Dünya Kupası final maçından sonra kendini sahaya attı, Messi ve tüm takımı darlamak suretiyle bir sürü fotoğraf, video çektirdi.
Sonra da bunları peş peşe Instagram sayfasına koydu.
Evet, paylaşımların altına nefret dolu yorumlar da yazıldı.
Evet, sahaya hangi izinle, nasıl indiği tartışma konusu oldu.
Evet, Dünya Kupası’na şaplak atıp tuz dökme hareketi yapması dalga konusu oldu.
Evet, ben dahil çoğu insan o darlama anları sırasında yerin dibine girdi.
2017’de Buenos Aires’e gitmiş, bir Airbnb evi kiralamış ve bir süre kalmıştım.
Şimdi değişmiştir, ama çoğu şey hayli eski usuldü.
Mesela markette kredi kartı kullanırken kimliğini göstermek zorundaydın.
Hafta sonları banka ATM’lerinde para kalmıyordu, o yüzden Airbnb ev sahibim önceden uyarmıştı: “Hafta içi para çekmeyi unutma” diye.
Elbette unutmuştum, orası ayrı. Gel gör ki vaziyet hafta içi de parlak değildi. Bir pazartesi günü hiç unutmuyorum, hiçbir bankanın ATM’sinden para çekemedim. Para kalmamıştı. Sonunda bir banka bulmuştum, onun da ATM’si kilitliydi! “Saat dörtte açacağız” demişlerdi.
Sürekli söylenen bir başka uyarı da şuydu:
“Apartman kapısını dışarı çıkarken, gece gündüz fark etmez, mutlaka kilitle. Misafirin geldiğinde bile aşağı inip kapıyı kendin açmak zorundasın. Otomatiğe basıp kapı açma olayı yok. Çünkü burada hırsızlık olayı çok fazla!”
Sadece Soho House değil, her yerden insan fışkırıyordu.
Baylo’dan, Miss Pizza’dan, Şişhane’deki diğer mekânlardan.
Müthiş genç bir enerji, sokaklara kadar taşan kalabalık...
Soho House’un caddeye bakan meşhur geniş balkonunda bir ara insan yoğunluğundan adım atılamıyordu.
Keza kulübün diğer katlarında da kalabalık hızlı bir sirkülasyon halindeydi.
Çok değil, bundan 1 ay önce İstiklal Caddesi’nde bir bombalı saldırı gerçekleşti.
Aslında dijital sulara açılan bir işin daha cesur olmasını, toplumun farklı kesimlerinden gelen insanlara daha çok kucak açmasını beklerdim.
Misal, benzer bir formatı olan Brezilya yapımı, flört şovu gibi. Heyhat, bizimki öyle olmamış.
Yine birbiriyle hemen hemen aynı renkte olan profiller biblo gibi yan yana dizilmiş. O yüzden konuşmalar kısır, görünümler aynı, estetikli burunlar/yanaklar gırla.
Mesela erkekler birbiriyle sohbet ederken iki cümlede bir şu kalıpları kullanıyor:
◊ Anladın mı? (Aslında genelde aradaki “L” harfi yutuluyor.)
◊ Bro, bi baksana!
En popüler örneği geçmişte Asmalımescit’te yaşanmış ve bu sayede Asmalımescit’e gidip sosyalleşmek hızla unutulmuştu.
Şimdi yeniden ve aniden şehrin sosyal hayatında yeni bir masa-sandalye kaldırma harekatı var.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ana arterlerde kaldırımları işgal eden her şeyi kaldırıyor.
Buna sadece masa-sandalye değil, manavın koyduğu meyve-sebze reyonu ya da bakkalın koyduğu içecek buzdolabı da dahil.
Elbette en çok Yeniköy-Beşiktaş sahil hattındaki mekanlarla, yeme-içme sektöründe bir sembol olması nedeniyle Lucca’nın masa-sandalyelerinin kaldırılması konuşuldu.
Önceki gün Lucca’ya gittiğimde durum şöyle tuhaftı:
“Kurak Günler”in bir cümlede özeti bu.
Filmi izlerken zihnime sık sık yıllar önce hayranlıkla izlediğim Lars von Trier’nin meşhur “Dogville” filmi düştü.
O filmde de Nicole Kidman’ın oynadığı Grace bir kasabaya geliyor, daha sonra olanlar oluyordu.
Aradaki en büyük fark şu: Geçmişinden kaçan “Dogville”in Grace’inin aksine “Kurak Günler”in “yabancı”sı olan Emre karakteri idealist bir savcı.
Kasabanın erk sahipleri önce onu yanlarına çekmeye çalışıyor.
“Böyle gelmiş böyle gider”i devam ettirmesi, ses çıkarmaması için...
İdealist savcıyla aynı yaşlardaki hakime hanımın çaktırmadan bunu uygulaması gibi.
Lakin genç savcı tüm bunları reddedip her seferinde doğru bildiğini, yani yasaları uygulamayı seçiyor.
Çünkü iki gün sonra duyguların değişir, ayrılırsın, şu olur bu olur.
Hem bir sonraki sevgilin bozulmaz mı dövme olarak kazınmış o baş harflerin aslında eski sevgiliye ait olduğunu öğrenince?
Bozulur tabii.
Dahası, “Benim ismim nerede” demeye başlar, hatta “Madem onun ismi göğsünde, benimki yüzünde olsun, herkes görsün” der, diyebilir. O zaman neden bu zorlama? Neden bu gaza gelip baş harfleri kazıtma ihtiyacı?
Bu kategorideki dövme olayının son kahramanları Dilan Çiçek Deniz ile İzlandalı yönetmen Thor Saevarsson oldu. Malum, ikili ayrıldı. Oysa İzlanda’nın en sevdiğim şelalelerinden biri olan Skogafoss’un önünde şöyle ıslana ıslana bir evlilik töreni hayal etmiştim onlar için. Olmadı, heyhat.
Şimdi aralarında garip bir dövme krizi yaşanıyormuş.
New York sosyetesine kendini 60 milyon dolarlık bir mirasın varisi olarak tanıtan Anna Delvey’nin hikâyesine benzer bir çizgide Ayşe Özkiraz’ın yalanlar dizisi.
Sahte diploma, kendine çelenk göndermeler, sevgili sayesinde ortaya çıkan yalanlar ve daha neler neler...
Özkiraz’ın bu süreçteki motivasyonu -kendi ifadesine göre- tamamen aile korkusu:
“Tıp fakültesini kazanamadığım için ailemden korkarak yalan söyledim, sonra bir sarmalın içine girip çıkamadım.”
Yaptıkları şeyler farklı olsa da Anna ile Ayşe’nin yalanlarının ortak motivasyonu ise belli:
Kendilerini kanıtlamak uğruna her şeyi yapmak.
Her şeyden kastım: Yeni bir gerçeklik yaratmak, kendini olduğundan farklı göstermek.