Özdemir İnce

Heykel sanatı üzerine

12 Ocak 2011
1960’larda Fransa Devlet Başkanı olan General Charles de Gaulle ile Kültür Bakanı büyük yazar André Malraux birlikte bir müze ziyaretine gitmişler. Resmi bir iş. Birlikte müzenin resim bölümünü geziyorlar. General de Gaulle, André Malraux’nun kulağına eğilip: - Sayın Bakan bakınız şu Gaugin’deki renk armonisine, demiş bilgiççe. André Malraux:
- Sayın Başkanım o Gaugin değil Raul Dufy, diye yanıtlamış.
General de Gaulle bozulmuş ama bozuntuya vermemiş. Ve:
- Bakınız Sayın Bakan, şu Degas’daki kadın bedenleri ne kadar görkemli, demiş.
- Sayın Başkanım, o Degas değil, Monet, diye yanıtlamış André Malraux.
General de Gaulle iyice bozulmuş ama sabredip taşı gediğine oturtmak istemiş. Beklemiş ve aradığını bulmuş.
- Monsieur Malraux, demiş, bu sefer doğru bildim, karşımdaki tablo Pablo Picasso’nun.
- Maalesef yanıldınız diye yanıtlamış André Malraux, karşınızdaki bir Picasso değil bir ayna!
SARTRE, FRANSA’DIR
General Charles de Gaulle’ün karikatürü Picasso’nun soyut resimleri gibi çizilir(di). Charles de Gaulle ile André Malraux arasındaki geçtiği iddia edilen konuşma kuşkusuz yakıştırma. General de Gaulle’ün konuşma tarzı ve yazısı yüksek bir üsluba sahipti. Fransız sanatçılarına ve yazarlarına karşı derin bir saygısı vardı. 68 olayları sırasında, Jean Paul Sartre’ı tutuklamaya kalkışan bir savcıyı ya da bakanı şöyle uyarması pek ünlüdür:
- Monsieur Sartre, Fransa’dır sayın bakan, ona dokunulamaz.
Bizde ise bakanlar, emniyet müdürleri, belediye başkanları sanatçılara, yazarlara yakından dokunarak kendi kof otoritelerini kanıtlarlar.
Vakti zamanında, Ankara Belediye Başkanı “Böyle bir sanatın içine tükürdü” idi. Gene bir belediye başkanı, İstanbul’unki, parklardaki heykelleri günah diye devşirmişti. Bir Cumhurbaşkanı paşa ise mustehcen diye sergiden resim kaldırtmış idi.
Günümüzde ise Başbakan, Kars’a dikilmeye çalışılan bir görkemli heykeli “ucube” olarak tanımladı. Ancak Bülent Ecevit, bir Rumen heykeltıraş olan Constantin Brancuşi üzerine inceleme yazmış idi.
YIKMAK TALİBAN’LIK
İktidar ileri gelenleri ve goygoycuları  ve belki yeni Kars Belediye Başkanı bilmiyordurlar ama söz konusu heykeli yapan Mehmet Aksoy sadece Türkiye’de değil bütün dünyada günümüzün en büyük heykeltıraşlarından biridir. Heykeli tıraş edene değil, heykeli yontarak yapan kimseye heykeltıraş denir. Ismarlayan ve yaptıran Kars Belediyesi olsa bile, heykeltıraşın emeğinin karşılığını para olarak Mehmet Aksoy’a ödenmiş olsa bile, heykelin ebedi telif hakları Mehmet Aksoy’a aittir. Park yapmak bahanesiyle olsa bile o heykeli kimse yıkamaz. Birisi gelip tamamlayıncaya kadar bu haliyle yarım kalır.
AKP’li Belediye Başkanı’nın yıkıcı tavrı AKP için yüz karasıdır. Aralarında heykel sanatından anlayan kimse yok mu? Başbakan heykeli bir “ucube” sansa bile bütün suç Kars’ın AKP’li Belediye Başkanı’na ait.
Mehmet Aksoy, “Heykeli yıktırırlarsa Taliban’a dönerler!” demiş. Yıkmayı düşünmek bile insanı Taliban yapar! Ve dünya başına yıkılır. Denemesi bedava!
Yazının Devamını Oku

Daire dair saçmalık

11 Ocak 2011
SADECE ilkel zihinler sanat yapıtı ile gerçek hayatı birbirine karıştırırlar. Sanat yapıtının evreni ile gerçeklerin dünyasının hiçbir kesişme noktası, çizgisi, eğrisi yoktur. Sanat yapıtının gerçek hayatta sadece nesnel bağlılaşığı (objectif corrélatif) olabilir. Karşılığı yoktur. Yani döviz bürosundan dolar alır gibi sanat yapıtını yatırıp karşılığında hayat alamazsınız. TRT Televizyonu’nda çalıştığım yıllarda böyle saçmalıklar karşımıza çıkardı. Diyelim ki bir filmde bir avukat kocasından boşanmak isteyen bir tazeye sulandı. Herhangi bir baro üstüne alınır, “Bir avukat bir müvekkilesine tacizde bulunmaz!” diye protesto ederdi.
Şu bin bir kılığa giren Neron’u, şu Napoleon’u, Kraliçe Elisabeth’i düşünelim: Sanki İtalyanlarda, Fransızlarda, İngilizlerde haysiyet-i milliye yok.
Param olsa inadına Deli İbrahim filmi yaptırırdım. Fransızlara kapitülasyon hakkı vererek Osmanlı’yı batıran “Muhteşem” denen
I. Süleyman değil miydi?
YAPIMCILARA BİRKAÇ KONU
Dizi yapımcılarına Osmanlı tarihinden (amme menfaati icabından olarak) birkaç konu vereceğim, ilgilenirlerse senaryo yazımına katkıda bulunabilirim:
- I. Süleyman, mahdumu Şehzade Mustafa’yı öldürttüğü için kurşuna dizilebilir.
- III. Murad, III. Mehmed ve Deli İbrahim aşırı kadın düşkünü idi.
- I. “Kanuni” Süleyman ile IV. Murad aşırı mahbubperest idi.
- I. Beyazıd, I. Süleyman, II. Selim, IV. Murad, Abdülmecid, V. Murad ayyaş denilecek kadar içki düşkünü idi.
- I. Mustafa doğuşundan tımarhanelik mecnun idi.
- Kardeşlerini öldürten padişahlar: II. Murad, Yavuz Selim, III. Murad (19 kardeşini boğdurtarak alanında rekor kırdı).
- Oğlunu öldürten: I. “Kanuni” Süleyman, III. Mehmed. (Reşat Ekrem Koçu, “Osmanlı Tarihinin Panoraması”, Ak Kitabevi, 1964; s. 18-22))
4 YAŞINDAKİ DUL SULTAN
- Sultan İbrahim’in kızı 1642 yılında doğdu. Üç yaşındayken Derya Kaptanı Muhasip Yusuf Paşa’ya verildi. Çok görkemli törenlerle Topkapı Sarayı’ndan Yusuf Paşa’ya tahsis edilen saraya götürüldü (1645). Fakat, Yusuf Paşa bir yıl sonra Sultan İbrahim tarafından öldürüldüğünden 4 yaşındaki Fatma Sultan dul kaldı (1646). Aynı yıl, kaptan-ı derya olan Fazlı (Fazlullah) Paşa’ya nikâh edildi. Gelin alayı mutantan oldu; Topkapı Sarayı’ndan Fazlı Paşa’nın Binbirdirek’teki sarayına götürüldü. Fazlı Paşa, Fatma Sultan’ın erişkin yaşa girmesini bekledi. Belki de visaline ulaşmadan 1657 yılında öldü. 15 yaşında dul kalan Fatma Sultan’ın daha sonra ne yaptığı bilinmiyor.
- II. Abdülhamid’in yeğeni, V. Murad’ın kızı Hatice Sultan’ın hayatı 1001 bölümlük dizi film olur. Amcası II. Abdülhamid’in kızı Naime Sultan’ın kocası Kemalettin Paşa’yı baştan çıkardı. Kız kardeşi Fehime Sultan Cumhuriyet’in ilanından sonra o zamanki kocası Mahmud Bey ile Nice’e gitti. Kocası bütün parayı alıp kaçtı. Geri kalan ömründe, geceleri fahişelik yapan Habeşi cariyesi tarafından bakıldı. (M. Çağatay Uluçay, “Padişahların Kadınları ve Kızları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1980; s. 63, 170).
Bu iki kitaptaki konular televizyonlara 10-20 yıl yeter!
Yazının Devamını Oku

‘Müslüman Kardeşler’den Yeni Osmanlılar’a İslamcılık’

9 Ocak 2011
“MÜSLÜMAN Kar-deşler’den Yeni Osmanlılar’a İslamcılık” bir kitabın adı. Yazarı Selin Çağlayan. Kitabı yayımlayan yayınevi: İmge Kitabevi.
Selin Çağlayan 1960 yılında İzmir’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. 1980’de Yankı Dergisi’nde başladığı gazeteciliği 2003 yılına dek sürdürdü. Çeşitli gazete, radyo ve televizyon kanallarında (Yeni Asır, Milliyet, Anadolu Ajansı, Turkish Daily News, Hürriyet, Yeni Yüzyıl, NTV, CNN Türk, BBC Türkçe Servisi, DW Türkçe Servisi) diplomasi muhabiri ve uluslararası muhabir sıfatıyla Ankara, Atina, Brüksel, Tel Aviv merkezli olarak görev yaptı. Emekli olduktan sonra Ortadoğu’ya ilişkin kitaplar yazmaya başladı. ‘Müslüman Kardeşler’den Yeni Osmanlılar’a İslamcılık’ tasarladığı Ortadoğu dizisinin ikinci kitabıdır. İlk kitap: “İsrail Sözlüğü” (İletişim Yayınları, 2004). Yazar aynı zamanda belgesel sinema ile de ilgilenmektedir.
HELAL OLSUN BİZİM KIZA
Yazarın adı Céline Tchaglaian olsaydı, İzmir’de değil de Nea Smirni’de doğup New York’a göçmüş olsaydı, biyografisi göz kamaştırırdı. Daha kitabın kapağı saygı ve huşu içinde açılırken “Helal olsun hatuna!” denilirdi. Ben kitabı okurken ve bitirirken “Helal olsun bizim kıza!” dedim.
Daha geçen hafta, Beyrut’ta başta “İslamcılık” olmak üzere bu işleri konuşuyordum. Bu kitabı ben yazıp imzalamak isterdim. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki İslamcılık’ı eleştirenleri İslam ve Müslüman düşmanı ilan ediyorlar.
Kitabın adına bakmayın siz, öykü taa İbn-i Teymiyye’den başlıyor. Daha sonra Vahabilik ve Selefi akıma sıra geliyor. Bunlar bilinmeden günümüz İslamcılığını anlamak olanaksız.
Esrarengiz Cemaleddin Afgani’den efsanevi Hasan el-Benna’ya müthiş bir öykü. Gerçek İslam’ı ararken Şeytân-ı Lâîn ile aynı yatakta yatanların öyküsü.
Ve bizimkilerin hocası Seyyid Kutup!
Bir bölüm adı: “Siyasal İslam öldü, yaşasın İslamcılık ya da Ulus Devlet öldü yaşasın globalizasyon!”
EN AZINDAN OKUYUN
“Çağlayan, bu süreçte küresel güçlerin oynadığı rol konusundaki iddialara de yer vererek, İslamcılığın Batılı kökenleri gibi Türkiye’de üzerinde çok durulmayan bir konuyu açıyor. ‘Küreselleşme nedir? Batılı köklere sahip İslamcılık, küresel güçler arasındaki mücadelede her iki tarafça da gerektikçe kullanılan bir piyon mudur? Öyleyse bu güçler kimdir ve aralarındaki kavganın niteliği nedir?’ gibi sorulara cevap ararken, bir yandan önermelerde bulunup onlara kanıt arama yoluna gidiyor.” (Arka Kapak yazısından aktarma)
Ben pek az kitaba “Mutlaka okunmalı” notunu veririm. Bu kitap, başta, Radikal Gazetesi’nin “Solda derin yarılma” soruşturmasını yanıtlayan zevat (kendilerini yakında yazılarıma konuk edeceğim) olmak üzere, “Bu Halk”ın sola neden oy vermediğini merak eden herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap.
İnsanın beyni “Bu halk sola neden oy vermiyor?” sorusunu yanıtlayabilecek bir salgı bezi değildir. Dövünmeyi bırakıp en azından okumak gerekir!
Yazının Devamını Oku

Lübnan’da birkaç gün

8 Ocak 2011
GERÇEK Mersinlinin ruhu biraz da Lübnanlıdır, Berutludur. Biz “Beyrut” demeyiz “Berut” deriz. Elbette, Mersinli aynı zamanda Lazkiyelidir (Lattakyalıdır). Lazkiye, Suriye’dedir. 1850’lerde Mersin’i kuranların önemli bir bölümü Berutlu ve Lazkiyelidir. Müslüman ve Hıristiyan. Ötekiler, Çavuşlu’dan, Yalnayak’tan, öteki Toros eteği köylerinden geldiler, indiler. Lazkiyeliler “Fellah” idi. Türkmenler, Yörükler köylü idi. Mersin’le birlikte kentli oldular. Be(y)rutlular anadan doğma tüccar idi.
Ermeniler ve Rumlar da vardı. Şimdi Mersin Asri Mezarlığı’nda yan yana yatmaktalar.
İskenderun, Antakya, Lazkiye, Beyrut, Hayfa, bu kentlerin hepsi Mersin’in devamıdır. Ya da tersi. Tersine zincir Mersin’de durur. Öteye geçmez.
Ayrıca, Mersin Yumuktepe’nin Finike ile, Finikeliler ile ilişkisini de bilen çok azdır.
KAYSERİLİ TANYA
Birkaç arkadaş epeydir Beyrut’ta buluşmayı düşünüyorduk. Bu nedenle, Ülker ile birlikte, yılbaşından birkaç gün önce Beyrut’a gittik. Ülker Beyrut’u ve Lübnan’ı ilk kez görecekti.
Kimler buluştu Beyrut’ta? Kimlerdi? Şimdilik sadece mesleklerini yazacağım. Çoğunluk üniversite hocasıydı: Sanat tarihçisi, tarihçi, ekonomist, siyaset bilimci. İki şair. İki çevirmen ve çeviribilimci. Bunlardan biri Ülker. Bir de ailesi Kayseri’den gitme Ermeni, ressam Tanya da var. Tanya bizim için sürpriz oldu. Ben böyle Kayserili görmedim. Müthiş duyarlı ve görkemli bir kadın. Resimlerini henüz görmedim. Ama Mersin Uluslararası Müzik Festivali’nden bile haberi var.
Evet dediğim gibi: Aralık ayının son haftasında Beyrut’ta buluştuk. Bu şenlikli seminer, seminerli şenlik 4 Ocak’a kadar sürdü.
FARJ = BEKÂRET!
Konuşma konularından biri Kuran’ın yabancı dillere yapılan çevirilerinde görülen sadakatsizlikler idi. Örneğin, D. Masson Tahrim suresinin 12. ayetinde geçen “farj” (ferç; kadın cinsel organı) sözcüğünü Fransızcaya “bekâret” olarak çevirmişti. Ayetin Arapça aslı şöyle. Yani Allah’ın vahiy olarak indirdiği ayetin aslı şöyle:
“Wa Mariam ibnat İmran allati ahsanat farjaha, fanufakna fihi min ruhina.”
XV. yüzyıl başlarında Muhammed Bin Hamza’nın yaptığı doğru çeviri ise şöyle:
“Dakı Meryem İmran kızı, ol kim sakladı fercini. Pes ürdük anun içine, canumuzdan.” (Hazırlayan Dr. Ahmet Topaloğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1976)
Yani günümüz Türkçesi ile ayetin şöyle çevrilmesi gerekiyor:
“Ve İmran kızı Meryem, sakladı (korudu) fercini (cinsel organını) ve biz onun içine (fercine) ruhumuzu üfürdük.”
ALLAH’IN OĞLU İSA
Bendeki “meal” denen çevirilerin hiçbirinde ferç (kadın cinsel organı) sözcüğü yer almıyor. Ferç yerine türlü çeşitli dolambaçlı ifadeler kullanıyorlar, sonra da “Biz onun içine ruhumuzdan üfledik” diyorlar. Hangi içine? Bu ayet Allah’ın ağzından İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu iddiasını doğrulamıyor mu? Peki Allah’ın oğlunun dinine inananlar neden “gâvur” olsun? İktidarlara borazancılık yapan Diyanet ne fetva buyurur acep?
Yazının Devamını Oku

Solda vakur ve saygın olmak

7 Ocak 2011
26 Aralık Pazar günü yayımlanan “Dom Helder Camara” başlıklı yazım şöyle bitiyordu: “Dom Helder Camara’yı merak edenler artık kendileri araştırma yapsın. Benim amacım, Latin Amerika’da solun Kilise’ye sığınmadığını, tam tersine Kilise’nin sol ile buluştuğunu, gidip yoksulları ve solu bulduğunu göstermek. Türkiye solu, tespih çekerek, namaz kılıp oruç tutarak, içki içmeyerek ya da ortalıklarda türbanlı kadınlarla dolaşarak avantacı ve hurafeci Müslüman kesimi etkileyemez. Tam tersine yozlaşır! Yoksul halk, bir gün, ihtiyacı olduğu zaman Sol’u bulacaktır. Ama o zamana kadar sol vakur ve saygın kalmayı başarmalı!”

Söz konusu yazımın son cümlesine bir okurdan epeyce alışık olduğumuz bir tepki geldi:
“68 kuşağı ile birlikte ODTÜ’deydim, o günlerden beri yoksul halkın sola gelmesini hep bekledik ama onlar hep Demirel’lere, Özal’lara, Tayyip’lere gittiler ve gidiyorlar.
Bu gidişin yönünü değiştirmenin, ‘vakur ve saygın’ kalmanın dışında da bir yolu olmalı.
Neden diye sorduğunuzda, ‘Başka parti mi var?’ diyorlar, ama götürmüşler, hepsi zengin olmuş dediğinizde, ‘Götürmeyen mi var, hepsi götürüyor’ kolaycılığını ve umursamazlığını gösteriyorlar. Bu düşünceleri oluşturan bir karşı koymanın, belki de kolay ama çözülememiş bir neden(ler)i olmalı ve mutlaka bulunmalı. Yoksa ‘vakur ve saygın’ olarak daha ne kadar beklenmeli?”

Okurun sorduğu klasik sorunun yanıtı o yazının ve 19 Aralık’tan sonra yayımladığım yazıların içindeydi. Demek ki okur görememiş! Sol tevekkül halinde değil ama “vakur ve saygın” bir sabırla bekleyecek. Ama hazır bekleyecek!
Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Meh-met Ali Aybar 1965 yılında yapılan genel seçimler sırasında Aydın’a geldiğinde birkaç kişi ile özel bir görüşme yapmıştı. O birkaç kişinin arasında ben de vardım. 68 Kuşağı’ndan okurun sorduğu gibi biz de Aybar’a “Ne zaman? Ne zamana kadar bekleyeceğiz?” diye sormuştuk.
Aybar, “Çocuklar, o günü ben göremeyeceğim, sizler de göremezsiniz, belki çocuklarınız görebilir, belki!” demişti. İçimin cızz ettiğini anımsıyorum. Aybar, toplumsal yapıyı bilen bir bilim adamı siyasetçi olarak bize gerçekleri söylemişti, söylemek zorundaydı. Aybar, bizim umutlarımızı kırmak için söylememişti söylediklerini, amacı bizim umudumuzu bilince dönüştürmekti. Karpuz gibi yatarak değil bilinçle çalışarak beklemek. Ama “Biz göremeyeceğiz, belki çocuklarımız, torunlarımız görür”in bilinçli sabrıyla, sabırlı bilinciyle.

Ötekileri, küçükleri bir yana bırakalım ve CHP’yi “minimum” sol kabul edip düşünelim: CHP, AKP’nin elinden iktidarı nasıl alacak? Kendi cumhuriyetçi, halkçı ve devrimci gelenek ve ilkelerine bağlı kalarak mı, yoksa AKP’leşerek mi? Şunu kesinlikle söyleyeyim: CHP’nin AKP’leşerek, karşı devrimci cepheye taviz vererek iktidara gelme olanağı yoktur. CHP, “Türbanı biz çözeriz! Fethullah Hoca bir bilgedir, muhterem bir zattır!” diyerek AKP’yi yenemez. Tarikat ve cemaat şeyhlerinin güttüğü yoksul-dindar insan politik insana dönüşünceye kadar beklenecek. Asla ağlamadan ve “Ne kadar beklenecek?” sorusunu sormadan.
Yazının Devamını Oku

Kırk bir kere maşallah!

5 Ocak 2011
YAZIMIN başlığının herhangi bir tersinleme (ironi) ile ilişkisi yok. Tam tersine çok içten. Maşallahlar CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “41 Vaat”i için çekilmektedir. Söz konusu 41 vaadi okuduğumuz zaman, AKP’nin gerçekte hiçbir ciddi demokratik açılım yap(a)madığını da görüyoruz. AKP gerçekten demokrasi sever bir parti olsaydı CHP Genel Başkanı bu vaatlerin bir bölümünü kesinlikle yapamayacaktı.

Kırk bir vaadin, “Parayı nereden bulacaksın?” türünden laubali sorulara yol açan akçalı bölümünü bırakalım. Demokrasi ve toplum bağlamına geçelim:

CHP’NİN VAATLERİ

-  Hak ve özgürlükleri genişleten ve güvence altına alan bir anayasa hayata geçirilecek.

-  Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kaldırılacak.

-  DGM’lerin yerine getirilen özel yetkili mahkemeler kaldırılacak.

-  YÖK kaldırılacak.

-  Temsilde adalet ilkesini yok eden yüzde 10 seçim barajı kaldırılacak.

-  Seçim yasaları değiştirilecek, liderlerin değil, milletin milletvekillerinin seçilebilmesi sağlanacak.

-  Siyasi Partiler Yasası demokratikleşecek, lider sultasına son verilecek.

-  Milletvekili dokunulmazlıkları, kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandırılacak.

-  Siyasi ahlak yasası çıkartılacak.

-  Siyasetin finansmanı şeffaf hale getirilecek.

-  Kamu İhale Yasası AB standartlarında yeniden düzenlenecek.

-  Medya özgür ve bağımsız olacak.

-  Üniversiteler bilimsel ve mali özerkliğe kavuşacak.

-  Özel yaşamın gizliliği sağlanacak, telefon dinleyenlerden, korku imparatorluğu yaratanlardan hesap sorulacak.

-  Üniversite yönetiminde gençlere söz hakkı verilecek ve kararlara katkıları sağlanacak.

-  Kadın ve gençlerimizin siyasette temsili arttırılacak.

-  Seçimle gelen milletvekilleri ve yöneticilerin mal bildirimleri internet ortamında kamuoyunun bilgisine sunulacak.

-  Çevre talanına dur denilecek.

PARASIZ DA YAPILIR

Yukarıdaki maddelerin gerçekleşmesi için para bulmaya gerek yok. AKP’nin de yeni anayasa dışında kalan maddelerle ilgili yasa çıkartmak için öteki partilerin desteğine gereksinimi yoktu. Ama yapmadı, yapamadı. Demek ki Haziran 2011 seçiminden sonraki yasama döneminde de bu maddeler konusunda herhangi bir girişimde bulunmayacak.

CHP, iktidarının ilk 180 gününde yeni anayasayı yapabilirse, 90 günü içinde öteki maddelerle ilgili yasal değişikliği yaparsa, akçeye dayalı vaatleri için gereken parayı kolayca bulabilir.

Haa, bir de Kılıçdaroğlu’nun “Alevi”, “Kürt” ve “Türban” sözcüklerini ağzına almaması büyük bir kusurmuş (!). O kadar kusur kadı kızında da olur. “Kürtlere bağımsızlık vereceğim, türbanı serbest bırakacağım ve hatta şeriat getireceğim” mi diyecekti?!

AKP’ye gelince şapur-şupur, CHP’ye gelince yarabbi şükür! El insaf yani!
Yazının Devamını Oku

CHP’de değişim!

4 Ocak 2011
TELEVİZYONLARDA, gazetelerde CHP temsilcilerinin başına höreleniyorlar, başlıyorlar soru bombardımanına: Kemal Kılıçdaroğlu, başkan mı, yoksa lider mi, lider değilse, ne zaman ve nasıl lider olacak? Kemal Kılıçdaroğlu kurultay söylevinde Kürt adını neden hiç anmadı, türbancılara neden müjde vermedi? Kurultay neden heyecanlı değildi? (Böyle bir soru olasılığını düşünselerdi, kurultay düzenleyicileri salona birkaç avuç pire atardı?)
ALLAHLIK ZIRVA SORULAR
En güzeli de akçeli işlerle ilgili sorular:
CHP, öğrencilerden harç almayacakmış, öğrenci yurtları yaptırıp bursları arttırılacakmış. Peki parayı nereden bulacak? (Başbakan da 2011 için zam yaptı. O nereden bulduysa, oradan.)
CHP yoksulluk yardımı yapacakmış, aile sigortası getirecekmiş. Peki parayı nereden bulacak?
Böyle allahlık zırva sorular soranlara verilecek en iyi cevap, 1 Ocak yazımda adını andığım Şeyh Nazım el-Kıbrısi hazretlerinin hikmet ve marifetlerinde mündemiçtir. Ancak, AKP için bol bol dua eden şeyh hazretleri acaba CHP hükümeti için de dua eder mi? Dua etmek için nasıl şartlar ileri sürer? Şeyh hazretleri bir dua etse hazine dolar, avro, yen, dinar ile dolar ama nafile, CHP için dua etmez.
Peki, o zaman nasıl bir cevap verilecek?
GİDER BANKA SOYARLAR
Bunun da bazı zor kolaylıkları var: AKP parayı nereden buluyorsa CHP de oradan bulur! Bunun da çıkmaz yanları var: CHP içindeki hizipler (fraksiyonlar) biz renkli para, şaibeli para istemeyiz diye tutturabilirler.
CHP, yardımları sadaka gibi dağıtamayacağı için, paranın kayıt-kuyut altına alınması gerek. O zaman ciddi bir defter tutmak gerekecek. Tutulur.
Alay edilmeyi göze alıp, “Efendim biz bütün ekonomiyi kayıt altına alacağız, her çalışan vatandaşı vergi mükellefi yapacağız!” diyebilirler. O zaman şöyle bir eleştiri ile karşı karşıya kalabilirler: Olmayan parayı nasıl dağıtacaksınız?
Eskiden bu durumlarda şöyle derdim: Devlet kamyonu nereye gideceğini, yükü nereye boşaltacağını bilmez, nakliyeci firma ve şoför bilir. CHP, nakliyeci firma ve şoför olduğu zaman iş kolay. Yeter ki olsun! Gider ABD merkez bankasını soyar! İşte sorunun cevabı.
TATMİNSİZ TRAVESTİLER
Bu travesti zevatı tatmin etmek mümkün değil. Tavırları bana bir fıkrayı anımsatıyor: Adamın biri yatak serme konusunda bir bahane bulup karısını dövermiş. Neden şuraya serdin de buraya sermedin? Sonunda kadın evin yatak serilebilecek her yerine döşek sermiş. Durumu gören koca pek memnun. Damdaki yatağa yatıp gökyüzüne bakmaya başlamışlar.
- Kadın, şu yıldız ne yıldızı?
- Zühre yıldızıdır efendi.
- Aferin! Peki şu yıldız ne yıldızı?
- Terazi yıldızı?
- Ulan karı, terazinin dengesi bozulur da kilolar başıma düşerse, diyerek kadını ayağının altına almış. Bizim travestiler de tıpkı bu koca gibi!
Yazının Devamını Oku

500 milyar sözcük

2 Ocak 2011
GOOGLE fazla gürültü koparmadan, yaklaşık 5.2 milyar kitaptan devşirilmiş dev bir dijital veri tabanı oluşturmuş. (Ben “veri tabanı” nedir onu bile bilmem). Bu dijital depo, 1500 yılından başlayarak 2008 yılına kadar yayımlanmış İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Almanca, Çince ve Rusça kitaplarda kullanılmış 500 milyar sözcük içeriyormuş. Bilgisayarı olan ve merak eden herkes bu klasöre (“500 Billion Words”) girip herhangi bir sözcüğün belli yıllar arasında kaç kez kullanıldığını araştırabiliyormuş. (Ben de Google’a girdim böyle bir klasör gerçekten var.) Tek sözcük olması gerekmiyor, en fazla 5 sözcükten oluşan bir sözcük grubu da olabiliyormuş. (Bunu denemedim.)
KADININ ADI YOKMUŞ
Bir “tık” ile, örneğin “kadın” sözcüğünün 1970’lere kadar “erkek” sözcüğü ile karşılaştırılamayacak kadar az kullanıldığını, 1970’ten, feminist hareketin tutunmasından sonra kullanımda büyük bir artış görüldüğü saptanabilirmiş. Ayrıca Mickey Mouse ile Marilyn Monroe’nun basında Jimmy Carter kadar ilgi görmediği de görülebilirmiş.
Harvard Üniversitesi’nden Erez Lieberman Aiden, “Amaç, 8 yaşında bir çocuğu, tarihteki kültürel eğilimleri, kitaplarda kayda geçmiş biçimiyle araştırma olanağına kavuşturmak” diyormuş.
Bu dijital veri tabanının bizim dil, kültür anlayışımızı, düşüncelerin dolaşımıyla bilgilerimizi büyük oranda değiştirebileceği söyleniyormuş.
‘OSMANLI’ YÜKSELİYOR
“Miş”, “muş” diye yazıyorum, çünkü bu bilgileri bana bizim Tanbey gönderdi. Kendi kanser araştırma laboratuvarından, kurmakta olduğu Kök Hücre Enstitüsü’nden vakit bulup resim ve sörf yapar, kitap okur, bir de böyle gıncıfırlı işlerle uğraşır.
Evet, bizim Tanbey tutmuş Türk, Türkiye, Türkçe sözcük grubu ile üç anlama gelen Osmanlı (Ottoman) sözcüklerini araştırmış. Bulduğu sonuca çok şaşırmış.
Örneğin: 1920’de aynı düzeyde (yüzde 0.00050) olan Türk ve Osmanlı sözcükleri 1950’ye kadar birlikte düşüş göstermişler. Ama Osmanlı daha az düşüş göstermiş. Derken, Osmanlı sözcüğü 1950’den sonra 2000 yılına kadar hızla yükselirken (yüzde 0.00100) Türk sözcüğü yüzde 0.00020’ye kadar düşmüş. “Türkiye” 1920-1925 arasında yüzde 0.00200’den 2000 yılına kadar yüzde 0.00120’ye doğru gerilerken, Osmanlı aynı dönemde yüzde 0.00050’den 0.00100’e doğru yükselmiş.
“Türkçe” 1920-1925 yılları arasında yüzde 0.00190 iken 2000 yılına kadar 0.00115 olmuş. “Osmanlıca” ise aynı dönemde yüzde 0.00040’tan 0.00080’e yükselmiş.
‘TÜRKİYE’ GERİLİYOR
80 yıllık grafiği görmek çok etkileyici. 80 yıl içinde Osmanlı, Osmanlı Devleti, Osmanlıca sözcükleri ilerliyor. Buna karşın Türk, Türkçe, Türkiye sözcükleri geriliyor.
Tanbey “Sence neden böyle oluyor?” diye soruyor. “Bunun anlamı ne? Acaba bütün dünya Osmanlı’yı mı özlüyor, yoksa Türk, Türkçe, Türkiye sözcüklerini hiç duymayacağı günlerin özlemini mi çekiyor.”
Zor bir soru? Siz ne dersiniz?
Yazının Devamını Oku