◊ “İlk ve Son” dizisi neyi anlatıyor?
- Bir ilişkinin ilk zamanlarındaki duygularıyla son zamanlarında duygusuzluk gibi görünen ama aslında çok yoğun şeylerin yaşandığı dönemini, yani bir ilişkinin anatomisini anlatıyor. İki yaralı ruh başlarda birbirine iyi geldiğini sanıyor. Ama ilişki içinde kendilerini tedavi etmeye hiç çalışmadıkları için bir süre sonra birbirlerine zarar vermeye başlıyor. Etrafımızda örneğini çok sık gördüğümüz bir ilişki modeli bu aslında.
◊ Neden hep böyle olur? İki yaralı ruh bir araya gelir ve hep bir arıza çıkar...
- Çünkü dünyadaki en zor şey kendini tanımaya başlamak, kendinle ilgilenmek, iç yolculuğuna çıkmak. Ben bunları 33 yaşında yapmaya başlayabildim. Daha doğrusu 33’te kafam açıldı, 35’te yaptım. Bu çok zor bir yolculuk. Çünkü finalde neyle karşılaşacağını bilmiyorsun. Karşılaştığın şeyle yaşamaya devam etmek zorundasın. Kendinden uzaklaşamazsın. Kendini olduğun gibi sevmek en zor şeylerden biri. İki kişi bir arada yaşarken bir süre sonra şu olabiliyor: Kendi canını acıtmamak için karşındakine saldırmaya başlıyorsun. Kendi içimize yönelmenin korkusuyla karşımızdakinin negatifliklerini, arızalarını görmeye başlıyoruz. Mesela birisi bana gelip “Sende şöyle şöyle bir şey var” dediğinde, “Acaba bunu ona söyleten şey ne?” diye düşünmeye başlıyorum. Çünkü büyüdükçe dışardan gelen verilerin bizden bağımsız olduğunu unutuyoruz. Karşıdan gelen verinin benden bağımsız olduğunu düşündüğümde o kadar özgürleşiyorum ki! Yaşadığımız toplum zaten sürekli kendimizden şüpheye düşmemizi istiyor. Senin kendini sevmemeni istiyor.
Fotoğraflar: Muhsin AKGÜN
◊ Evet, özgüvenimiz sürekli çalınıyor. Bir de yetiştiriliş tarzından dolayı geç yetişkin oluyoruz. İlişki arızaları bundan da kaynaklanıyor olabilir mi?
- Katılıyorum. Yetişkin olmanın getirdiği sorumlulukları farklı algılıyoruz. Bir yandan da “Ben böyleyim abi, yerse”ciliğe doğru evrildik. Dayanışmayı unuttuk. Her şeyin bize hizmet etmesini istiyoruz. İlişkilere baktığında mesela başta bir özellik hoşuna gidiyor. Adam diyor ki, “Bizim kız deli abi, o yapar”. Sonra bu laf, “Deli bu kadın, bitirecek beni”ye dönüşüyor. Sorun aslında şu: Kendini tanımadıkça karşındakine göre şekil alıyorsun. Ya da karşındaki biraz değişince “Sen çok değiştin” deniliyor.
NFT’nin gazı bizde de kendini göstermiş, ünlülerden kahkahasını satışa çıkaran filan olmuştu.
Ama şöyle yenilikçi bir şey ortaya çıkmamıştı.
Nihayet gastronomi dünyasından ters köşe bir hareket geldi.
Neolokal’in sahibi şef Maksut Aşkar, markasını NFT olarak satışa çıkardı.
Nasıl mı?
5 adet orijinal Neolokal yemeğinin nasıl yapıldığını gösteren 15 saniyelik gif’ler hazırlandı ve bunlar NFT olarak Opensea’de satışa sunuldu.
90 günlük açık artırma sonunda Neolokal gif’lerine sahip olanları bir sürpriz daha bekliyor.
Asıl adı Fabian Lamar olan, “modern zaman göçebesi” diye tanımlanan, Berlinli DJ ve prodüktör NU’nun 2017’de yayınlanmış “Man O To (Sen ve Ben)” şarkısından bahsediyorum.
Şarkının esas özelliği, Farsça sözlerinin Mevlana’nın Divan-Kebir’indeki “Sen ve Ben” isimli eserinden alınmış olması.
Şöyle diyor o sözler:
“Saadet zamanı; avluya doğru oturmuşuz, sen ve ben. Endamımız çift, suretimiz çift, ruhumuz tek, sen ve ben. Bulandıran palavralardan azâde, gamsız bir keyif, sen ve ben.
Sen ve ben, ne sen varsın ne de ben, bir olmuşuz aşk elinden.”
İşte bu klasikleşmiş hit şarkının sahibi NU, bu akşam Bodrum Yalıkavak’taki WU’da olacak. Benim gibi zamanında “Man O To” büyüsüne kapılmışlara şiddetle önerimdir.
Yazın son Bodrum sosyalleşmeleri
Günay Yalıkavak’ta Ajda Pekkan, Must’ta Murat Dalkılıç, Malva’da Bengü Beker, Blue Topaz’da Defne Samyeli...
Bütün performanslar gece 24’e kadar tabii, bu yüzden herkes en geç 22.00’da başlıyor konsere.
O gece Blue Topaz’daki Defne Samyeli’ye yetiştim.
En son iki yıl önce Mandarin’deki Kai Beach’te seyretmiştim Samyeli’yi.
Enerjisi hiç eksilmemiş. Hatta o gece şarkı söyledikçe daha da açıldı, sürekli dans etti.
Kısıtlı zamana sığdırılmış bir program yaptığından tempoyu hiç düşürmedi, tamamen hızlı şarkılara odaklandı.
Epeydir böyle yüksek enerjili bir gece görmemiştim.
Bir konu hakkında internette araştırma yapmaya çıkmışken bir anda kendimi gayet gereksiz Reels videoları izlerken bulabiliyorum.
Arkadaşlarımla yemek yerken eğer konuşulan konu sarmadıysa bir anda sosyal medyaya dalıp gidebiliyorum.
Bir de WhatsApp bildirimleri var.
WhatsApp bildirimi geldiğinde ne dikkat kalıyor ne de konsantrasyon...
“Paylaşım” yapmak ise işin bir başka boyutu.
Paylaşım yapmadan duramamak diye bir şey var artık.
“Olabilir” diyorum, çünkü daha yaz bitmedi, şimdiden peşin hüküm vermeyeyim.
Neden en güzel zamanları olduğuna gelince...
Bir kere tam bir yazlıkçı gibi takıldım oralarda.
Neredeyse her gün, Kadırga Koyu plajına çok yakın mesafedeki Kozluyalı’daydım.
Restorandaki aynı tahta sandalyede saatlerce oturdum, plajdaki aynı şezlongda gün batımına selam verdim ve öğleden sonra aynı patates kızartmasını pişmanlıkla karışık bir haz içinde tekrar ve tekrar mideye indirdim.
Kozluyalı’nın en hoş özelliği kimsenin kimseyle gerçekten ilgilenmemesi ve özlenen bir Türkiye karmasına sahip oluşu...
Artık Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda başka müzik türlerinin temsilcileri de sahne alıyor.
Yüzyüzeyken Konuşuruz, Gaye Su Akyol, Dolu Kadehi Ters Tut ilk kez bu yaz Harbiye’de konser verenler arasındaydı.
Sinem’in dediği gibi devir değişti.
Aslında konser organizasyonları bu devir değişikliğine uyanma konusunda geç bile kaldı.
Bir yandan da artık Harbiye Açıkhava tek “star” değil.
Bu yaz o kadar çok yerde konser var ki...
Ayşen Hanım özetle diyor ki, “Çöplerin toplanması kadar bırakılmamalarına da özen göstermeliyiz.
Orman ve sahiller için yapılması gereken ‘Burada çöp toplama sistemi yoktur, atıklarınızı yanınızda götürün’ mesajını yaymak olmalı.”
Doğru, ama sanırım esas sorunumuz çöp atanların bu mesajı bir anda içselleştirebileceğine inanmayışımız.
Hatta bu konuda neredeyse umutsuz olmamız.
Bu yüzden çöpleri toplamak herkese daha hızlı ve pratik bir çözüm gibi geliyor.
Ama uzun vadede, toplanan çöplerin yerine tekrar yenilerinin atılacağını düşünürsek aslında tam bir kısırdöngüyü yaşıyoruz.