23 Ocak 2011
TAHAR Bekri, benim çok yakın arkadaşım. Çok uzun yıllardır Paris’te yaşıyor. Şair, filozof ve 10. Paris Üniversitesi Nanterre’de öğretim üyesi. Elbette, Paris’te keyfinden yaşamıyor. Bir sürgün! Tunus’ta olanlar için remil atacağıma ya da yabancı basını özetleyeceğime, ona “Tunus’ta ne oluyor?” diye yazdım. Bana aşağıda okuyacağınız yazıyı gönderdi:
EĞİTİMLİLERİN ÇOĞU KADIN
“Kötülük yıllardır üst üste yığılmıştı. İktidarın akıl almaz vurgun düzeni kendini sürdürmek için 100 bin polise dayanıyordu. 10 milyonluk bir nüfusa 100 bin polis. İktidar partisinin 1 milyon üyesi kamusal hayatı felç ediyor, muhalefet partilerinin görevlerini yapmasını engelliyor, seçimlere fesat karıştırıyordu. Kuşkusuz belli bir ekonomik gelişme vardı ama ülkenin bütün bölgelerinde çoğu diplomalı işsizlerden geçilmiyordu. O genç bu nedenle kendini yaktı ve bu ilk kez olmuyordu. İktidar, sorunu çözmek yerine barışçı göstericilerin üzerine gerçek mermilerle ateş açtırdı. Sosyal ve ekonomik hak talepleri sonunda siyasal nitelik kazandı. Kısa zamanda kentler hareketlendi ve gerisini herkes biliyor. Ülkeyi 23 yıl demir yumrukla yöneten diktatör General Ben Ali yurtdışına kaçtı. Yüzde 92-96’sı eğitim-öğretim görmüş bir ülkedir Tunus. Eğitimlilerin çoğunluğunu da kadınlar oluşturur. Burgiba döneminin mirası olan aydın kadınlarımız Arap dünyasının en gelişmiş kitlesidir. 2 milyon internet kullanıcısı bu sayede dış dünya ile ilişki kurmuş, olan bitenden haberdar olmuştur.
‘Yasemin Devrimi’, gündelik ekmek ve toplumsal gereksinimlerin ötesinde, saygınlık ve özgürlük için verilen muhteşem bir savaşımın ürünüdür. Millet her gün yeni bir olgunluk örneği vermekte, intikam ve kin peşinde koşmamaktadır. Adalet ve saygı istemektedir. Halk, görevi halkı korumak olan ama topluma terör salan Başkanlık polis gücüne (10.000) karşı istemeye istemeye silahlanmaktadır. Bu satırları yazdığım sırada geçici hükümete seçilen dört yeni bakan halkın baskısıyla istifa etmek zorunda kaldı. Çünkü bunlar eski rejimin kalıntılarıydı. Halkın sabırsızlığı öylesine yoğun ki yeni bir Anayasa önermek, yeni genel seçimleri hazırlamak, siyasal partileri meşrulaştırmak, siyasal mahkûmları özgürlüklerine kavuşturmak için altı ay çok uzun geliyor.”
HALK, PARTİLERDEN OLGUN
“Bu devrimci ortam içinde, halkın yurttaşlık bilinci, herhangi bir iktidar deneyiminden yoksun öteki siyasal partilere göre çok daha olgun ve örgütlü görünüyor. Tunus’un demokrasi mücadelesinde sendikalar çok önemli bir rol oynamakta. 1990’dan bu yana yasadışı olan ve Müslüman Kardeşler’e yakın duran Nahda (Rönesans) Partisi hiç kuşkusuz ilk seçimlere katılacak. Peki laik partileri yenilgiye uğratabilecek mi? Bu zıtlaşmanın Tunus toplumunda çok köklü olduğu söylenebilir. Ancak halk şu anda özgürlüğün tadını çıkarmak, korkudan arınmış ifade özgürlüğünü kullanmak, sansürsüz medyaya sahip olmak istiyor, sürgünlerin geri dönmesini bekliyor.”
LAİKLER BİRLEŞEBİLECEK Mİ
Dostum Tahar Bekri, İslamcı, Müslüman Kardeşler kökenli Nahda Partisi’nin temsil ettiği tehlikeye bu kısa iletisinde değinmiyor. Bir diktatörlükten kurtulan Tunus acaba teokratik bir diktatörlüğün pençesine mi düşecek? Laik partiler İslamcı Nahda karşısında birleşebilecek mi?
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2011
SAADET Partisi Genel Başkan Yardımcısı Şevket Kazan “Muhteşem Yüzyıl” dizisiyle ilgili olarak, “Ömrü savaşlarda, seferlerde geçmiş bir padişahı harem ve Hürrem’le anlatmak ona yapılacak en büyük hakarettir” diye buyurmuş. Birader, işbölümü diye bir şey var: Sizinkiler de savaş ve seferlerini anlatan bir dizi zafername çeksinler. Komedi devam ediyor. Diyanet-Sen Başkanı Mehmet Bayraktutar da geri duracak değil ya. O da, “Osmanlı’yı karalamaya ve er meydanında ölen Kanuni Sultan Süleyman’ı şehvet düşkünü göstermeye kimsenin hakkı yok. Dizi yayından kaldırılmalı” deyivermiş. (Vatan, 14.01.11)
“Emrin olur hoca! Ancak sabırla bekle, bakalım, dizinin sonunda Sultan Süleyman er meydanında mı ölecek yoksa haremde, Hürrem’in koynunda mı?”
Bu adamlar insanı mizahçı bile ederler. Şehvet düşkünü olmanın neresi ayıp? Kutsal Kuran (Bakara, 223) “Kadınlar sizin tarlalarınızdır, dilediğiniz gibi sürün!” demiyor mu?
SEYİRCİ KARAR VERİR
TRT Televizyonu’nu kuran kadronun Program ve Yayın Planlama Müdürü olarak, bir dizi filmin nasıl yapıldığını ve ne anlama geldiğini, tarih belgeseli olmadığını tartışmacıların, yazıcıların hepsinden çok
daha iyi bilirim.
Liberal-kapitalist bir ülkede herhangi bir diziyi nasıl yaptırıp yayına sokacağına yapımcı firma dışında kimse karar veremez. Dizinin sürüp sürmeyeceğine ise seyirci karar verir. Bu özgür bakış açısı içinde, estetik bakımdan dünyanın en berbat ürünü de olsa, “Muhteşem Yüzyıl”ı savunurum. Ve bu cümleyi yazdıktan sonra, tarihsel gerçekler açısından diziye karşı çıkanlara da birkaç soru sorarım:
İSYAN ETTİREN VERGİLER
- Kanuni Süleyman’ın Fransız devletine kapitülasyon hakkı vermesi, 1538’den sonra imparatorluk ekonomisini ve toplumsal hayatını altüst etmiş ve yüzyıllar sürecek bir kaosa yol açmıştır. Halkını seven bir hükümdar böylesine sorumsuz davranabilir mi?
- Kanuni Süleyman tahta geçtiği sırada devletin hazinesi boş gibi bir şeydi. Boş hazine ile sefere çıkması mümkün değildi. Hazine gelirini arttırmak için, illere “il yazıcıları” çıkartarak vergileri yeniden düzenlemek istedi. Bu girişim imparatorluğun dört bir tarafında isyanlara yol açtı. Bu isyanlar daha sonra Celali İsyanları’nı körükledi. Kanuni de aralarında olmak üzere Osmanlı sultanlarının yaptığı fetihler, dönüş bileti önceden alınmış vurgun yolculukları değil miydi?
- Kanuni Süleyman’ın saltanat döneminde Anadolu halkı kaç yıl huzur içinde yaşamış ve refah ile tanışma fırsatı bulmuştur?
SEFERE ÇIKACAĞINA SEVİŞSEYDİ
- Bu sorularımı yanıtlamadan önce Prof. Dr. Mustafa Akdağ’ın “Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi”ni (Cem Yayınları, 1974) çok iyi okuyun. (Bu talimat sayın okurlarla ilgili değildir). Özellikle de ikinci cildin “Toplumsal Bunalım” (s. 457-474) başlıklı bölümünü. O zaman hiç kuşkum yok, “Sultan Süleyman sefere çıkacağına haremde sabah-akşam Hürrem’le sevişseydi!” diyebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2011
“MUHTEŞEM Yüzyıl” ve “Muhteşem Süleyman ve şürekâsı” hakkında konuşanların çoğu sanal bir falaka hak ediyor ama neyse! Özellikle de Osmanlı’yı ve düzenini zemzemle yıkayan milliyetçi ve İslamcı yobaz tayfası. Bir de Osmanlı ailesinin kalıntılarına bir sözümüz var: Osmanlı’nın saltanat boyunca yaptığı azgınlık ve borcun altından kalkamazlar! KENDİ ‘MUHTEŞEM’ AMA
Şu cümleyi çok dikkatle okuyalım:
“1564’te Anadolu’da büyük bir kıtlık çıktığı görülüyor. Çeşme’den yollanan bir arzda, açlığın dehşetinden bahsolunurken, halkın ekserisinin ‘ot otladıkları’ kaydolunmuştur.”
Bu cümleyi Prof. Dr. Mustafa Akdağ’ın “Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası” (Bilgi Yayınevi, 1975) adlı şaheserinin 78. sayfasından aktardım. Aynı sayfanın dipnotunda o cümlenin asıl kaynağını verir: “Müh. 6, s. 435”. “Müh”, “Mühimme Defteri” demektir ki Başbakanlık Arşivi’nde bulunur. Yazarın doçentlik tezi olarak kaleme aldığı “Celalî İsyanları” sözünü ettiğim kitabın ilk halidir.
“Muhteşem” Süleyman yani I. Süleyman, 1495 yılında doğdu, 1520 yılında tahta geçti ve 1566 yılında öldü. Demek ki XVI. yüzyılın 46 yılında saltanat sürmüş. Unutulmasın: XVI. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun (sanılanın tersine) çökmeye başladığı bir yüzyıldır. Bir ülkenin, bir devletin gerçek tarihinin toplumsal ve ekonomi tarihi olduğunu bilenler bu cümleme kesinlikle karşı çıkmazlar. Buyursunlar, adını verdiğim kitap ile aynı yazarın (Prof. Dr. Mustafa Akdağ) “Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi” (Cem Yayınları, 1974) adlı kitabını okusunlar. Bu arada Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın kitaplarını okumak da kör gözleri açar.
HALK OT YİYORDU
I. Süleyman’ın kendisi belki “Muhteşem” idi ama, devr-i saltanatı tam anlamıyla bir sefaletti. Özellikle Anadolu halkı sefildi. Halkın kırlarda hayvanlar gibi ot yediğini bildiren dilekçe 1564 yılında yazılmış. I. Süleyman 1566 yılında ölmüş. Halk hangi hükümdar zamanında ot yemiş?! Yok muhteşemmiş de, yok atalarımızmış da, yok atalarına kötü laf ettirmezlermiş de! Halkına ot yedirten ataya “Muhteşem” ya da “Kanunî” denilemez! Gerçek Halk’ın atası Osmanlı değil, kırsalda hayvanlar gibi ot yemek zorunda kalan yoksul insanlardır.
Osmanlı tarihine bir kez de “iktisadî ve içtimaî” açıdan bakın adama benzer bir tek hükümdar bulamazsınız.
XVI. yüzyıl toplumsal ve ekonomik tarihini inceleyenler hemen dört sözcükle karşılaşırlar: 1. Celali İsyanları (ki XVII. yüzyılda alır başını gider). 2. “Çiftbozan” reaya, ki köylerini bırakıp kentlere yığılan işsiz-güçsüz takımına denir. 3. Suhte (softa, medrese öğrencisi). İşsiz kaldıkları için eşkıyaya dönüşmüştür. 4. Levendat yani leventler. Çiftbozanlar ile suhte takımının oluşturduğu şerir ve cani takımı.
“Kanunî Süleyman’ın Fransa hükümetine verdiği kapitülasyonun şartları, Akdeniz’deki serbest Türk korsanlığını zorlamış olacak ki, bu yoldan yeteri kadar geçim sağlayamayan ‘gemi levendleri’ Ege kıyılarındaki köylere baskın yapıp, birçok para ve mal yağmasına, hatta, Hıristiyan olanlardan tutabildiklerini götürüp, memleketin uzak pazarlarında satmaya başlamışlardı.” (s. 100) (Gerisi yarına.)
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2011
İKİ sözcük yan yana çok hoş duruyor değil mi? Kimileri öyle sanabilir. Demokrasi İslam’a referans ve gösterge olabilir, olmalıdır ama İslamcılar böyle bir ilişkiyi kesinlikle istemezler. Sadece kendileri için demokrasi isterler, başkalarının canı cehenneme.
İslam’ın demokrasiye referans ve gösterge olmasına gelince, hiçbir din demokrasiye referans ve gösterge olamaz. Hıristiyan demokrat partiler mi? “Hıristiyan demokrat” sadece partinin adı, ama partinin referansı ve göstergesi değil. Kesinlikle!
İŞTE BİRKAÇ ANITDurup dururken kuru deriden bal mı çıkarmak istiyorum. Hayır, çünkü kuru deriden bal çıkmaz. Ama geçen hafta yaşadığımız, tanık olduğumuz birkaç olay, İslamcı zihniyetin neden demokrasi ile başının hoş olmadığını iyice kanıtladı:
- Said-i Nursî ile ilgili Hür Adam adlı film.
Bu filmle ilgili herhangi bir şey yazmayacağım. Ancak şunu söyleyeceğim: Cumhuriyetçi laik kitle filme karşı herhangi bir şiddet tepkisi göstermedi. Laik-cumhuriyetçi açıdan yapılacak bir Said-i Nursî filmine Nurcular ve İslamcılar aynı olgunlukla katlanabilir mi? Yoksa filmi gösteren sinemayı ve televizyonu taşlarlar mı? Bence yürüyüşlü gösteri yaparlar, taşlarlar ve gösterimin yasaklanmasını isterler.
- “Muhteşem Yüzyıl”. Dizi filmle ilgili düşüncelerimi 11 Ocak Salı günkü yazımda yayımladım. I. “Muhteşem” Süleyman, tarihsel gerçeğin Süleyman’ı değilmiş. “Hür Adam” Said-i Nursî’nin de tarihteki Said ile herhangi bir ilişkisi yok. Filmde bir mehdiye dönüştürülen Said gerçekte tam anlamıyla bir meczup. “Muhteşem Yüzyıl”ın Süleyman’ını beğenmeyenlerin yapacakları epeyce şey var: Örneğin filmi yapıp üreten firma ile iş yapmamak, filmi gösteren televizyona reklam vermemek ve onu seyretmemek. En doğrusu ise filmin İslamcı-milliyetçi versiyonunu yapmak. Ama kesinlikle kıyama kalkışmak, düşüncelerini özgürce ifade eden bir kadroyu tehdit etmek değil.
45 SANTİMDEN ZİNA- Büyük sanatçı Mehmet Aksoy’un Kars’a yaptığı “İnsanlık Anıtı” adlı anıt-heykel: Mehmet Aksoy, bir şair, bir romancı, bir besteci, bir oyun yazarı gibi, kendine özgü bir malzeme kullanarak bir estetik düşünceyi dile getiriyor. Bu anıt-heykel hakkında sadece öteki heykeltıraşlar, sanat eleştirmenleri söz söylemek hakkına sahiptir. Rodin’in Düşünen Adam’ının bir estetik mesaj iletmesi gibi Kars’taki anıt da bir düşünceyi dile getiriyor. Mehmet Aksoy bu mesajın barış, dostluk ve kardeşlik olduğunu söylüyor. Bakılsın bakalım, sanatçı meramını iyi anlatabilmiş mi? Elbette bunu dağdaki çobana(!) soracak değiliz.
- “Biz pişman olmayız”: Hizbullah’ın tahliye piyangosunu kazanan askeri kanat sorumlusu Hacı İnan, bir soruyu yanıtlarken “Neden pişman olacağız ki? Biz Müslüman’ız, İslam’da pişman olunmaz ki!” demiş. Demek ki Hacı İnan’ın İslam’ı hırsızlara, katillere, müfterilere, ırz düşmanlarına pişman olma hakkı tanımıyor(muş). Müminlerini “pişmanlık” hak ve erdeminden yoksun bırakan dine din mi yoksa safsata mı denir?
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2011
DAHA geniş anlamda kullanılsa da “diyet”, “kan borcu” demektir, ki çok ağır bir borçtur. Bu bağlamda, ne bizzat Galatasaray’ın ne de Galatasaraylının herhangi bir diyeti olabilir. Konumuz, “Ali Sami Yen Spor Kompleksi T(ürk) T(elekom) Arena” dedikleri şey. “Arena” sözcüğünün mide bulandırıcı bir özenti olduğunu da unutalım!
ALKIŞLAR DA, AĞLAR DA
Bir takımın taraftarı olmak hiçbir şeye benzemez. İnsan sevgilisini bırakabilir, karısından ayrılabilir, siyasal görüşünü ve partisini değiştirebilir, cinsiyet değiştirebilir ama taraftarı olduğu spor kulübünü değiştir(e)mez. Arada bir değiştirenlerin olduğunu duyuyorum. Üzerinde durmaya değmez. Bir takımın taraftar kitlesi kozmopolittir: Bir patron ve işçisi, bir faşist ve onun baş düşmanı komünist aynı takımı tutabilir. Taraftarlığın dini ve ırkı yoktur. Hepsi birden Galatasaraylı, Fenerli, Beşiktaşlı olabilir. Sünni Müslüman olan taraftar Camiye, Alevi Cemevi’ne, Hıristiyan Kilise’ye, Yahudi Sigagog’a gider. Kendi partisine oy verir. Ama stadyumda yan yana oturur. Kendi takımını alkışlar ve onun için ağlar!
15 OCAK’TA YAŞANANLAR
Sözü şuraya getirmek istiyorum: 15 Ocak 2011 Cumartesi günü yeni Ali Sami Yen’in açılış töreninde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın stada girişinin anons edilmesine seyirciler ıslıkla tepki gösterdi. Ardından, Başkan Adnan Polat ve öteki konuşmacıların Başbakan Erdoğan’ın adını ballandırarak her anışında seyirci tepkisini arttırarak ıslıklamayı sürdürdü. Derken, TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar’ın Galatasaray’ın merhum başkanı Özhan Canaydın’ı “Acz içindeki kulüp başkanı” olarak tanımlaması üzerine protestolar şiddetlendi. (Cumhuriyet, 15.01.11) Bunun üzerine Başbakan Erdoğan stadı terk etti.
Bu konuda iki ilginç yorum var. Adnan Polat: “Stadı yaparken, her safhasında yardımcı olan Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan’dır. Kendisine teşekkür ediyoruz. Sağ olsun, var olsun!” Gençlik ve Spor Genel Müdürü Yunus Akgül: “Yaşananlar organize. G. Saray taraftarı bu kadar nankör olamaz!”
‘NANKÖR’LÜ HAKARET
Tribünlerdeki Galatasaraylıların tepkisinin kaynağını bu iki cümle tercüme edip dile getiriyor. Galatasaray tarafları aylardır Başbakan’a çekilen yağlar ve şükran törenlerinden bıkmış durumdaydı. Başbakan yeni Ali Sami Yen’in yapım masraflarını kendi cebinden ödememişti. Zeki ve kültürlü Galatasaray taraftarı yavaş yavaş kendisinin politik olarak satıldığını hissetmeye başladı. İsyan sınırına geldi. Bu duyguya, Ali Sami Yen’e ve rahmetli Özhan Canaydın’a hakaret edildiği duygusu eklendi. Tepki bu “satılmış olma duygusu”na karşı isyandan kaynaklanıyor. Sonunda, Ömer Seyfettin’in öyküsünde olan oldu ve Galatasaraylı diyet borcu kolu kesip attı. Ayrıca Başbakan’ın stadyumu terk etmesi bir yana, ertesi gün, öfkeye kapılıp taraftarı “nankör” olmakla suçlaması Galatasaray’a yapılmış büyük bir hakarettir. Galatasaraylı iyiliğin değerini bilir ama başına kakılmasına katlanamaz. Şükran duyar ama satılmaz. Şükran zarif bir duygudur, erdemdir ama esaret kemeri değildir!
Unutulmasın ki İkinci Dünya Savaşı’nı kazanan Winston Churchill, savaşın ardından yapılan ilk seçimde muhalefete yenilmişti. Öfkeyle kükreyen Başbakan’ın davranışı hoşgörü ve demokrasi ile asla bağdaşmaz! “Bu” Adnan Polat da ilk seçimde başkanlığa veda edebilir.
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2011
25-26 Şubat 2011 günlerinde İzmir’de yapılacak olan “Hasan Âli Yücel Sempozyumu” için içimi acıtan bir bildiri yazdım. Yaram bir kez daha kanadı. Hasan Âli Yücel, Köy Enstitüleri projesi ve uygulamalarıyla toprak ağalarının, mütegallibenin, karşı devrimcilerin hedef tahtası olmuştu. CHP içinden ve Demokrat Parti saflarından üzerine benzeri görülmemiş bir kin ve nefret saldırısı başladı.
Hasan Âli Yücel 28 Aralık 1938 günü Milli Eğitim Bakanı olmuştu. 5 Ağustos 1946 günü istifa ederek bu görevden ayrıldı. Komünist olmakla, komünistleri korumakla suçlandığı için bakanlıktan istifa etmişti. 1947 yılında, Demokrat Parti İl Başkanı Kenan Öner’i mahkemeye verdi. Üç yıl süren dava sırasında sanık Kenan Öner’in ve onun milliyetçi-Turancı-kafatasçı tanıklarının sanki kendisi sanıkmış gibi saldırılarına hedef oldu. Sanık ve tanıkların ırkçı ve antikomünist saldırılarına tek başına göğüs gerdi. Asla komünist olmamıştı!
AKP’NİN BAŞLANGICI!
Hasan Âli Yücel, Cumhuriyet Devrimi’nin Karşı Devrim karşısında verdiği ilk kurbandır. AKP’yi iktidara getiren süreç Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı’ndan istifa etmesiyle başlamıştır. Bu iddianın ipuçları 1 Aralık 1947 günü başlayan, CHP 7. Büyük Kurultayı’nda görülür. “Görüşmeler, daha önce kurulmuş olan Program Komisyonu’nun hazırladığı taslak üzerinden yapılacaktı. Önce Komisyon’un taslak için bir gerekçe niteliği taşıyan raporu okundu. Bu raporda, II. Dünya Savaşı’ndan sonra açılan yeni dönemin ortaya çıkardığı siyasal, ekonomik ve toplumsal gereksinmelerinin göz önüne alındığı belirtiliyordu. Ayrıca, CHP’nin dinamik bir kuruluş olduğu, bu nedenle ‘donmuş fikirler ve prensipler’den, soyut dogmalardan kaçınıldığı, gerçekçi olunduğu yazılıydı. Programın ana ilkeler bölümünde, bu nedenle ‘milliyetçilik, devrimcilik, laiklik umdeleri yeniden tarif edilmiştir’ denilmekteydi.” (Çetin Yetkin, “Karşıdevrim, 1945-1950, s. 401 ve sonrası)
BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR
Rize delegesi Dr. Fahri Kurtuluş ve Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi CHP’nin karşı devrimcileri utanç verici konuşmalar yaptılar, yapılan devrim ve uygulamaları neredeyse komünistlikle suçladılar. Bu kurultaydan sonra imam hatip okullarının kapısı açıldı ve Köy Enstitüleri’nin kazanı kaynamaya başladı. Behçet Kemal Çağlar’ın 7. Büyük Kurultay’da yaptığı konuşma ve kurultayın bütün tutanakları günümüz CHP yöneticileri tarafından mutlaka okunmalıdır. Çünkü günümüz için alınacak onlarca dersler var:
“Bir kere şurasını açıkça belirtmeliyiz: Memlekette böyle temayüller farzı mahal ekseriyete hâkimse, Parti’nin bugünkü durumunu kurtarmaktansa memleketin yarınını kurtarmak için bu kurtarıcı prensiplerimize sımsıkı sarılmalıyız. Ahdine sadık ve şerefli, ekalliyette (azınlıkta) kalmak hepimizin tereddütsüz tercih edeceği tek yoldur.// Taassup, şehirlerin Sünnî ve Hanefî mahdut kalabalıklarında varsa vardır. // Veyl o gafillere ki kendi batıl zanlarını çok anlayışlı, çok görgülü bir milletin mutlak arzusu zan etmektedirler: Biz hepimiz Atatürk’ün çocuklarıyız. Kurtarıcı devrimleri beklemek için yaşıyoruz. Hayatımızın başka bir hikmeti yoktur” (s. 415)
Hamdullah Suphi Tanrıöver 1950 ve 1954’te Demokrat Parti’den milletvekili seçildi.
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2011
FAHMY Howeidy çok iyi tanıdığım ve hiç sevmediğim Arap aydın tiplerinden biri, ki çoğu Mısır’da bulunur. Siz bizim İslamcıların Fehmi Hüveydi dediklerine bakmayın, Araplar Fahmi Hovaydi der. Peki kim bu zat, kendisini neden yazı konusu yapıyorum? Şenay Yıldız’ın yapıp Akşam Gazetesi’nde (06.01.11) yayımlanan söyleşisinin “Başlarken” bölümünü okurken, içimden “Al sana bir tane daha!” dedim.
Fahmi Hovaydi, İran İslam devriminden sonra Tahran’a giderek Humeyni’yi ilk tebrik eden gazeteci. Irak ve Afganistan konularında kitaplar yazmış. Toplam 17 kitap.
Son yıllarda, yazılarına sansür uygulandığı için, 2008 yılında El Ahram Gazetesi’nden istifa etmiş. El Ahram Mısır devlet ve hükümetinin epeyce resmi gazetesi. Orada açık açık laik düşünceyi savunan bir yazara yer verilmez. Ama ağır İslamcı, Müslüman Kardeşler kafalı kimseler yer alabilir.
“Al sana bir daha!” diye içimden geçirirken bunları düşündüm.
ÖZDEMİR, MÜSLÜMAN ADI MI!
Fahmi Hovaydi’yi Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü davet etmiş. Conrad Oteli’nde kalıyormuş. Bendeniz de Mısır’a “şair ve edebiyatçı” olarak üç kez davet edildim. Mart ayında Kahire’ye bir kez daha gideceğim. Özellikle ikincisinden hiç de iyi anılarım yoktur. Her seferinde adımın Özdemir olmasından dolayı sorgulandım: Müslüman mıyım, değil miyim? Özdemir, Müslüman adı değilmiş.
Fahmi Hovaydi’nin çalışmış olduğu El Ahram Gazetesi’nde dostlarım bile var, ama hiç kimse benim Mısır hakkındaki düşüncelerimi sorup bir söyleşi halinde yayınlanmayı düşünmedi. Çünkü yayınlanamayacağını biliyorlardı. Bütün sorularını “Önce laik bir düzene geçin, işleriniz kolaylaşır!” diye yanıtlardım. Bunu da biliyorlar(dı).
NEO OSMANLI, KIZDIRMIŞ
Akşam Gazetesi (08.01.11) yazarı Hüsnü Mahalli, Fahmi Hovaydi’yi tipik bir Mısırlı aydın ve “İslamcı ve katı bir antilaik” olarak tanımlıyor. Söyleyişi yapan Şenay Yıldız, merak edip Hüsnü Mahalli’ye muhatabının kim olduğunu sorsaydı, daha yararlı bir söyleşi yapabilirdi.
Ama gene de iyi, çünkü bir Mısırlı İslamcı ve laiklik düşmanı bir gazete yazarının ağzından, Türkiye’de bazı çevrelerin ağzının suyu akarak kullandıkları “Yeni Osmanlı Düzeni” kavramının yani Neo Osmanlıcılık’ın insanları nasıl kızdırdığını duymuş olduk.
Osmanlı döneminde Osmanlı-Arap ilişkisini zırnık kadar bilenlerin, Arapların bu deyime, bu kavrama yüzlerini buruşturup dudak bükeceklerini bilmeleri gerekirdi. Sadece Araplar mı? Neo Osmanlıcılık’ı duyan Balkan insanları adamı hemen kapı dışarı eder.
SADECE BU CÜMLE İÇİN Mİ!
Fahmi Hovaydi, “Laiklik Türkiye’de din oldu. İlahı da var, peygamberleri de var. Biz demokrasiyi kabul ederiz ama bizim dinimiz İslam’dır. Biz İslam’a saygılı bir demokrasi istiyoruz!” diyor ve ekliyor: “Bu ülkede bazı şeylerin çok hassas olduğunu biliyorum. Biliyorsunuz, bu ülkede Mustafa Kemal Allah gibi. Dini eleştirebilirsiniz ama laikliği eleştiremezsiniz” de diyor.
Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün Fahmi Hovaydi’yi davet etmesinin nedenini anladınız mı? Sadece bu cümleyi söyletmek olamaz mı?
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2011
9 NİSAN 2008 günü, Mustafa Yıldırım’ın “Meczup Yaratmak” (Ulus Dağı Yayınları) adlı kitabına dayanarak, “Mehdi Yaratma Sanatı ve Kullanım Kılavuzu” başlıklı bir yazı yayımlamıştım. Amacım, Said Nursî olayının gerisindeki hurafelere ve safsatalara dikkatleri çekmekti. Yazı nurcuları öfkelendirip telaşlandırdı. Telaşlanmanın gereği yoktu aslında: Olan olmuş, bu safsatayı (“efsane” demiyorum) artık tersine çevirmek olanaksız.
Safsataya dayanak olarak, yazımda, birkaç örnek göstermiştim:
“İki düş görerek önemli görevler üstlenen Said-i Kürdi, kendi anlatımına göre ilk kerametini Bitlis yolunda gösterir: Elleri kelepçelidir. Abdest almak ister kelepçeler kendiliğinden açılır. (s. 19)”
HEM HAPİSTE, HEM DIŞARDA
Said Nursî safsatasının mimarlarından Süleyman Şahiner’in “Hatıralarda Bediüzzaman” adlı göz boyama kitabını bulup okuyamadım. Kitapta, Said Nursî’nin elinde çay bardağı ile Barla’daki evinin önündeki çınar ağacına ellerini kullanmadan çıktığı yazıyormuş.
Ama bir başka mehdi ya da meczup yaratma kitabını okudum yazarın: “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî” (Nesil Yayınları, 58. baskı).
Kitapta yer alan safsatalardan örnekler:
- Kürdistan Devleti kurmayı kabul etmez. (s. 221)
- 1921 yılında, “Ya rabbi senin askerin çoktur. Bu melunlara fırsat verme” diye yakarır. Bu yakarı üzerine bir maymun Yunan kralını ısırarak öldürür. (s. 228)
- Gemici Mehmet keklik avlamak ister. Said Nursî engel olur. Bunun üzerine bir keklik sürüsü saatlerce başlarının üzerinden ayrılmaz. Şükran mahiyetinde! (s. 279)
- Savcılar mapusane damında olması gereken Bediüzzaman’ı çarşıda pazarda dolaşırken görürler. Ama o hem hapishanede yatmakta hem de çarşıda pazarda dolaşmaktadır. Aynı anda iki yerde birden olabilmektedir. (s. 313, 336)
- “Eskişehir hapsinde tifo aşısı diye sol meme üzerinden zehir şırınga ediyorlar. Vücut zehri tecrit ediyor. Orası sertleşmiş kalmıştı. Zamanla zehir yavaş yavaş balmumu şeklini almış, bir defasında da kopmuştu. Parçasını ayırmış, saklamış. Bir gün ziyaretine gittiğimde ‘Bak’ dedi. O parçayı sol göğsünün üzerinde çukurluğa koyuyor. Tam oraya koyuyor. Zehirlediklerini ispat ediyor.” (s. 352)
TEK TANIĞI KENDİSİ
Bu türden safsataların tanıkları nedense hep doktorlar, yüzbaşılar, albaylar, binbaşılar oluyor.
Said Nursî tam anlamıyla bir megaloman ve mitoman. Valileri, kaymakamları, devlet görevlilerini durmadan paylıyor. Örneğin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’a “Bu sarık bu başla beraber çıkar!” (s. 336) diye meydan okur. Ancak meydan okumalarının, mucize gösterilerinin kendisinden başka tanığı yoktur. Bütün mucizeler ve kabadayılık gösterileri kendi sözlerine dayanır. Düşlerinde geleceği görür, düşlerinde Allah ve Peygamberi ile konuşur. İster inan ister inanma! Ben ne yazarsam yazayım, mürekkep yalamışlar, diplomalılar da aralarında olmak üzere ona birçok inanan var.
Anladığım kadarıyla “Hür Adam” filmi Cemal Kutay, Necmettin Şahiner, Rohat ve Şerif Mardin gibi safsata tüccarlarının kitaplarına dayanıyor.
Yazının Devamını Oku