21 Aralık 2007
LAİKLİK, Anayasa ve yasalar marifetiyle, birey ve toplumu dinin baskılarına karşı korur. Laikliğin din, inanç ve vicdan özgürlüğünün güvencesi (garantörü) olduğunu ileri süren bütün düşünceler mugalatadan başka bir şey değildir. Nasıl laiklikle ilgili yasalar varsa, din, inanç ve vicdan özgürlükleriyle ilgili yasalar vardır. Laikliğin en önemli amaçlarından biri din kurallarını dünya işlerinin tamamen dışında tutmaktır. Din, inanç ve vicdan özgürlüğü ise, laik yasa ve kurallara karşın, dini dünya işlerine karıştırmak ister ve karıştırır. Bu nedenle, laikliğin; din, inanç ve vicdan özgürlüğünün güvencesi (garantörü) olduğunu ileri sürmek yasalara ve gerçeğe aykırıdır.
AYETE DAYANMIYOR
Çarşamba günkü yazımda sözünü ettiğim Doç. Dr. Şahin Filiz ile Doç. Dr. Nedim Yüzbaşıoğlu, Prof. Dr. Şerif Mardin’in mahalle baskısı olarak tanımladığı sosyolojik olguya mikrofaşizm adını veriyorlar ki bu tanımlama bana daha doğru geliyor. İmam hatip lisesi mezunu olan, Konya Selçuk Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Şahin Filiz "türbanın farz olduğu"nu ileri sürenlerin bu iddialarını Kuran ayetlerine dayandıramadıklarını, İslamlıkla ilgili 76 günah arasında başörtüsünün bulunmadığını söylüyor (Cumhuriyet, 20.11.07).
BELGESEL KANIT
Doç. Dr. Şahin Filiz ile Doç. Dr. Nedim Yüzbaşıoğlu, sözünü ettiğim yazılarında (Müdaffa-i Hukuk, Kasım 2007) Yatay irtica ile ilgili olarak şunları yazıyorlar:
"Yatay irtica, hurafelerle halkı aldatmaktan başlar, devlet ve hükümetin bıraktığı siyasi ve sosyal boşluklara ve hatalara dayalı köktenci çözümler üretildiği savını, bir inanç esası olarak halk katmanlarına yaymakla gelişir ve büyür. Bu da, dinin siyasallaşması aşamasını da geçerek, siyasalın dinleşmesi sonucuna götürür."
Bunu türban fesadında bütün açıklığıyla görüyoruz. Hiçbir dinsel dayanağı bulunmayan türban önce siyasallaşmış, siyasallaşması pekiştikten sonra dinsel inancın simgesi haline getirilmiştir. Dolayısıyla türban İslam’ın değil fakat siyasal İslam’ın göstergesi ve yatay faşizmin belgesel kanıtı durumundadır.
Tekrar yazıyorum: "Ülkemizdeki İrtica Gerçeğinin Kavramsal ve Anatomik Analizi" başlıklı yazı mutlaka okunması gereken bir inceleme yazısı.
BAKAN ÖNÜ PARDÖSÜ
Birkaç yatay faşizm örneği vereceğim: Antalya Expo Center’da düzenlenen Anadolu Doğal Taş, Mermer ve Teknoloji Fuarı’nda Bahçeci Group standında görev alan mini etekli Vildan İlik, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler’in standa yaklaştığı görünce üzerine uzun bir pardösü giymiş ve bakanla konuştuğu sürece pardösünün önünü kapalı tutmuş; Bakan’ın ayrılması üzerine pardösüyü çıkartmış (Vatan, 1.12.07). Bu tam anlamıyla bir yatay faşizm baskısı örneğidir.
Bazı yurtlarda öğrencilere yapılan türban, namaz ve oruç baskısı da yatay faşizm bağlamında değerlendirilmelidir. Yatay faşizmin son örneklerinden biri de bir öğretmenin oruç tutmayan bir Alevi öğrenciye dayak atmasıdır.
Sözde din ve vicdan özgürlüğüne dayanan yatay faşizm (mahalle baskısı), bütün özgürlüklerin ve demokrasinin kökünü kurutur, milleti böler!..
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2007
MÜDAFAA-İ HUKUK dergisinin kasım 2007 sayısında, hakkında soruşturma açılan Doç. Dr. Şahin Filiz ve Doç. Dr. Nedim Yüzbaşıoğlu ortak imzasıyla yayınlanan "Ülkemizdeki İrtica Gerçeğinin Kavramsal ve Anatomik Analizi" adlı makale, şimdiye kadar bu konuda okumuş olduklarımın en iyisi. Konuyla ilgilenenlerin arşivinde mutlaka bulunması gereken bir yazı. Anadolu Kaplanları’nın tarikat ve işçi sendikaları ilişkileri üzerinde kafa yorarken, adını verdiğim makale imdadıma yetişti. Yıllardır ileri sürdüğüm, "Tarikat erbabı emekçinin işçi sendikası üyesi olması olanaksızdır" tezimin cevabını da bu makalede buldum.
"İrtica yoktur!" saptırmasına ve inkárına kesin bir yanıt: Sadece dinsel irtica değil onun yanı sıra başka irticalar da vardır.
KAPSAMI GENİŞLEDİ
Yukarda adını ve yazarlarının adını verdiğim analiz irticayı şöyle tanımlıyor:
"Yüce dinimizi kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ana niteliklerini, Cumhuriyet’in temel ilke ve devrimlerini ortadan kaldırmayı ve yerine dine dayalı bir rejim ve düzen kurmayı amaçlayan düşünce, fiil ve hareket stratejisinin adıdır."
Aslında irtica sadece dini gerekçelere dayanarak değil, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel gerekçeleri yedeğine alarak Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmayı amaçlayan her türlü yasadışı örgütlenme ve eylem biçimlerinin de ortak kapsam alanıdır.
"İrticayı, din ya da dini anlayışın doğurduğu sonuçlara göre tanımlamak, problemin sosyolojik boyutunu göstermektedir. Klasik irtica tanımı da meseleyi yalnızca siyasal açıdan ele almaktadır. Şu halde elimizde biri siyasal (klasik), öteki de sosyolojik olmak üzere iki irtica tanımı vardır. İlki, irticanın kapsam alanı genişlediği için, bugün yetersiz ve dar gelmektedir. İkincisi de henüz tam anlamıyla işlevselleştirilmemiş daha geniş bir tanımdır. İrtica, hem dikey (devlet ve bürokrasi) hem de yatay (halk ve kitle kültürü) bakımından ülkemizde özellikle son yıllarda nüfuz açısından genişlemesine karşın, tanımlar yetersiz, güçsüz, etkisiz ve işlevsiz kalmıştır."
HEM DİKEY HEM YATAY
Dikey (ya da düşey) irtica ile yatay irtica tanım ve deyimleri benim için bir yenilik. İlk kez duyuyorum. Ama bu ayrım irtica olgusunun karanlık yanlarını birden aydınlatıyor.
Dinin devlet işlerine karıştırılması olan düşey ya da dikey irticanın marifetlerini 1950 yılından bu yana yaşamaktayız. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kemirilmesi, imam-hatip okul ve liseleri, devlet kadrolarının İslamileştirilmesi, son örnek olarak da hákim ve savcıların seçiminin hükümet tarafından oluşturulan özel jüriye verilmesi yukardan aşağı (düşey) irticanın bazı örnekleridir.
Dinin millet (toplum) işlerine karıştırılması ise yatay irticadır. Yatay irtica tarikatlar ve cemaatler marifetiyle yürütülmektedir. Yatay irtica, halkı hurafelerle aldatmakla başlar; devlet ve hükümetin bıraktığı siyasi ve sosyal boşlukları dinsel jest ve müdahalelerle doldurur: Türban ve tesettür, ramazan çadırları, imam-hatip okulları, mahallelerde hücre tipi örgütlenme, fitre ve zekatların tek bir merkezde toplanması, vb.
Bu yazı yeni bir bakış açısı için bir başlangıç. Bu konuya cuma günü devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2007
"ÜLKEMİZDE ve Mersin’de edebiyat ilgisini geliştirmek ve ulusal ölçekte bir verime dönüştürmek, edebiyat okurlarının dikkatini nitelikli örneklere çekmek üzere; yapıtlarıyla Türk edebiyatının gelişmesine katkıda bulunmuş kişileri onurlandırmak, daha yaygın okunmalarını sağlamak için" Mersin Ticaret ve Sanayi Odası tarafından kurulan Mersin Kenti Edebiyat Ödülü, Nezihe Meriç’e verildi. Ödül töreni bugün Mersin’de yapılacak. Özdemir İnce, Celal Soycan, Prof. Dr. Dilek Doltaş, İpek Ongun ve Hüseyin Ferhad’dan oluşan Ödül Değerlendirme Kurulu’nun ödülü verme gerekçesi şöyle:
BİR KLASİK
"Cumhuriyet dönemi hikáyeciliğimizin öncü kurucuları arasında yer aldığı; kadın yazarlarımızın önünü açan, ufkunu genişleten bir klasik olduğu; hikáyelerinde gündelik hayatın mucizesini yüksek bir dil bilinciyle aktardığı; tarihsel zamana ’ev’in biçimini verdiği; 1950 sonrası insanının zihinsel ve ruhsal topoğrafyasını çıkardığı; yarattığı kişileri bir eleştirel merhametle sevdiği için çağdaş hikáyeciliğimizin büyük ustası Nezihe Meriç oybirliği ile ödüle değer bulunmuştur."
KADINI ANLATTI
Nezihe Meriç 28 Şubat 1925’te Gemlik’te (Bursa) doğdu. Eskişehir Lisesi’ni bitirdi (1942). Bir süre İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Felsefe Bölümü’ne devam etti. Öğrenimini yarıda bıraktı (1945). Heybeliada İlkokulu’nda öğretmenlik yaptı (1946-1954). Yazar ve yayıncı Salim Şengil ile evlendi. Dost Dergisi ve yayınlarının yönetimine katıldı (1957-1972). Yayınevinin yayınladığı Názım Hikmet’in kitaplarının mahkûm edilmesi nedeniyle (yayınların sorumlu yönetmeni olduğu için) 12 Mart döneminde birkaç yıl kaçak yaşamak zorunda kaldı.
İlk yazısı N.Ufuk imzasıyla İstanbul Dergisi’nde (15 Şubat 1945) çıktı. "Toplu yaşayışlarda bile kendi iç yalnızlıklarını sürdüren genç kız ve kadınları anlatmaktaki başarısı ile tanındı." Öyküleri ABD, Almanya, Fransa ve Rusya’da yayımlanan çeşitli antolojilerde yer aldı. Oyunları İstanbul’da ve Almanya’da sahnelendi.
Korsan Çıkmazı’yla Türk Dil Kurumu 1972 Roman Ödülü’nü, Bir Kara Derin Kuyu ile 1990 Hikáye Armağanı’nı, Yandırma’yla da 1998 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Son olarak kendisine, bütün yapıtları için, 2007 Mersin Kenti Edebiyat ödülü verildi.
MAGAZİNE TESLİM
Mersin Kenti Edebiyat Ödülü, Türkiye’de bir ilk! Bir kent, bir il, bütün yapı ve kuruluşlarıyla bir yazara bütün bir kentin ödülünü veriyor. Mersin, bu alanda da öncülük yapıyor! Ödülü kuran Mersin Ticaret ve Sanayi Odası’nın ödülü kendi adına değil kent adına, il adına vermesi de çok yüksek bir kent bilincinin ifadesi.
Ancak, yazılı ve görsel medyanın, edebiyat dergileri ve basınının, kent ve kentleşme bilincini temsil eden bu öncü ve örnek girişime gereken ilgiyi gösterdiğini söylemek mümkün değil. Medyanın, Mersin kentinin girişiminin farkında olamadığını kabul etsek bile, edebiyat basınının derin bir aymazlık içinde olması son derece şaşırtıcı. Mersin Kenti Edebiyat Ödülü’nü alan Nezihe Meriç, Cumhuriyet edebiyatının "klasik" olmuş, en önemli, en büyük yazarlarından biri. Magazine teslim olmuş edebiyatsız edebiyat acı veriyor insana!
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2007
"YASAKLAR kalkacak!" sloganıyla yola çıkan yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, bu "spot"u kendi bulduysa çok iyi bir reklamcı olabilir. Televizyon ekranında birinin çıkıp "Yeter Söz Milletindir!" der gibi "Yasaklar Kalkacak!" diye haykırması izleyicileri coşturmaz mı? Kuşkusuz adrenalin basar yüreklere! Ama benim türümden insanların heyecanlanması için "Hangi yasaklar?" sorusunun yanıtlanması gerekir. Üniversitelerde ne gibi yasaklar var? Bu yasaklardan birkaçının adını anması gerekmez miydi yeni YÖK Başkanı’nın?
LİSTE YAYINLAYIN
Yeni YÖK Başkanı’nı, poker deyimi ile "sans voir" (görmeden) destekleyen Zaman (12.12.07) Gazetesi, yönetmeliğe göre 25 adet yasak saptamış. Yeni YÖK Başkanı bu yasakları kaldıracak:
"İzinsiz göreve geç gelmek, erken ayrılmak, görev mahallini terk etmek yasak." Bu yasak mı kaldırılacak?
"Amire karşı saygısız davranmak yasak." Bu yasak mı kaldırılacak?
"Borçlarını ödemeyerek hakkında yasal yollara başvurulmasına neden olmak yasak." Bu yasak da kaldırılacak mı?
Kuşkusuz bu yasaklar ve benzerleri kaldırılamaz. Anayasa Mahkemesi’nin kararına karşın YÖK Başkanı türban yasağını nasıl kaldıracak? Başkan, AKP güdümünde olmadığını kanıtlamak istiyorsa kaldırılacak yasaklar listesini mutlaka yayınlamalı.
1995’TEKİ YAZI
Milliyet (12.12.07) Gazetesi, Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın 1995 yılında yayınlanan bir yazısından alıntılar yapmış: "İslam ülkelerinin geri kalmışlığı bir gerçektir, ama bunu tamamıyla İslam’a bağlamak sorunu basitleştirmektir. / Tarih, İslami kuralların yakından izlendiği zamanlarda Müslümanların birçok alanda dünyayı yönettiğini gösterir. / Tarih, Müslümanların İslami kurallara olan bağlarının zayıflamasından dolayı geriledikleri zamanları da gösterir. / Bu yüzden suçlama, İslam’dan çok Müslümanlara ve onların İslam’ı yorumlayışlarına yöneltilmelidir."
ÜRETİMSİZ SİSTEM
Alıntısı yapılan satırlar güya bir sosyoloğun kaleminden çıkmış. Ama daha çok bir Selefi İslamcının iddialarına benziyor: "Müslümanlar İslam’ın kurallarını uygularken dünyaya egemendik, dünyaya yeniden egemen olmak istiyorsak fetihler ve cihatlar döneminin inanç ve uygulamalarına geri dönmeliyiz."
Tarih, Müslüman toplumların geleneksel yapılarını (kabile, aşiret, cemaat despotizmi) yıkıp dönüştüremedikleri için geri kaldıklarını gösteriyor. Güçlerini İslam’dan alan despot yöneticiler ve hükümdarlar, bu yapıların çağdaşlaşarak yenilenmesine izin vermiyor. Suç Halife Osmancı ve İmam Gazalici gelenekte! Osmanlı devleti de fetih, gaza, cihat; talan, angarya ve özel vergi sistemi üzerinde yükselmişti. Üretime dayalı olmayan bu sistem tıkanınca, devlet yıkıldı. Bu yıkılışta Osmanlı hanedanı ve Doğu tipi despotizm kadar, ulema ve áyanın, kireçlenmiş toplumsal yapının ve bizzat dinin büyük payları vardır.
Nakşibendiliğe meraklı yeni YÖK Başkanı’nın bu konulara kafa yorması gerekiyor!
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2007
YENİ Anayasa’nın "koçu" Prof. Dr. Ergun Özbudun, Doç. Dr. Ersin Onulduran ile birlikte Türkçe’ye çevirdiği "Çağdaş Demokrasiler-Yirmibir Ülkede Çoğunlukçu ve Oydaşmacı Yönetim Örüntüleri" (Yetkin Yayınları) adlı kitabı şu sıralar (kendisi de) mutlaka okumalı. "Oydaşma" ve "örüntü" gibi sözcükleri şu günler kullanır mıydı acaba? Bir başka soru acabası: Prof. Dr. Ergun Özbudun anayasa ile ilgili düşüncelerini yazmak için neden Zaman gazetesini tercih etmektedir? Bunun son örneği 4 Aralık tarihinde yayınlamaya başladığı "Sivil anayasa tartışmaları, eleştiriler ve cevaplar" başlıklı yazı dizisi...
Bu konuda, yani Prof. Dr. Ergun Özbudun’un AKP için anayasa taslağı hazırlaması konusunda ilk itirazım şu: Anayasaların çoğunluk egemenliğine karşı azınlık haklarını korumayı ilke edinmesine karşın (s. 162) Ergun Özbudun ve arkadaşlarının diktatoryal bir parlamento çoğunluğunun tutkularını tatmin etmeyi amaçlayan bir anayasa kotarmayı kabul etmeleri.
Bunun yanı sıra, yatay irticanın lokomotifi olan İslami baskılardan anayasayı nasıl koruyacaklar? Bu konuda kuşkularım var: Türban fesadını anayasaya sokmayı kabul etmeleri, tarafsızlığı ağır yaralayacak niteliktedir.
* * *
Çağdaş Demokrasiler’in 162. sayfasında anayasal ölçütlerle ilgili şöyle bir cümle var:
"İkinci kriter, anayasayı değiştirme yöntemlerine ilişkindir; bu yöntemler, parlamento çoğunluğu üzerinde anlamlı bir sınırlama oluşturmakta mıdır, oluşturmamakta mıdır? Üçüncüsü, anayasa ile adi bir kanun arasındaki çatışma durumunda anayasayı kim yorumlayacaktır? Parlamentonun kendisi mi (gene parlamento çoğunluğu anlamında), yoksa parlamentonun dışında ve ondan bağımsız bir mahkeme veya özel bir anayasa konseyi mi?"
Bu noktada Ergun Özbudun’a düşen, AKP iktidarı tarafından horlanan Anayasa Mahkemesi’ne yüksek ve bağımsız bir kimlik kazandırmak olmalıdır. Çünkü AKP iktidarının Anayasa Mahkemesi konusunda ciddi bir eğitime gereksinimi var.
* * *
Yeni anayasanın diktatoryal bir parlamento çoğunluğunun arzularını karşılamak üzere kaleme alınmaması gerektiğini bir yana bırakalım ve Prof. Dr. Ergun Özbudun’un çevirdiği kitaba göre en uygun anayasa değiştirme modelini aktaralım (s .164): "Oydaşmacı demokrasi modeline en uygun düşen anayasa değiştirme yöntemi, özel bir çoğunluk tarafından kabul edilme şartıdır; bu, belli bir asgari büyüklükteki bir azınlığın veto yetkisine sahip olması anlamına gelir. Azınlık vetosuna yer veren en basit ve yaygın yöntem, parlamentoda olağandışı bir çoğunluk (genellikle üçte iki) şartıdır. Uyumsuz iki meclisli parlamentolarda her iki meclisin çoğunluk oyuyla kabul edilme şartı da, bir azınlık vetosunu içerir; çünkü bazı azınlıklar, ikinci mecliste artık-temsil edilirler."
* * *
Bu alıntıdan, TBMM’deki AKP çoğunluğunun anayasa değişikliği yapamayacağı sonucunu çıkartıyorum. Prof. Dr. Özbudun’dan bir ricam var: Yeni anayasanın kabulü konusunda azınlık vetosu TBMM’de de geçerli olacak mı? Bir yazsa da anlasak. Sütunumu kendisine ödünç verebilirim!...
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2007
TÜRBANLILARIN şaklabanlıkları, türbancıların saldırıları öylesine bir noktaya vardı ki, bazı olaylardan ilham alarak, 2010 yılına kalmadan plajlarda bikinili türbanlılar da görürüz artık, diye düşünür olmuştum. Derken, gazetelerden, Avusturyalı heykeltıraş Olaf Metzel’in "Türk Lokumu" adlı bir heykel yaptığını öğrendim. 8 Aralık tarihli gazetelerde heykelin iki fotoğrafını gördüm: Çıplak bir kadın heykeli, çıplak kadının başı örtülü. Heykeltıraş yapıtının adını "Havva’nın Yalnızlığı" koysaydı hiçbir sorun çıkmazdı, diyeceğim ama belki gene de çıkardı.
* * *
Bizim gazetelerden kimileri heykelin kaldırılmasını istiyor, kimileri Türk kadınına hakaret olduğunu ileri sürüyor. Neresi hakaret? Türk kadınını günde beş vakit pataklayacaksın, sudan nedenlerle canını alacaksın, üzerine kuma getireceksin, ikinci sınıf insan muamelesi edeceksin, ırzına geçip fuhuşa sürükleyeceksin, politikaya sokmayacaksın, emeğini sömüreceksin, eksik etek olduğu için öğrenim görmesine engel olacaksın, bunların hiçbiri "Türk kadınına hakaret(!)" değil, ama çıplak heykel "hakaret"(!) Bu anlamsız patırtı, heykelin başının örtülü olmasından çıkıyor.
Varlık olarak bütün kadınlar kutsaldır. Ancak başı örtülü kadını ve örtüsünü kutsallaştırmak, yeni bir hurafe yaratmaktan başka bir şey değil!
Aslında, heykeltıraşın böyle bir niyeti yok ama bu heykel türban fesadını ifşa ve ihbar ediyor. Heykeltıraş, sanatçının yani "artiste"in kendini ifade etme hakkını estetik söylemle kullanıyor. Ama bizim demokrat gazeteciler ve demokrat sivil toplum örgütleri, heykelin kaldırılmasını istiyorlar. Böyle bir heykeli yapmak da, ona bakmak da bir uygarlık aşaması.
Bireye inanç ve vicdan özgürlüğü isteyecekler, sanatçı bireyin yaratma özgürlüğüne milliyetçilik, ırkçılık ve din adına karşı çıkacaklar. Ama çıplak kadın heykellerine, nülerine bakarken tahrik olmaktan geri durmayacaklar.
* * *
Avusturya Türk Federasyonu Başkan Yardımcısı Feyzullah Andak, "Avusturyalı yetkili makamlardan heykelin bir an önce kaldırılmasını talep ediyoruz" diyor.
Halk Partisi (ÖVP) Viyana Eyalet Parlamentosu Milletvekili Şirvan Ekinci ise "Heykel bir kadın olarak beni çok rahatsız etti" diyor.
Türkiye’nin Viyana Büyükelçisi Selim Yenel’e gelince. "Heykeli yapanın amacı tepki yaratmak. Bu yüzden vatandaşlar tepkilerini Avusturya makamlarına ’hakaret’ unsurunu vurgulayarak yazılı yapmalı" diye buyuruyor.
Ben, ikisi Türkiye kökenli, birisi Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi temsilcisi olan bu üç insana el ele tutuşup Viyana müzelerini dolaşmalarını tavsiye edeceğim.
Bir estetik yaratı nesnesinin (roman, şiir, öykü, resim, heykel, klasik müzik) dışarıya dönük herhangi bir mesajı yoktur, onun mesajı kendine dönüktür. Bu nedenle heykel, Müslüman Türk kadınlarının simgesi değil! "Türk Lokumu" adlı imgesel bir kadını ifade etmektedir. Söz konusu heykel hiçbir Müslüman Türk erkeğinin annesi, karısı, kız kardeşi ve sevgilisi değildir. Ve bu kadın heykelini, bu heykel kadını kimse nikáhına alamaz!
Çok tuhaftır bu insanlar: Türbanlı Barbie, türbanlı Heidi bebekleri alıp satarlar ama "Türk Lokumu" heykeli yapanlara kızarlar.
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2007
YAZI konusunda şanslı olduğumu yazmış mıydım? Ben gündemi izlemem yazılarımda ama sanki gündemi yaratan olaylar benim yazılarımı izler. Gene ve bir kez daha öyle oldu: Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve imam-hatiplerle ilgili dizi yazım sona ererken Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu imdadıma yetişti ve Akşam Gazetesi’nden Deniz Güçer’e müthiş bir demeç verdi (Akşam, 8.12.2007). Söz konusu demeçten alıntılar:
TÜRKÇE OLSAYDI!
"Din olayı, kırsal kesimin, varoşların ilgi alanı gibi bir ayrışma gözlemleniyor. ’Camiye bir tek kırsal kesimden, varoşlardan insanlar gider’ gibi algılanıyor. Ancak dini değerlerin toplumun her kesimi tarafından paylaşılması lazım."
"Bir yargı var. Mesela sanatçı umreye gidiyor. Haber oluyor. İçecek, içmeyecek diye soruluyor. Halbuki saygı duyulması lazım. İnancını kendine göre yerine getiriyor. Toplumun her kesimine doğru bilgi ulaşması gerekiyor."
(Özdemir İnce: Toplumun her kesimine bilgi Türkçe Kuran eğitimi ile ulaşır!)
"O kesimlere mevcut kadrolarla ulaşmak zor. Kadrolarımızın bilgi, görgülerini artırmaya çalışıyoruz. En azından üniversite mezunu olsun diyoruz. İmam-hatip kültürüyle bu olmaz. Ayrışmayı gören herkes ’homojen hale nasıl getirilir?’ diye düşünmeli. Mesela yüzde 4 olan üniversite mezunu yüzde 20’lere çıktı. Yüzde 100’e çıkması lazım."
"Çalışanlarımız hem sosyolog, hem psikolog hem sosyal antropolog olacak. Toplum içinde yaşıyorlar. Namaz kılmakla iş bitmiyor. Halkı, camiye geleni de tatmin etmemiz gerekir."
"Farklı sosyal kesimlerden insanlar, örneğin Etiler’den umreye gidiyorlar. Bu kesimlerin de din ihtiyaçları oluyor. Oraya ulaşmak lazım. Diyanet’in o noktaya gelmesi lazım. Bugünkü kırsal kesime yönelik söylemle oraya ulaşılmaz."
DİNİ TESLİM ETMEYİN
Yukarıya koyduğum itiraz notu dışında Devlet Bakanı Yazıcıoğlu’nun görüşlerine katılıyorum. Çözüm olarak da "Hem İhsan Doğramacı hem Ali Doğramacı’ya ilettim. Özel üniversiteler de ilahiyat fakülteleri açmalı" diyor.
Ancak ayrıldığım bir nokta var: Bilkent Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu imamlar sadece sosyete mahallelerine değil Türkiye’nin bütün köylerine gidebilmeli.
İş gelip Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na ve bu yasaya bağlı olarak kurulan imam-hatip liselerine dayanıyor. Siz iyi imam-hatip mezunlarını vali, kaymakam, savcı, öğretmen, avukat, mühendis yaparak toplumu İslamileştirmeyi hedeflerseniz, İslam dinini elifi görüp mertek sanan imam-hatiplere teslim edersiniz.
İTİRAFLARA TEŞEKKÜR
Öneri: İmam-hatip liselerini Robert Lisesi, Galatasaray Lisesi düzeyine çıkartın ve mezunlarının (bazılarını değil) hepsini özel üniversitelerde okutun. Sadece İlahiyat fakültelerinde değil, sosyoloji, felsefe, filoloji, edebiyat bölümlerinde okutun ve bunları Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun dediği gibi Diyanet İşleri hizmetlerinde kullanın. Ama siz işin tersini yapıyor, İHL’den militanlar mezun edip sivil meslekleri İslamileştirmek için yedi dereden su getiriyorsunuz. İtiraflar için teşekkürler Sayın Bakan!
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2007
İMAM hatip okul ve liselerinin, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na (TTK) yani Öğrenim Birliği Yasası’na (ÖBY) aykırı olarak yeni topraklar işgal etmesi, yıllardır sürmekte olan çok hesaplı bir komplo bağlamında değerlendirilmelidir. Amaç: Laik okul sayesinde laikleşen toplumu tekrar 1924 öncesine geriletmek. Bireyi ve toplumu teknoloji kullanan cemaat ve tarikat robotları haline getirmek. Politikleştikçe özgürleşen bireyi ve toplumu, hocaefendilerin kapısına bağlı müritler haline getirmek. 1924 öncesinin cahil köylülerinden çok daha tutucu bir diplomalı müritler kadrosu yaratmak. Bu etkin kadrolaşmayı Naşibendi-Nurcu-Fethullahçı cemaatte görüyoruz.
CUMHURİYET’TEN ÖNEMLİ
Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Cumhuriyet’in ilanından çok daha önemlidir. Çünkü TTK’nın da içinde bulunduğu devrim yasaları olmasaydı Cumhuriyet kesinlikle ayakta kalamazdı. TTK iğdiş edildiği için Cumhuriyet giderek iktidarsızlaşmaktadır.
TTK, iki tür insan ortaya çıkmasın, toplum ikiye bölünmesin, toplumun yapıları ve kadroları dinselleşmesin diye çıkartılmıştı. TTK’nın 25 yıl süren yoğun çaba sonucu yarattığı laik birey ve toplum, 57 yıldır ayağını bir tuzaktan kurtaramadan bir başka tuzağa basıyor. Bunun ağır sorumluları 1950’den bu yana ülkeyi yöneten ve yönlendirenlerdir. Bunların hepsi TTK’ya, laik düzene ve Cumhuriyet’e ihanet etmişlerdir ve ihaneti sürdürüyorlar.
HALKA HARCASAYDINIZ
1950’den bu yana sağcı iktidarların, tarikat ve cemaatlerin yönlendirdiği Anadolu insanı, topladığı paralarla binlerce cami ve yüzlerce imam hatip okulu yaptırdı. Bu birikimler bölgesel ve yerel sanayilere yönlendirilemez miydi? Toplanan paralar kalkınmayı sağlayacak sermayeye dönüştürülemez miydi? Toplanan paralarla topraksız tarım köylüsü üretim gücüne dönüştürülemez miydi? Halk neden topladığı paralarla imam hatip okulları yaptırmaya yönlendirildi, neden ihtiyaç fazlası imam hatip okulları açıldı? Yoksul halkın çocuklarını göndereceği başka okul olmadığı söyleniyor. Toplanan paralarla mevcut ortaokul ve liselere öğrenci yurtları yaptırılamaz mıydı? Halkın parası, halk yararına kullanılabilirdi.
HEDEF ARAP İSLAM’I
"Halk, çocuğunun dinini öğrenmesini istiyor!" safsatası bir bahane olamaz. 1950’den sonra ülkeyi yöneten sağcı iktidarlar, çocukların dinlerini yasal bir ortamda öğrenmesini kuşkusuz örgütleyebilirlerdi. Bu bilinçli olarak yapılmamış, aksine toplumun çocukları İHL ile iğfal edilmiştir; iğfal edilen çocuklar da Cumhuriyet ve devrimlerine yüz çevirmiştir. Hedef, toplumun Arap modeline göre İslamileştirilmesi olduğu için Türkiye topraklarına TTK’ya aykırı İHL tuzakları kurulmuş, mayınları döşenmiştir.
2007 yılının sonuna yaklaşırken artık oyunun son perdesi oynanıyor: "Cumhuriyet" ve "laiklik"ten arındırılmış yeni Anayasa’dan ve türbanın sancaklaştırılmasından sonra sıra İHL mezunlarına üniversite ve harp okullarının kapılarının açılmasına gelecektir.
Olacakları, felaketleri önlemenin bir tek yolu var: 3 Mart 1924 tarihli ve 430 sayısı TTK’nın yasal sınırları içinde "imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetiştirileceği okullar" açmak. Artık bu da yetmez, bütün imam ve hatiplerin Hıristiyan meslektaşları gibi çok ciddi yüksek öğrenim yapması gerek!.. (Yarın: "Sosyete İmamları"!)
Yazının Devamını Oku