinini yaşayamayan, Arapça’nın zulmü altında bunalan halkımızdır" demiş.
Türbanın mikrofaşist şirretliğinin etkisiyle unutulan ve artık tartışılmayan gerçekler bunlar.
* * *
Kuran’dan aktardığı örnek ayetlerle türbancı İslamcıları iyice bunaltan İlhan Selçuk gene yobazların, softaların hedefi oldu. Güya "Türbanlılar cehennemliktir" demiş. Yobazlara, softalara özgü o utanmaz yalancılık! İlhan Selçuk, 18 Kasım tarihli Cumhuriyet’te şunları yazmıştı: "Türbanı bir flamaya dönüştürüp siyaset sahteciliğinin en büyüğünü yaparak Müslümanlık taslayanlar ikiyüzlü yalancılardır. Bunlar Müslüman değil, kutsal Müslümanlığı kullananlardır. Topu cehennemliktir, çünkü Anadolu insanına en büyük kötülüğü yapıyorlar."
* * *
Bir İslamcı gazete, "İlhan Selçuk, başını örten hanımlar için ’Bunlar Müslüman değil? Topu cehennemlik’ dedi" diye yazıyor. Türkiye Kadınlar Birliği Başkanı Ayşe Serap Şahiner, "Asıl bu iftiranın sahibi cehennemliktir. Yüce dinimizin emirlerini yok saymak ve inkár etmekten daha ağır günah olamaz. Selçuk, Lenin ve Stalin’in Çin’deki temsilcisi olarak sahneye çıkan Mao’dan beter olduğunu ispatlamıştır" diyor. (Vakit, 19.11.2007) El insaf!
19.11.2007 tarihli Sabah Gazetesi, İlhan Selçuk’un yazısı üzerine ilahiyatçıların görüşlerine başvurmuş. Hepsi üniversite profesörü olan ilahiyatçılar işin aslını bırakıp "Kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğuna Allah karar verir" diye ahkám kesiyorlar.
Soruyorum: İster yasanın, ister İslam’ın cehennemi olsun, dini kötüye kullananlar cehenneme gitmeyeceklerse kim cehenneme gidecek? Cehennemlik fiiller (eylemler) belli değil mi? Katiller, hırsızlar, ırz ve namus düşmanları, işçinin ve yoksulun hakkını yiyenler, dini politikaya alet edenler, işçiyi sendikasız bırakanlar cehenneme gitmeyecekse, kim gidecek?
Bir de adam gibi karar versinler: İslam’a göre türban nedir, var mıdır, yok mudur? Laiklik iki karara da eşit mesafededir, soğuktur, ama bir karar versinler, verebilirlerse tabii...
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2007
M0ERSİN hayal kırıklığından uyanabilecek mi? Sadece Mersin kentinden değil, Tarsus’tan ve ilin tamamından söz ediyorum. 1970’lerden itibaren her yıl Türkiye’nin iki katı kalkınan ve kişi başına düşen yıllık geliri Türkiye’nin iki katı olan kent, Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra durgunluğa geçti. Buna Doğu ve Güneydoğu’dan aldığı göçler eklenince her şey tersine döndü. Tersine dönmeye başlayan tekeri, ne üç yönden bütün ülkeye yayılan karayolu ağı, ne demiryolu, ne Akdeniz’in en önemli limanlarından biri, ne bir saat uzaklıktaki havaalanı, ne Serbest Bölge, ne gelişmiş tarım, ne orta düzey sanayi, ne geleneksel ticaret ve finans, ne yetişmiş insan gücü, ne 300 kilometrelik deniz kıyısı, ne aynı boyuta yayılan turistik alan ve din turizmi, ne üniversitesi, ne de gelişme ve ilerleme bilinci doğru yöne çevirebildi.
Oysa Adana tarafından gelirken sanki İtalya’nın Toskana’sı, denizden Toroslara doğru Güney Fransa’nın "arriere pays"si...
* * *
Geçen hafta, çoğunlukla boş olan otelin lobisine girer girmez Akdeniz İhracatçı Birlikleri Genel Sekreteri Selami Gedik’le burun buruna geliyorum. Bir telaş içinde. Suriye’den başlarında bir bakanla işadamları geliyormuş.
Gerçekten de bu kez lobi ve lokanta epeyce hareketli ama daha çok hareket gerekli.
Ertesi gün lobi ve lokanta iyice doldu. Yanıma uzun boylu bir delikanlı yaklaşıp "hoş geldiniz!" diyor. Yanındaki adamdan İngilizce özür diliyor. Benim akraba ve hısımlardan biri sanıyorum. Onlardan birinin yakın arkadaşı. Yanındaki adam İsrailli bir işadamı. İsrail’e güneş enerjisi sistemleri satıyorlarmış. Bunu duyunca "Haydi Mersin!" diye bağırıyor içimde bir kalabalık.
Türkiye ile Suriye arasında imzalanan ve 1 Ocak 2007’de yürürlüğe giren Serbest Ticaret Anlaşması ile kurulan Türkiye-Suriye Ortaklık Konseyi’nin 1. Dönem Toplantısı, Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen başkanlığında 12-13 Kasım tarihleri arasında Mersin’de yapıldı.
Toplantıya Suriye Ekonomi ve Ticaret Bakanı Amir Husni Lutfi başkanlığında üst düzey yetkililerin yanı sıra değişik sektörde iş gören Suriyeli işadamları da katıldı.
Toplantının bir başka önemli yanı, Suriye’den 120 firma yöneticisinin katılması ve bunların karşısına Mersin, Adana, Hatay, Gaziantep, Kayseri, Konya, Kahramanmaraş, Kocaeli, Osmaniye, Şanlıurfa, İstanbul ve Aydın’dan 250’ye yakın firmanın oturması.
* * *
Hissediyorum Mersin bir şeyler yapacak. Zincirlerini, bukağılarını mutlaka kıracak. Bir yandan inovasyon araştırmaları, bir yandan Akdeniz İhracatçılar Birlikleri’nin araştırmaları... Marmara Bölgesi ve İstanbul’da bunalan sanayicinin aklı varsa Mersin’e gelir, ciddi bir araştırma yapar. Eskilerin diliyle "muhayyer!"dir, seçmece. Opera seviyorsa opera da var, bale de var, tiyatro da var...
Ama ilkin birkaç kalem "kaçakçılık" şaibesinin ortadan kalkması, Doğu ve Güneydoğu’dan gelen insanların gerçekten Mersinli olmaları, Mersin’le kaynaşmaları gerek!..
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2007
YENİ Şafak Gazetesi’nin dedikodu yazıcısı Taha Kıvanç basında yabancıların iş takipçiliğini de yapıyor. Benim "Richard Falk’un Fitneleri" (13.11.07) yazımı bahane ederek kokmuş bir sakızı zevkle çiğniyor: "İkinci cumhuriyetçilerin korkulu rüyası!" "Korkulu rüya" ile dalga geçerek "Medrese Muallimi" Richard Falk’u savunuyor. Richard Falk’un kim olduğunu çok iyi biliyorum: Zaman Gazetesi’nin kiralık yazarı ve Fethullahçılığın eğitim merkezlerinden Princeton Üniversitesi’nin hocalarından biri. Zaman Gazetesi’nde yazı yazmasının, İslamcı organizasyonlara davet edilmesinin nedeni de bu zaten.
Olayın özeti şu: Bu Richard Falk, Hazar Eğitim Kültür ve Dayanışma Derneği’nde türban konusunda bir konuşma yapıyor. Ardından, kendisiyle söyleşi yapan Sabah Gazetesi’nin türbansız muhabiri Ceren Akdağ’ı dinsiz (nonreligious) olarak tanımlıyor. Muhabirin şiddetli itirazı üzerine Ceren Akdağ’dan özür diliyor Richard Falk.
"Richard Falk’un Fitneleri" yazımda, bu olayı aktarmış ve aydınlık kişilikli Ceren Akdağ’ı kutlamamız gerektiğini yazmıştım. Taha Kıvanç "nonreligous"un "dinsiz" değil "dindar olmayan" anlamına geldiğini ileri sürerek Fethullahçı tribünlere gösteri yapıyor. Richard Falk, türbansız Ceren Akdağ’a "dinsiz" dememiş de "dindar olmayan" demiş. Dindar olmadığını nereden biliyor Ceren Akdağ’ın? İş takipçisi Taha Kıvanç sözlüklere iyi baksın, eşanlamlı karşılığın "irreligious" (dinsiz) olduğunu görecektir. Bedavaya dil dersi bu kadar!
* * *
Ord. Prof. Richard Falk’un Hazar Eğitim, Kültür ve Dayanışma Derneği’nde yaptığı konuşmayı bulup okursanız (internette var), bakın neler görürsünüz:
Richard Falk, CHP yandaşlarını ve eski laikleri (yani anayasal ve meşru laikleri) kapalı kadınların düşmanı olarak ilan etmektedir. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle ilgili olarak da şöyle demektedir: "Kırmızı çizginin artık yok olduğunu ve dindarlığın artık cezalandırılmayacağını düşünmek büyük hatadır. Ordu, 30 Ağustos Zafer Bayramı balosunda, Cumhurbaşkanı ve Başbakan eşlerine davetiye göndermeyerek seçilmiş liderlerin onurunu zedelemiştir."
* * *
Richard Falk devam ediyor: "Türkiye’de ve her yerde bu ihtilafın bir kısmı, laikliğin gerçek anlamıyla bağıntılıdır. Türkiye açısından değerlendirildiğinde, Türk hükümetinin sergilediği yeni laiklik anlayışı ile saf Kemalistlerden oluşan eski laikler arasındaki farklılık söz konusudur. Eski laikler dinden bağımsızlığı önemle vurgulayan Fransız laikliği yönünde bir yaklaşımın taraftarıdır. Oysa yeni laikler, ister bilinçli olsun ister olmasın, din özgürlüğünü öne çıkaran Amerikan tarzı laiklik taraftarıdır."
Richard Falk’un bu sözleri kendisine suçüstü yapmamız için yeterlidir: 1."Eski laiklik" gerçek ve yasal laikliktir. 2. Amerikalı tarzı sekülerizmin (çağdaşlaşmanın) laiklik ile hiçbir ilişkisi yoktur. 3. AKP hükümeti Anayasal zorunluluk yüzünden laiklik kaftanı giymektedir. 4. Hiçbir laiklik din özgürlüğünü öne çıkartmaz; toplumu ve bireyi dinlerin baskısına karşı korur. 5. Amerikan tarzı sekülerlik Anayasa’ya ve yasalara aykırıdır. 6. Richard Falk’un sözleri "kiralık yazıcı" olduğunun yadsınmaz kanıtıdır.
Bizleri budala yerine koyan kimse elbette bir budala medrese muallimidir!
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2007
RESMİ tarihle yüzleşenler her şeyin, herkesin hesabını sorarken 1923 ile 1991 yılları arasında her vesileyle kökü kazınan solcuların ve komünistlerin hesabını nedense sormazlar. Dün elli yıllık bir arkadaşımla bu konuyu konuşurken, "Biliyor musun, dedi, sağcıların yıllarca ’kökü dışarıda’ dediği komünistlerin ve TKP’nin SSCB arşivinde hiçbir ciddi arşivi ve gizli dosyası çıkmadı. Türk komünistlerinin kökü dışarıda olduğunu kanıtlayacak hiçbir belge yok. Ama Türk sağcılarının kökü dışarıda olduğunu kanıtlayacak kim bilir binlerce belge vardır yabancı arşivlerde. Komünistlerin kökü dışarıda olsaydı mutlaka iktidara gelirlerdi. Nitekim kökü dışarıda sağ her zaman iktidarda 1950’den bu yana!"
KİMİN KÖKÜ DIŞARIDA?
Yıllardır İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşayan, bizim kuşağın en önemli yazarlarından Demir Özlü’nün bana gönderdiği mektubu konuşuyorduk ortak arkadaşımızla. Yukarda aktardığım çarpıcı cümleyi söyledi ve "Kimin kökü dışarıda?" diye sordu.
Demir Özlü, Demokrat Parti ve Adnan Menderes dönemiyle hesaplaşan yazılarımdan heyecanlanmış, şöyle yazıyor:
"Bugün de yazdığın konuda çok önemli bir şey ihmal ediliyor. Demokrat Parti 1951’de ABD McCarthy’cilerine yaranmak ve ABD’den para koparmak için 167 komünisti tevkif etti. Ortada hiçbir delil ve eylem yoktu. Sadece Zeki Baştımar’ın Paris’teki sol eğilimli gençlere yazdığı bir mektup 22 yaşındaki bir kızın seyahat çantasında bulunmuştu. Abdülkadir Demirkan’ın (Vedat Türkali’nin) subay öğretmen olmasından yararlanarak onları askeri mahkemeye sevk etti. Bu aslında aydın tevkifatıydı. Duruşmalar gizli yapıldı. Yargılama devam ederken 141-142. maddelerin kapsadığı cezayı beş misli artırdı?"
Demir Özlü tarihle yüzleşme meraklılarını, Demokrat Parti iktidarının yaptığı solcu aydın kırımını incelemeye davet ediyor. 1950 öncesi tek parti diktatoryasıydı. Kabul! Peki 1950-1960 arası o dönemden daha beter diktatorya değil miydi? DP diktatoryasının önde gelen tanıklarından Çetin Altan, 1948 yılı Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kıyımını anımsıyor da 1951 tutuklamalarını aklına bile getirmiyor (Milliyet, 14 Kasım 2007). Hayret!
Bakın kimler var 1951 tevkifatı kurbanları arasında: Abdülkadir Demirkan (Romancı Vedat Türkali), Şair Enver Gökçe, Sevim Tarı (Belli), birkaç gün önce toprağa verdiğimiz "büyük sosyolog" Mübeccel Kıray, Şair Arif Damar, Romancı ve Aktör Kemal Bekir (Özmanav), Şair Ahmet Arif (Önal), Ruhi Su, Halil Berktay’ın babası Erdoğan Berktay, Orhan Suda, İlhan Başgöz, Ulvi Uraz, Selçuk Uraz, Ajlan Sayılgan, Nejat Özon, Şair Şükran Kurdakul, Behice Hatko (Boran), Mihri Belli... Tamamı 184 emekçi, aydın ve sanatçı. Birkaç berat ve 2-10 yıl hapis ve sürgün!
BİR HUKUK BAŞYAPITI
Bir numaralı sanık Zeki Baştımar’ın (Yakup Demir) mahkemede yaptığı savunma bir hukuk başyapıtıdır. (1951 TKP Tevkifatı, BDS Yayınları). Demokrat Parti, NATO’ya girebilmek için 184 vatandaşımızı bit gibi ezmekten çekinmemiş ve bu yöntemi başı sıkıştığı zaman, ABD’den para sızdırmak gerektiğinde sık sık kullanmıştır. Efendiler, buyurun yüzleşmeye!
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2007
YAZDIKLARIM karşısında bocalayan İslamcıların, İkinci Cumhuriyetçilerin ve hariçten gazel atan zevzeklerin bir cankurtaran simidi var: Cahil Özdemir İnce! Özdemir İnce cahilin tekidir, bu işten anlamaz! Belki cahilim, belki değilim, çünkü bu başıbozuk postmodern çağda cehalet de görecedir. Ama budala olmadığım kesin! Her konuda danıştığım, bilgi alıp tavsiyesine uyduğum dostlarım, arkadaşlarım var: Hukuk, ekonomi, İslam, vb. konularında. Anayasa konusunda yazıyorsam, mutlaka bir anayasa uzmanına danışmışımdır. Ayrıca, hiç olmadı ya, yazılarımı işin uzmanına da yazdırmış olabilirim! Altında imzam olan her yazı bana aittir!
Bu nedenle, benim cahil olup olmadığım önemli değil; yazdıklarım doğru mu değil mi? Sorduğum sorulara cevap veremeyenler, yalan ve yanlışlarını yüzlerine çarptığım palavra esnafı, "Cahil Özdemir İnce!" diyerek kurtulacaklarını sanıyorlar.
Madrabazların köy gençlerini bastırmak için "Sen önce askerliğini yap!" demeleri gibi.
ATMASYONCU
Adam İslamcı atmasyonculuğuyla bir şeyler yazıyor (ki bu atmasyonculuk İslamcı yazıcıların çoğunda vardır). Büyük laflar. Thomas Jefferson’u da yanlış tanıtıyor. Meğer o büyük laflar kendisinin değil bir büyük yazarın imiş. Sıkışınca yazarın ve kitabın adını veriyor. Sıkışmasa laflara sahip çıkıp hava basacak. Aslına bakarsanız, üslubundan da anlayacağınız gibi adı anılmaya değmez biri. Ama teşhir etmek için adını veriyorum. Bakın "adam" ne diyor:
"Batılı oryantalistlere rahmet okutacak kadar bu topluma, bu toplumun asil kültür ve medeniyet birikimine şaşı bakan; üçüncü sınıf bir gönüllü acentası gibi çalıştığı için de Batı kültürünü, düşüncesini, uygarlığını bir bütün olarak kavramaktan áciz birilerini ciddiye almam hiç şık değil. İyi de, Özdemir İnce, hangi cesaretle beni kalemine dolama cüreti gösterdi acaba? Olsa olsa cáhil cesaretidir bu. Ama Özdemir İnce’nin yaptığı şey düpedüz terbiyesizlik. O yüzden bu cevabı hak ediyor. Benim, hiçbir zaman kafadan atmayacak, uydurmayacak kadar kişilik ve birikim sahibi biri olduğumu düşünmek bile istemiyor anlaşılan." (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 16.10.2007)
YÜRÜTÜCÜ!
Alıntı yaptığım bölüm "adam"ın kişiliği hakkında bilgi veriyor. Kendisini pek önemsiyor ve zorunlu olarak tanımam gerektiğine inanıyor. Oysa yazılarına arada bir göz attığım köşe yazıcılarından biri. Bundan sonra da öyle kalacak. İnternetten adını aradım, böbürlenmesine denk bir özgeçmişi, yapıtı var mı diye. Yurtdışında doktora yapmış. Ama diploma ve doktora alanının dışında tipik bir otodidakt! Gerisi, İslamcı mürit böbürlenmesi!
Beni güldüren, kendisini eleştirmeme şaşırması, "Hangi cesaretle?" diye sorması. "Cesaret" ile yazmadığım için, türünü belirtemeyeceğim. Ama gene de bir cevap vereyim ortaya: Ben bir yalanbozucu dikkatiyle yazarım.
Tuhaftır bu İslamcı yazıcılar: İpe sapa gelmez iddialar ileri sürerler. İddialarını çürütürüm. Bunun üzerine ünlü bir ecnebi yazarın adını verirler! Böylece başkalarının düşüncelerini yürüttükleri ortaya çıkar. Tuhaftır bu İslamcı yazıcılar! Bazıları kábuslu rüyalarında beni görürler ve ertesi sabah "İkinci Cumhuriyetçilerin korkulu rüyası Özdemir İnce!" diye yazarlar.
Yazının Devamını Oku