18 Haziran 2010
BİZ herhalde “Bu altın işi öyle değil, böyledir” diyecek biri değiliz. Çünkü “altın”dan ve “borsa”dan anlamayız ama “adam”dan anlarız. O nedenle CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi tutar da, “Yurda girmesi gereken 64 ton altın nereye gitti? Buharlaştı mı?” derse onu önemseriz.
Dün öyle olmuş. CHP Trabzon Milletvekili Hamzaçebi, “Varlık Barışı uygulaması kapsamında beyan edilen tahminen 64 ton külçe altının Nazi altınları gibi buhar olup uçtuğunu” söylemiş.
Devam etmeden iki noktayı açıklayalım:
Varlık Barışı yasayı 2009 yılı boyunca uyguladı. Buna göre yurtdışındaki varlığını beyan eden bunun yüzde 2’si kadar vergi ödeyerek onu yurda getirirse tüm diğer yükümlülüklerinden kurtuluyordu.
Nazi altınları da, Nazilerin, bir kısmını işgal ettikleri ülkelerde ele geçen ganimetten, bir kısmını Yahudilerden toplayarak -bir gün lazım olur diye- muhtelif yerlere sakladıkları 400 ton kadar altının, savaştan sonra bulunamayan yaklaşık 150-160 tonluk kısmını ifade ediyor.
Hamzaçebi’deki bilgilere göre bu 64 ton altını getirmeyi sadece 4 yükümlü (belki dört kişi veya 4 kurum) taahhüt etmiş. Nitekim bu taahhütleri Maliye Bakanlığı kayıtlarına geçmiş. Ama sonra ne gören, ne işiten olmuş.
Hamzaçebi’yi yanıtlayan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, “Altınla ilgili bir beyan söz konusu ama bu beyan sonrasında ülkeye getirilip getirilmediği incelenen bir husus” dediği, söz konusu inceleme bitince, “MASAK’ın (Mali Suçları Araştırma Kurulu) gerektiğinde, ilerde inceleme sonuçlarını kamuoyuyla paylaşacağını” bildirmiş.
İyi de “neden gerektiğinde?”
Mehmet Şimşek bu inceleme altından çapanoğlu çıkar diye mi korkuyor?
Bunlar meselenin bir tarafı... Zaten bu aşamada ortada çok çok, bir muhalefet milletvekilinin sorusu ve Maliye Bakanı’nın ona vermekle yükümlü olduğu bilgi var.
Asıl mesele bu kadar büyük bir servet şu veya bu şekilde buharlaşabilir mi sorusudur.
Biz Turgut Özal’ın Türkiye’ye tam bir “yalancı cennet” yaşattığı 1980’li yılların “Bedelsiz İthalat” furyası döneminden anımsarız.
O tarihte bir takım uyanıklar, tam anlamıyla “çıkar amaçlı çete” kurarak Türkiye’den altın toplayıp yurtdışına kaçırıyor, orada bunu bozdurup Türkiye’ye mal gönderiyordu.
Bunlar hem o malın satışından, hem de aslında kaçak altınla karşıladıkları bedeli sanki “halı, ipek vs.” ihraç edip de kazanmış gibi göstererek, devlet hazinesinden deve yüküyle vergi iadesi alıyorlardı. Devlet hazinesi bu emme-basma tulumba yöntemiyle nerdeyse 6-7 yıl süreyle insafsızca soyuldu.
Bu sırada Türkiye’den tam 450 ton altının kaçırıldığı yargı dosyalarına girdi.
Ama Özal, tüm bu hırsızlıkların -halen önemli bir kısmı aramızda yaşayan- faillerini çıkardığı af yasalarıyla adaletin elinden çekip aldı.
Eee... 450 ton altın kaçırılırken ruhu bile duymayan Türk milleti şimdi 64 ton altının buharlaşıp buharlaşmadığını mı fark edecek?
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2010
HUKUKUN ırzına geçildiği bir ülkede yaşıyorsanız, su gibi, oksijen gibi her gün, her an ona ihtiyaç duyar hale geliyorsunuz. Öyle ya... Yaşadığınız ülkede, Anayasa hukuku doçenti sıfatını taşıyan, üstelik Anayasa Mahkemesi Raportörü olan biri dahi “hukuk” adına “hukuksuzluğu” savunuyorsa, başka ne yapacaksınız?
Neyse ki dün TBMM Adalet Komisyonu’nda bir yasa tasarısı görüşülürken, muhalefet milletvekilleri Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in ağzından “kerpetenle diş çeker gibi” zorlayarak, bazı laflar alabilmişler.
Anlaşılan, son günlerde hangi taşı kaldırsanız altından çıkıveren Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can’ın “Anayasa Mahkemesi’nin (önüne gelen Anayasa değişikliği ile ilgili yasayı) iptale karar vermesi durumunda, parlamentonun bu kararı yok saymasını kesinlikle isterim” türü, hukukla, akılla, bilimle bağdaşmayan lafları bardağı taşırmış.
Biliyorsunuz Osman Can isimli muhterem, hukuk literatürüne yeni sayfalar ekleyen buluşlarını sergilerken, sadece “Meclis Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımasın” demekle kalmadı.
“Anayasa Mahkemesi’nin vereceği iptal kararını Başbakanlık Resmi Gazete’ye gönderip yayınlatmasın. Böylece 12 Eylül günü yapılacak referandum sırasında halkın Meclis’ten çıkmış olan metne oy vermesi sağlanmış olur” gibi, ancak aklını peynir ekmekle yemiş birinin söyleyebileceği şeyler de söyledi.
Dahası, kendisinin beğenmediği bir karar vermesi halinde Anayasa Mahkemesi’ni de, verdiği kararı da “yok” sayacağını ifade etti.
Böylece Anayasal sistemi Osman Can beyefendinin arzusuna göre yeniden dizayn etme gerektiğini hepimize anlatmış oldu.
Adalet sisteminin bugünkü hale gelmesinin baş siyasi sorumlusu olan Sadullah Ergin de -bir dönemin notorius (kötülükleriyle tanınmış) Adalet Bakanı Hüseyin Avni Göktürk de öyle idi-, muhalefet milletvekilleri yakasına yapışıp, yargıyı bu tür saldırılardan koruması gerektiğini anımsatınca, kanımızca mecbur kalıp:
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2010
YARGITAY’ın, hukukçular arasında özel itibara sahip 4’üncü Hukuk Dairesi, tüm “Ergenekon” sürecini etkileyecek müthiş bir karar verdi: BugünküHürriyet’te okuyacağınız gibi, Yüksek Mahkeme, Ergenekon sanığı sıfatıyla tutuklu olan Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın “tahliye” taleplerini gerekçesiz reddeden yargıçları, Haberal’a tazminat ödemeye mahkûm etti. Ve “hukuka saygı” yahut “adil yargılanma hakkı” söz konusu olunca, Türkiye’nin bugünkü iktidar döneminde geldiği skandal ötesi durum böylece yargı hükmüne bağlanmış oldu.
Ayrıntıyı haber sütunlarında okuyacağınız için onlara girmiyoruz.
Ama karardan anlaşıldığına göre, Haberal’a sorguda 180 adet soru sorulmuş ama hiçbiri Haberal’ın suçlandığı “terör örgütü kurmak ve yönetmek”le ilgili değilmiş. Dahası, Haberal’ın tahliye istemlerini inceleyen İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi yargıçları, bunları reddederken hiçbir gerekçe göstermemiş.
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de böylece Haberal’ın “adil yargılanma hakkını” ihlal eden 9 yargıcı, Haberal’a 1500’er lira tazminat ödemeye mahkum etmiş.
Bu kararın Mustafa Balbay, Tuncay Özkan dahil Ergenekon sanığı sıfatıyla Silivri Cezaevi’nde çile çeken pek çok sanık için çok önemli olduğunu belirtelim de söze sonra devam edelim.
Gördüğünüz gibi “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri”nin adalet dağıtmaktan çok, adaleti engellediği izlenimi verdikleri bir süreci yaşıyoruz.
Örneğin gerçekte İsmailağa Camii ve Fethullah Gülen cemaatleri hakkında soruşturma açtığı için tutuklanan Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in “tahliye”si de aynı şekilde engellendi.
Aynı tür “soruşturma” veya “usul” kuralı ihlalleri hem Av. Turgut Kazan hem de gazeteci İlhan Selçuk’un vekilleri tarafından yargıya götürüldü.
Netice Turgut Kazan’ın, Ergenekon soruşturması “Özel Yetkili” savcısı Zekeriya Öz’ün “ifadeye çağırma, zorla getirme, yakalama ve aramaya ilişkin” yasa hükümlerini ihlal ettiği gerekçesiyle hakkında soruşturma açılması istemi, -Adalet Bakanlığı’nın engellemesine rağmen- Ankara Dördüncü İdare Mahkemesi tarafından kabul edildi. Yani “yargı dağıtma işinin keyfiliğe izin vermediği” karara bağlandı.
Aynı şekilde gazeteci İlhan Selçuk’un vekilleri de, Selçuk’un dava ile ilgisi bulunmayan telefon kayıtlarının İddianame’ye konulmasının yasalara aykırı olduğunu yargı hükmüne bağlattılar.
Görüldüğü gibi hukuku çiğnemeye kalkanlar veya göz göre göre çiğneyenler, er veya geç hukukun sillesini yiyorlar.
Nitekim bekleyin... Son günlerde Anayasa Mahkemesi’ni kendi istedikleri yönde karar almazsa “hukuk dışı” sayacaklarını söyleyenler, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yasal yetkisini kullanarak atadığı yargıçlardan beğenmediklerini “Korsan Kararname ile atanmış” diyerek teşhir edenler, Anayasa Mahkemesi üyelerinin özel telefon konuşmalarını “suçmuş gibi” yayın konusu yaparak mahkemeyi baskı altına almaya çalışanlar da günü gelince aynı şekilde hukuk sillesiyle ayılacaklardır.
Kaldı ki o da olmazsa Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Türkiye’yi “Ya adalet dağıtmayı öğren veya Avrupa Konseyi üyeliğinden atılmaya razı ol” diyerek yola getirecektir. Çünkü Türkiye’nin “adil yargılanma hakkını ihlal ettiğine” ilişkin 70’i aşkın dosya halen komitenin önünde, böyle bir kararın verilmesini beklemektedir.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2010
BİZİM erbab-ı iktidar, Türkiye’nin “Batı”dan “Doğu”ya kaymadığına alemi inandırmak için yemin etse de gerçekler bir oradan, bir buradan sırıtıp duruyor. Türkiye’nin, “Biz Batı’nın ilmini, sanatını almadık, maalesef, değerlerimize ters düşen ahlaksızlıklarını aldık” diyen bir başbakan tarafından yönetildiğini düşünürseniz, bu sürpriz sayılmaz. Son örneği, Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın (TESEV) yaptığı bir araştırma ortaya koydu.
TESEV, babasının hayrına hiçbir araştırma yapmaz. Bu araştırmayı da mutlaka bir amaca hizmet için yapmış olmalı. Ama o şimdi önemli değil.
Önemli olan Başbakan Erdoğan’ın Mehmet Akif’in 1913 tarihli bir şiirinden alıntı yaparak, olsak olsak “Arap’ın hem sağ gözü hem de sağ eli” olabileceğimizi söylediği biz Türklere, bugün Arapların nasıl baktığı.
Zaten dünkü Hürriyet’te çıkan Sefa Kaplan imzalı haberde bildirildiğine göre TESEV de onu araştırmış:
İsrail’le yaşanan son Mavi Marmara krizinden önceki günlerde TESEV’ciler Mısır, Irak, Ürdün, Lübnan, Filistin, Suudi Arabistan ve Suriye’de tam 2006 kişiyle ya yüz yüze ya telefonla konuşmuşlar. Buna göre Arapların Türkler hakkındaki olumsuz duyguları 3 Kasım 2002 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesiyle değişmeye başlamış.
Derken 1 Mart 2003’te TBMM’nin topraklarımızı ABD askerlerine açmayı reddetmesi ve sonra Başbakan Erdoğan’ın Gazze’de binlerce sivili öldüren İsrail’e “hakaret” düzeyinde eleştiriler getirmesi Türkiye’nin Arap gözündeki itibarını çok yükseltmiş. Öyle ki şimdi Arapların yüzde 75’i Türklere olumlu gözle bakıyormuş.
Burada bir parantez açıp soralım:
Avrupa Birliği kamuoyundaki “olumlu puanımız yüzde 20’lerde sürünürken Araplar dünyasında yüzde 75’lerde ise, biz hâlâ “Batılıyız” diyebilir miyiz?
Öte yandan Araplar, Türkiye’yi “İslam ve demokrasinin başarılı bir sentezi” olarak görüyor, bize gıpta ediyormuş.
Örneğin “Arap dünyasındaki demokrat entelektüeller arasında ‘Türkiye gibi olalım’ diyenlerin oranı” bu sıralarda yüzde 61’miş.
Nitekim bu kesim için “Türkiye’nin laik modeli, cazibeyi artıran bir diğer önemli unsur” imiş.
Zaten “zurnanın zırt dediği” yer tam da burası.
Yani Arap entelektüeller ne kadar “Türkiye gibi olalım” dese de Atatürk gibi bir “devrimci” bulup, ülkelerinde “laik bir rejim” kurmadıkça ne kadar öykünürlerse öykünsünler, çok çok Pakistan kadar olurlar.
Bir başka deyişle, “Din ve dini değerleri kullanarak siyaset yapan partilere izin verildiği sürece” döner dolaşır karanlıktan çıkamazlar.
Dahası kurdukları rejime de her şey diyebilirsiniz ama “demokrasi” diyemezsiniz.
Nitekim Araplar 7 yıldızlı otele, en lüks araba, en büyük ve en modern saray, en geniş yol, en muhteşem havaalanına sahip olarak “çağdaş” sayılamadıklarını öğrendiler. Şimdi sıra “hukukun üstünlüğü” zemininde gelişen “özgür düşünce, eşitlik temelindeki özgür yaşamı” öğrenmelerine geldi. Bunu da yaparlarsa Türkiye’ye benzeyebilirler. Ama bugünküne değil, bugünkünü doğuran Atatürk Türkiyesi’ne...
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2010
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan hızını alamamış. Dün kendisine “Fahri Doktor” unvanı veren Karadeniz Teknik Üniversitesi’ndeki konuşmasında başta “Batılı” ülkeler olmak üzere önüne gelene -mutadı üzere- “giydirmiş”. “Bunun neresi yeni?” derseniz yanıt bulmakta zorlanırız. Ama bu defa “temel” bir konuya değindiği için önemli. Temel konu, “Türkiye Batı’dan kopuyor mu?” sorusunun yanıtında yatıyor.
Başbakan’a sorarsanız, “Türkiye’nin Batı’dan kopması, bir başka deyişle eksen değiştirmesi” söz konusu değildir.
Bu “kara propaganda” ve bu iddiaların kaynağı “İsrail basını”dır. Keza “İsrail destekli uluslararası basın da aynı şeyi söylemektedir. (Çünkü) Talimatı aynı yerden almaktadır”lar.
Dünya kamuoyunu etkileyecek güçteki medya organlarında İsrail’in değil ama “Yahudilerin” büyük çapta etkin olduğu doğrudur. Sonuçta İsrail bundan yararlanır.
Ama Başbakan Erdoğan’ın dediği -veya zannettiği- gibi “Talimatı aynı yerden almak” gibi bir durum yoktur. O nedenle Başbakan Erdoğan, medya dünyasında onun zannettiği gibi bir “kışla nizamı” olmadığını ve olamayacağını artık öğrense iyi eder. Çünkü öyle söyleyene dış dünyada gülerler. Biz de Başbakanımıza gülüyorlar diye üzülürüz.
Başbakan, “Türkiye’nin eksen değiştirmediğinin” kanıtı olarak “Avrupa Birliği’ne girmeyi hâlâ istediğimizi” söylüyor.
Sadece o değil, hâlâ Batı dünyasının sayısız örgütünde üyeyiz. Bunlardan çekilmek gibi bir düşünceyi de ifade etmiş değiliz.
Tamam da, hem öyleyiz hem de “Batı” dünyası ile palamarları çözmek istediğimizi düşündüren herşeyi yapıyoruz.
Yanlış anlaşılmasın. Ne “İran’la ilişkilerimizin geliştirilmesi”nden söz ediyoruz, ne “Suriye ile ortak Bakanlar Kurulu toplantısı” düzenleyecek kadar yakınlaşmamızın “Batı ile kopma” anlamına geleceğini düşünüyoruz.
Dahası “İsrail’in elindeki atom bombasına ses çıkarmayıp İran’ın atom bombası yapma hayali” yüzünden Batı’yı eleştirmesinin de doğru olduğunu kabul ediyoruz. Buna İsrail’in genelde Filistin, özelde Gazze halkına uyguladığı insanlıkla bağdaşmaz politikalara karşı çıkmasını da ekleyebiliriz.
Keza Avrupa ülkelerinin AB’ye üyeliğimiz konusundaki dürüstlüğe aykırı tutumunu ne kadar ağır sözlerle yerin dibine batırsa yeridir, diyoruz.
Ama bütün bunlar “çok boyutlu dış politika izlemek” sınırını aşar da el aleme, “Türkiye’de ne oluyor?” diye sordurtursanız elbet birileri “Türkiye Batı’dan kopuyor mu?” yorumunu yapar.
Hadi hepsinden vazgeçelim. Bir Başbakan tutar Osmanlı’nın Arapları, “kavm-i necip” (temiz kavim) daha doğrusu “asil ırk” diye nitelediği gibi “Türk Arap’sız yaşayamaz; kim ki yaşar der, delidir/Arap’ın Türk, hem sağ gözüdür, hem sağ elidir” derse, o Başbakan’ın Türkiye’yi Batı’dan koparacağından haklı olarak kuşku duyulur.
Bu sözlerdeki ilkellik ve ırkçı içerik bir yana, Türk’e çok çok “Arap’ın sağ gözü veya sağ eli” olma şerefini bahşeden anlayış Batılı bir Türkiye’ye yakışıyor mu?
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2010
ÖNCE ciddi bir özür borcumuz var. Onu ödeyelim de başka konuya girmeye hakkımız olsun: Dün bu sütunda çıkan “türbanlı memur” başlıklı yazıyı yazarken hükümetin Meclis’e sevk ettiği “657 sayılı yasa” ile ilgili tasarının “devlet dairelerinde türbana izin vermeyi öngördüğünü” söylemiştik. Tasarıyı, yürürlükteki hükümlerle karşılaştırırken “Disiplin Suçları” ile ilgili 125’inci maddenin “C” fıkrasına bağlı “alt fıkra”ları yanlışlıkla “A” fıkrasındakiler olarak değerlendirmişiz. Nitekim “C” fıkrası altında yazılı olan ve “Belirlenen kılık ve kıyafet hükümlerine aykırı davranma”yı suç sayan bendin yürürlükten kaldırılmak istendiğini yazdık. O da sonuçta “devlet dairesine türbanla gelmeye izin verme” anlamına geliyordu.
Devlet Bakanı Sayın Hayati Yazıcı dün aradı. Değerlendirmemizin “yanlış” olduğunu söyledi. Bunun üzerine elimizdeki metinleri tekrar kontrol ettik.
Neticede hatanın bize ait olduğunu yani “Belirlenen kılık ve kıyafet hükümlerine aykırı davranma”nın “disiplin suçu” olmaya devam edeceğini gördük. Tekrar hem Yazıcı’dan hem de okuyuculardan özür diliyoruz.
Biz, gördüğünüz gibi hatamız olunca özür diliyoruz. Çünkü “insan kusurdan bağışık” diye düşünmüyoruz.
Ama dünyaya “kusursuzluk” gibi bir ayrıcalıkla geldiğine inananlar var. Özellikle “lider” sıfatını kazananların ortak hastalığı budur. O nedenle ne yaparlarsa yapsınlar, hangi yanlışları nedeniyle milletin başını belaya sokarlarsa soksunlar, “Ben o zaman şu şekilde hata yaptım” demezler.
İnanmazsanız dönün geriye bakın... Siyasi liderlerin hatalı kararları yüzünden bu ülkenin yaşadığı birçok travma var. Varlık Vergisi’nden başlayın, 6-7 Eylül’ü unutmayın, Özal’ın ABD Başkanı (baba) George Bush’u ikna edip Irak’ın kuzeyinde bugünkü Kürdistan bölgesinin kurulmasına ortam yaratmasını sayın. CHP’nin eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, Cumhurbaşkanlığı’na Tayyip Erdoğan yerine Abdullah Gül’ün seçilmesine sebep olmasını ekleyin. Tayyip Erdoğan’ın “hukuk devleti”ni, “demokratik sistemi”, “Cumhuriyetin temel ilkelerini” yok sayan uygulamalarını unutmayın...
Bizim aklımıza gelen bu örneklere siz de kendinizinkileri ekleyin. Hiçbir kusur için, hiçbir liderin halktan “özür dilediğine” ilişkin tek bir örneğe rastlayamazsınız.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de, hem kendi yeminine hem de Anayasa’nın açık hükümleri gereği koruması gereken “tarafsızlığa” aykırı kararları ve tayinleri nedeniyle bir gün kamuoyundan özür dileyeceğine inanmıyoruz.
Tahmin edeceğiniz gibi bugün sizinle paylaşmayı düşündüğümüz konu elbet bu değildi.
Doğrusu, bugünkü iktidarın bazı meslektaşlarımız tarafından yere göğe sığdırılamayan dış politikasının bizi nereye getirdiğini ve nereye götürme ihtimali olduğunu ele almaya niyetliydik.
Öyle ya... Özellikle Sayın Ahmet Davut- oğlu Dışişleri Bakanı olalı beri kurduğumuz “stratejik ortaklık” sayısının, imzaladığımız “anlaşma”nın, soyunduğumuz “arabuluculuğun” sayısını biz kaçırdık.
Keza kırmadığımız testinin de haddi hesabı kalmadı.
İyi de... Şimdi neredeyiz? Dönüp bakmaya gerek yok mu?
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2010
DOĞRUSU o ki, biz gazeteciler “bürokrasi” konulu yazılardan kaçarız. Çünkü bürokrasi kendi içinde bile tekdüzelik, sıkıcılık içerir.<br><br>Ama bugün bir istisna yapalım diyoruz. Zira hükümetin, sayısı 2.5 milyonu aşan geniş bir bürokratlar kesimiyle ilgili bir yasa tasarısını Meclis’e gönderdiği bildiriliyor. Daha doğrusu tasarıyı kamuoyuna duyuran Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, ilginç iyileştirmelerden söz etti. Ama çoğu kez olduğu gibi “resmin sadece kendi işine gelen kısmını gösterdiği” gibi biz izlenim verdi.
Tasarıyı inceledik. ,
İnceledik derken, bu “personel” işlerinin uzmanı olmadığımızı belirtelim. Yani satır aralarına gizlenmiş bazı tuzakları görememiş olabiliriz. Hele bizim bürokrasi gibi bir virgülle bir kurumu yıkma becerisine sahip olanların hazırladığı metinlere kefil olmaktan kaçınırız.
Tasarıda aynen Hayati Yazıcı’nın dediği gibi, mevcut durumu iyileştirici hükümler var. Örneğin yürürlükteki kurala göre kıdemi “on yıla kadar” olan memura, hastalanması halinde altı aya kadar; kıdemi on yıldan fazla olana on iki aya kadar hastalık izni verilirken, tasarı bu “kıdem” koşulunu kaldırıyor. Memurun kıdemi ne olursa olsun, hastalandığı takdirde on iki aya kadar maaşlı izin verilmesini sağlıyor.
Keza “doğum”la, “ölüm”le ilgili izin sınırlarını genişletiyor. Aynı anlayış, yurtdışında görev yapan memurlara tanınan haklarda ve “ücretsiz izin” konularında da görülüyor.
Bize olumlu görünen bir hüküm daha var. Yürürlükteki yasa, memurlar için önemli olan “Takdirname” alma (veya verme) işini sadece yetkili amirin şahsi (yahut keyfi) değerlendirmesine bıraktığı halde, tasarı öyle yapmamış. Bir memurun takdirname alabilmesi için, “yüksek miktarda kamu kaynağında tasarruf sağlayıp sağlamadığını; kamu zararının oluşmasını önleyip önlemediğini; kamusal fayda ve gelirin beklentinin üzerinde gerçekleşmesini sağlayıp sağlamadığını; hizmetlerin etkinlik ve kalitesinin yükseltilmesinde somut katkısı olup olmadığını” araştırmak gerektiğini emretmiş.
Keza “disiplin suçları” ile ilgili iyi hükümler de getirilmiş. Örneğin “iş sahiplerine kötü muamelede bulunmayı, söz veya hakaretle sataşmayı” suç saymış.
Ama her şey iyi değil. Örneğin bugünkü gibi “muhafazakar” olduğunu iddia eden bir iktidarın, memur “kılık kıyafeti” konusunda da duyarlı olması gerekir değil mi?
Bakıyorsunuz tasarı “Belirlenen kılık ve kıyafet hükümlerine aykırı davranmayı” disiplin suçu olmaktan çıkarmış.
Siz bunun “türbanla (yahut çarşafla) göreve gelmeyi” disiplin suçu olmaktan çıkarmak için konulmadığını söyleyebilir misiniz?
Gördüğünüz gibi devlet dairelerinde “tesettür” dönemi başlıyor.
Keza “Yetkili olmadığı halde medya organlarına bilgi ve demeç vermek” de suç olmuş.
İyi de... Gerçekleri saklayan amirlere neden ceza yok?
Tasarıda Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, kendi yandaşlarına makam sunmak için de hüküm getirdiği yazıldı. Yok demiyoruz ama nereye sakladıklarını biz bulamadık. Varsa, bir vahim hüküm de odur elbette.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2010
BÖYLE bir rezillik bir başka ülkede de var mı bilemiyoruz.<br><br>Yargıç yahut savcı sıfatlı hukukçular hukukun ırzına geçiyor, kimseden ses çıkmıyor. İnsanlar “gizli dinleme” korkusuyla telefonlardan korkuyor. Bir bürokrat aklına esince sizin internetle bağınızı kesiyor, ceza almıyor.<br><br>Sonra buna demokrasi deniyor.
Son örnek, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın, iki yıl önce Ankara Birinci Sulh Ceza Mahkemesi’nin verdiği bir kararı tamamıyla keyfi yani kanunsuz, hukuksuz bir şekilde bozarak uygulamasıyla karşımıza çıktı.
Hikayeyi özetleyelim:
Biliyorsunuz Türkiye, internet aracılığıyla bilgiye ulaşmaya yasak koyan Çin Halk Cumhuriyeti, İran, Kuzey Kore, Suudi Arabistan gibi utanılacak ülkeler listesinde bulunuyor.
Nitekim mahkeme karar verince Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) denen kurum, o hizmeti veren internet sitesine erişmenizi engelliyor. Onu da, söz konusu hizmeti veren sitenin bağlı olduğu “hizmet sağlayıcı”nın teknik adresini yani IP (Internet Protokol) numarasını “yasaklılar listesine” alarak yapıyor.
Yazının Devamını Oku