NİYETİMİZ Anayasa Mahkemesi’nin önceki gün verdiği gerçekten "tarihi" denebilecek nitelikteki kararının hukuki açıdan bize nasıl göründüğünü anlatmaktı. Fakat o karara karşı olan bazı kişilerin yazdıklarını ve söylediklerini okuyunca o konuya girmeye elimiz varmadı.
Bu karar, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) elbet kızdıracaktı.
Çünkü Anayasa’nın 10 ve 42’nci maddelerini değiştirerek ilk aşamada üniversitelere "türbanlı" öğrencilerin girmesini, ikinci aşamada da "devlet dairelerinde ve ortaöğretim kurumlarında da türbanın serbest bırakılmasını" amaçlayan plan engellenmiş oldu.
Şimdi kalemlerinden ateş saçanların AKP hakkında "laik rejime aykırı eylemlerin odak noktası haline geldiği" gerekçesi ve "kapatılma" istemiyle dava açılınca nasıl küplere bindiklerini anımsarsınız. O zaman da "Yüzde 47 oyla iktidara gelen bir parti hakkında nasıl dava açılır?" diye kıyameti kopardılar. Doğru olmadığını bile bile "oy, hukuktan üstündür" tezini savundular.
Neyse ki yüksek yargı "gürültüye pabuç bırakmayacağını" gösterdi.
Sonunda seslerini kestiler.
Ama belli ki vicdanları rahat değildi. Hem sistemin altını oyalım, hem de mahkeme buna izin versin beklentisi ne de olsa gerçekçi görünmüyordu.
Hadi onların diliyle söyleyelim:
Din istismarına dayalı düzenden sağladıkları rantın (bu kavramın içine tarikat bağlantılı makamlar, yandaşlık sayesinde alınan ihaleler, dini değerleri kullanıp toplanan paralar dahil çok şey giriyor) elden gideceği korkusu ayarlarını iyice bozdu. Her türlü ölçüyü kaçırdılar. Öyle ki, kimi, bu kararla "Anayasa ile mücessem hale gelen temel sözleşme artık bozulmuştur. (...) Artık kimsenin hukuka riayet etmesini bekleyemezsiniz. Hukukçular bunu yapabildiğine göre (hukukçuların suçu, onlara göre Anayasa’nın verdiği yetkiyi aşarak karar vermeleriymiş. Oysa bize göre hiç de öyle değil. Onu sonra yazacağız) sıradan insanlar da hukuk tanımayabilir; kim ne diyebilir ki!" diyor. Onunla kalmıyor:
"Bu ülkede bir oyun oynanmıyor; aksine her şey çok açıktır. Açık olan bir savaşın başladığıdır.
Anayasal sistem artık ortak bir yükümlülüğün ve düzenlemenin adı değildir.(...)" diyor.
Öteki, parmağını Anayasa Mahkemesi’nin gözüne sokuyor:
"Unutmayınız, bu sürecin de bir finali var!
Bu sütunda daha önce, "Eğer Türkiye’nin yeni gidişatını (şeriat devletine doğru yol almasını demek istiyor olmalı. O.E.) tersine çevirmekte ısrar ederlerse ’Bir millet uyanıyor adlı yerli film gösterime girer’demiştim. Bugün bu cümlemi daha da kuvvetli bir vurguyla hatırlatıyorum" diyor ve tehdidini, "Filmin sonunu bekleyin, ne dediğimi göreceksiniz!" cümlesiyle bağlıyor.
Ne dersiniz?
Bu tehdit, türbanla avukatlık yapmak isteyen birine izin vermeyen Gümüşhane Baro Başkanı Ali Günday’ın ve türbanlı bir öğretmenin talebini reddeden Danıştay İkinci Dairesi’nin üyelerinden Mustafa Yücel Özbilgin’in başına gelenler sizin de başınıza gelir mi demek istiyor?
Bu cinayetler, şimdiki tehdidin kaynağı olan anlayışın marifetiydi. Oysa bu defaki bireysel de değil, kitlesellik içeriyor.