9 Haziran 2010
KEYFİ davranmayı kendine meşru bir hak gören ama “hak ve adalet” isteyen biri çıkınca ifrite dönen insanlar ortamında yaşamak ne büyük bir azap!<br><br>Böyle bir zihniyetin ne kadar acımasız olabileceğini görmekten, özellikle “Ergenekon” davası başlayalı bıkmıştık.<br><br>Belli ki çilemiz dolmamış.
Yargıdan kendi isteklerine uygun karar çıkartabilmek için Eregenekon soruşturması başlayalıberi (Hayır! Van’daki Yüzüncü Yıl Ünüvsersitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’a iftira atıp tutuklattırdıkları tarihten beri) yapmadık şey bırakmayanlar dün tam manasıyla gemi azıya almışlardı.
Bir gazeteyi açıyorsunuz, bizzat Anayasa Mahkemesi Raportörü sıfatını taşıyan hukukçunun sözlerini okuyorsunuz:
“Reform paketinin halkoyuna gitmesi engellenirse (yani mahkeme başvuruyu yerinde bulur da değişikliğin bazı maddelerini iptal ederse) Türkiye çok ağır bedeller öder” diyor (7 Haziran 2010 Zaman).
Maksadı belli. CHP’nin son Anayasa değişikliğinin bazı hükümlerinin Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasıyla yaptığı başvurunun önünü kesmeye çalışıyor.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2010
İSRAİL’in Gazze’ye “insani yardım” malzemesi götüren “barış ve iyilik” yüklü gemilere Akdeniz’in ortasında yaptığı haydutça saldırı, aslında Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere İngiltere’nin, Almanya’nın ve öteki Batı devletlerinin bu ülkenin kanunsuzluklarına geçmiş yıllarda göz yummalarının sonucudur.
Önce bunu teslim edelim.
Gerçekten İsrail yıllar yılı her türlü hukuksuzluğu kendine hak gördü. Filistin halkına yapmadık zulüm bırakmadı. Ama her defasında dünya kamuoyuna sanki kendisi masum, Filistinliler suçlu imiş gibi yutturmayı -Batılı büyük haber ajanslarının da yardımıyla- becerdi.
Bu yüzden, İsrailli bir çocuk Filistinlilerin kurşunuyla ölünce dünya ayağa kalktı. Ama Filistinli on çocuk İsrail askerlerinin kurşunuyla ölünce, o olay “kazaya uğramış bir tavuk kadar” bile dünyada yankılanmadı.
İsrail, kendisine ait olmayan topraklara göz göre göre kendi halkını yerleştirirken Batı ülkeleri “Bu yapılanları doğru bulmuyoruz” kabilinden beyanlarla yetindi ama, Filistin halkına kendi cetlerinden kalma topraklarda yaşama hakkı çok görüldü.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2010
BİR zamanların “Akıl Cumhuriyeti” İsrail, artık en yakın destekçisi ABD’nin bile kanımızca sırtında “yük” gibi hissetmekte olduğu bir sorun yumağına dönüştü. Bu gerçeğin son örneğine tüm dünya, Gazze’ye insani yardım götüren gemilere İsrail komandolarının açık denizde yaptığı kanlı baskında tanık oldu.
“Akıl Cumhuriyeti” deyimi, artık meslekten elini eteğini çekmiş olan tanınmış gazeteci Bedii Faik’e aittir. Özellikle de İsrail’in, bir çöl ortamını yeşil bir cennete çeviren kurucu kuşağının yarattığı mucizeyi anlatmak için kullanılmıştır.
Oysa o İsrail’in yerinde şimdi arogan (kendini beğenmiş), hem şımarık hem saldırgan, üstelik kimliğinde -maalesef- ırkçılık taşıyan sevimsiz ve bağnaz bir İsrail duruyor.
Gazze halkına “insani yardım” malzemesi götüren “Sivil Toplum Kuruluşlarının” kiraladığı gemilere, İsrail sahillerinden 70 mil uzakta yani uluslararası hukuk yönünden hiçbir şekilde müdahalede bulunamayacağı bir yerde “komando” indirip en az 10 sivilin kanına giren bir gücün “sevimli” olması beklenebilir mi?
Bu “haydutça” eylem, İsrail’in sadece pervasızlığını göstermekle kalmamaktadır. Bu aynı zamanda İsrail’in yıllardır Filistin halkına hemen hiçbir zaman “adil” ve “insanca” davranmadığını söyleyenlerin haklılığını ortaya koyan bir kanıttır.
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2010
MADEM “demokrasi” hayranlığını kimseye kaptırmayan, “liberal”liğinden geçilmeyen arkadaşlar 26 Mayıs 1960 günü herkesin mutlu, özgürlüğün sonsuz,hukukun egemen, iktidarın gerçekten “demokrat” olduğu bir Türkiye’de yaşadığına inanıyormuşçasına konuşup yazıyorlar, askeri müdahalenin buna rağmen yapıldığı görüşünü savunuyorlar... Gelin birlikte o günlere gidelim.
O günlere gitmenin 27 Mayıs müdahalesini onaylamak anlamına gelmediğini belirtelim. Ama Türkiye’yi o noktaya getiren gerçekleri görmek gerektiğini de unutmayalım.
O dönemin gerçeklerini kendi hafızamızdan değil, Dr. Sedef Bulut’un “Üçüncü Dönem Demokrat Parti (DP) İktidarı (1957-1960): Siyasi Baskılar ve Tahkikat Komisyonu” başlıklı makalesinden özetleyerek aktaracağız:
? DP muhalefete tahammülsüzlüğünü, daha 1953 sonunda bir yasa çıkartarak CHP’nin tüm mallarına el koymakla gösterdi.
? 1950’den önce “radyonun iktidarın sesi” olmasını eleştirdiği halde kendi döneminde radyoyu daha kötü kullandı.
? Önce 1954’te sonra 1956’da çıkardığı yasalarla “basını” ve “üniversiteyi” ses çıkaramaz hale getirdi.
? Muhalif bir milletvekili olan Osman Bölükbaşı’nı 1954 seçiminde milletvekili seçtiği için Kırşehir’i cezalandırarak “il”likten “ilçe”liğe indirdi. Eski ilçesi Nevşehir’i il yaptı. Kırşehir’i Nevşehir’e bağladı.
? Muhalif gazetelere yazı yazan Hüseyin Cahit Yalçın, Bedii Faik, Metin Toker, Şinasi Nahit Berker, Ahmet Emin Yalman gibi yazarları ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü yapan Cemal Sağlam, Cüneyt Arcayürek, Ülkü Arman, Beyhan Cenkçi, Kurtul Altuğ, Yusuf Ziya Ademhan, Cemalettin Ünlü, Tarık Halulu dahil pek çok gazeteciyi hapse attı.
? Yargıyı ve üniversiteyi kendi buyruğu altına alabilmek için, hükümetin istediği kişiyi hiçbir gerekçe göstermeden emekliye ayırmasına izin verecek şekilde, ilgili yasayı değiştirdi. Nitekim bir defada Yargıtay Birinci Başkanı dahil 23 üyesini emekliye sevk etti.
? Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nı değiştirerek “muhalefetin” sokağa çıkıp gösteri yürüyüşü yapmasını, miting düzenlemesini fiilen imkânsız hale getirdi. Hatta CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, gittiği Rize’de, çarşıdaki esnafın elini sıkarak bu yasayı çiğnediği için tutuklanmakla kalmadı, 6 ay hapse mahkûm edildi.
? CHP’nin, kendi Genel Başkanı İsmet İnönü şerefine vereceği ziyafet yasaklandı.
? Osman Bölükbaşı Meclis kürsüsünden yaptığı ve Anayasa’ya göre hiçbir şekilde sorumlu tutulamayacağı bir konuşmada Meclis’e hakaret ettiği iddiasıyla tutuklanıp hapse atıldı.
? 1957 seçimlerinden sonra DP iktidarı TBMM İçtüzüğü’nü değiştirerek muhalefetin Meclis içindeki sesini de kıstı.
? İnsanların “özgürlük” talebini kısmaya hiçbiri yetmeyince CHP’yi kapatmayı, basını tamamen susturmayı amaçlayan Meclis Tahkikat Komisyonu’nu kurdu.
Tüm yollar tıkanınca 27 Mayıs oldu ve bir tek insan bile karşı çıkmadı.
“Çıktı” diyen konuşsun da boyunu hep birlikte görelim.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2010
GALİBA bir biz kaldık. Nitekim 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen askeri müdahale sonucu Demokrat Parti iktidarının tarihe gömülmesi ve ardından yaşananlar konusunda bilen, bilmeyen herkes ağzına geleni ya yazdı ya söyledi. Ve tabii 27 Mayıs darbesini gerçekleştirenlere suç ortakları da icat edildi.
Baştan söyleyelim:
Öylesine bir travmayı unutmalarını, özellikle Demokrat Parti mensubu veya sempatizanı kişilerden beklemeye hiç kimsenin hakkı yoktur. O nedenle ne derlerse desinler hoşgörüyle karşılamak gerekir.
Ama o kesime tanıyabileceğiniz “duygusal” değerlendirme hakkını, olayları objektif şekilde değerlendirme iddiasında olanlara tanıyamazsınız.
Özellikle gerçekleri bozarak, hatta tersine çevirerek ahkâm kesenlerin yaptığını savunmaya imkân yoktur.
Daha önce de bu sütunda yazdığımızı yeri gelmişken tekrarlayalım:
Aklı başında olan, zerre kadar hukuk nosyonu ve demokrasi sevgisi olan hiç kimse -kendimiz dahil- 27 Mayıs nedeniyle sevinmedi.
Tam tersine, o dönemi yaşayan, Adnan Menderes’in despotizminden şikâyet eden, Celal Bayar’ın “İttihat Terakki Komitacısı” kimliğinden ürken insanların tamamı, Demokrat Parti (DP) iktidarının hukuka uygun yollardan düşürülmesini istiyordu.
Ama DP iktidarının yönetici kadrosu (buna belki Celal Bayar, Adnan Menderes ikilisi demek daha doğru olur), meşru yoldan da olsa iktidarı bırakmamaya kararlı bir anlayışa sahipti.
Nitekim Cumhuriyet Halk Partisi’ni siyaset sahnesinden silmek için 1953 sonunda bu partinin tüm mal varlığına devletin el koymasını sağlayan yasa çıkarttılar.
O yetmeyince, 1960 Nisan’ında CHP’nin “yasadışı yollardan iktidarı ele geçirmek istediği” iddiası ortaya atıldı. Bu iddiayı ispatlamak için TBMM’nin özel yetkilerle donatılmış bir “Tahkikat (Soruşturma) Komisyonu” kurmasına karar verildi. Daha doğrusu böyle bir yasa çıkarıldı.
Bu komisyon yetkisini kullandı. Birçok insanı tutukladı. Birçok yerde arama yaptırdı ama o iddiayı ispatlayacak tek bir kanıt bulamadı.
Nitekim Menderes, askeri müdahaleden bir gün önce Eskişehir’de yaptığı konuşmada, “Tahkikat Komisyonu’nu lağvetmeye (kaldırmaya) karar verdiklerini” açıkladı. Ama artık çok ama çok geç idi.
DP’nin öteki marifetlerini tek tek sayacak kadar yerimiz yok. Ama Türkiye’yi tam bir dikta rejimine sürükledikleri kesindi.
DP’nin lider takımı o gidişin hem ülkeyi, hem kendilerini, hem de rejimi çıkmaza sokacağına ilişkin hiçbir uyarıya kulak vermedi.
Tam tersine Menderes, açıkça “Gerekirse iktidar da darbe yapar” diyerek, bildiği yolda devam etti.
Bu tutum ülkeyi -tekrar ediyoruz- hiçbirimizin istemediği bir yere, “darbeler” zeminine kaydırdı.
Acaba 27 Mayıs yapılmayabilir miydi?
Hepimizin -askerin, sivilin, aydının, politikacının- demokrasi deneyimi ve olgunluğu bugünkü düzeyde olsa belki de 27 Mayıs’ı yaşamazdık. Ama maalesef toplumsal gelişme istediğimiz kadar çabuk gerçekleşmiyor.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2010
BU sütunu izleyenler Kemal Kılıçdaroğlu’na bir “teşekkür” borcumuz olduğunu kabul ederler.
Çünkü arkadaşımız Süleyman Demirkan, Kılıçdaroğlu’nun “Milletvekili arkadaşlarımdan rica edeceğim, ben grup salonuna girince ayağa kalkmalarına gerek yok” dediğini bildiriyor.
Bu çirkin âdetten vazgeçmesini Deniz Baykal’dan çok istemiş ama kabul ettirememiştik.
Kılıçdaroğlu, parti lideri konuşurken sanki ağzından bal damlıyormuş gibi, her çarpıcı cümle ardından lideri ayakta alkışlama “yalakalığına” da (bu kelime bize ait) son verilmesini rica edecekmiş.
Böylece milletvekillerine taşıdıkları sıfata uygun bir saygınlık kazandırma konusunda Kılıçdaroğlu’nun duyarlı ve kararlı olduğu izlenimini alıyoruz.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2010
YARATILMIŞLARI yaratandan ötürü sevdiğini ikide bir söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sorumluluk taşıdığı ülkemizde, teker teker ölümlerin yanında toptan ölümler her gün daha fazla dikkati çeker oldu. Zonguldak’ta diri diri toprağa gömdüğümüz 30 madencinin acısı bitmeden “yaratılmış”lardan 13 Rus, 2 Türk vatandaşı gitti.
Kaderlerinin ortak yanı, “Türkiye’de olmaları ve tam anlamıyla Türk usulü bir ihmalkârlığa kurban gitmeleriydi.
Tabii bizim “ihmal” dediğimiz şeyin aslında “cinayet” diye nitelendirilmesi akla daha yakın görünüyor.
Gerçekten bizim ülkemiz -sadece bu iktidar döneminde değil belki 50 senedir- yönetim kademesindekilerin idraksizliği, duyarsızlığı ve “insana saygı” kavramından nasipsizliği yüzünden bu tür olaylar konusunda çok kötü bir sicile sahiptir. Birkaç örneği birlikte anımsayalım:
17 kişiyi, 19 Ekim 2003 günü Silivri otoyolunda, aşırı hız sonucu karşı yola geçerek minibüse çarpan TIR yüzünden toprağa gömdük.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2010
ESKİDEN keçe dedikleri bir materyal vardı. Şimdi yanılmıyorsak sanayinin belli dallarından başka yerde kullanılmaz oldu. Özelliklerinden biri “dövdükçe sertleşmesi ve kalite kazanmasıdır” diye bilinirdi.<br><br>Malum skandaldan sonra kamuoyunun karşısına çıkan Deniz Baykal’ın söyledikleri bize onu anımsattı. “Ben sıfırdan yine başlarım” diyor.
Başlar... Üstelik bakarsınız birkaç yıl içinde siyaset dünyamızın baş yahut önemli aktörlerinden biri oluverir.
Ama o zamanki Deniz Baykal dünkü -veya bugünkü- Beniz Baykal’dan farklı olur mu?
Bize sorarsanız olmaz.
Önceki gün CNN Türk ve STAR TV’ye “10 yılda bir hayatımın köklü bir değişiklik yaşadığına inanıyorum. 5 yıl yasaklıydım, yine siyaset yaptım. Yine yapacağım. (...) CHP benim iç dünyamda çok büyük bir önem taşıyor. 2010 yılında yeniden köklü bir değişim yaşıyoruz. Bu tür dönüşümlerin benim bünyemde bir ihtiyaç haline geldiğini görüyorum. 10 yılda bir sil baştan yapıyorum. Her 10 yılda bir böyle değişimlerin olması bana doping gibi geliyor” dediğine bakarsanız, gerideki 10 yıldan bir şikayeti -yahut hata olarak gördüğü herhangi bir hareketi- zaten yok.
Ortada sadece kendi iradesi dışında yaşanmış, 12 Eylül darbesi gibi; başında bulunduğu partinin 1999 seçimlerinde yüzde 10’luk baraj altında kalıp kendi kurduğu Meclis’e girememesi gibi olaylar var.
Gerçi söyledikleri 1980’de yasaklanmasını, 1999’da Parti Genel Başkanlığı’ndan ayrılmasını açıklıyor. Ama örneğin 1990’da bir önemli şok daha yaşadı mı onu söylemiyor.
Her neyse... O önemli değil.
Ama verdiği yanıtlardaki, “Benim Genel Başkanlığım sırasında CHP’nin oy tabanı yüzde 25-30 arasını gösteriyordu” vurgulaması, hatta bir ara “Ben istifa ederken oyumuz yüzde 30’a ulaştı” demesi, yarın öbür gün “Ben bu partiyi size öyle teslim ettim” diyebilmenin altyapısı gibi görünüyor.
Baykal’ın “Siyasette illa ki genel başkanlık yapılmaz ki... Siyaset hayatım devam edecek. Gerekirse meydanlara çıkacağım. Meclis’e, de mitinge de gideceğim. Meclis’e artık bir milletvekili olarak gitmek beni üzmez” şeklindeki sözleri de “gerekirse sıfırdan başlama” azmini ortaya koyuyor.
Tabii -tam aksini söylese de- dönüp dolaşıp tekrar “Genel Başkanlık” kavgasına gireceğini de...
Konjonktür müsait olursa elbet girer.
Bize bunlardan önemli görünen şey, “10 yılda bir” yeni bir döneme girdiğine olan inancı...
Bu “10 yılda bir yeni bir döneme girme” de galiba moda oldu...
Sen o 10 yıl boyunca her türlü yanlışı yap, sonra ister açıkça pişmanlık ifade ederek, ister Baykal gibi, kendinde hiç kabahat bulmayarak yeni bir dönem havariliğine soyun.
İyi de... Hadi biz biliyor, aldanmıyoruz ama, sizin değerlendirme kusurunuzun faturasını sizi ciddiye alanlara ödetmeye hakkınız var mı?
Yazının Devamını Oku