Oğuz Çelikkol

Dış politika gelişmeleri ve Kaşıkçı cinayeti

22 Kasım 2018
Geçen hafta dış politika alanında arka arkaya önemli gelişmeler oldu. Dikkatler doğal olarak Rusya Devlet Başkanı Putin’in Türkiye’ye gelmesi nedeniyle Türkiye-Rusya ilişkileri üzerindeydi. Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise ABD’de idi. New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, Vaşington’da ise ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile görüştü.

Türkiye ile Rusya ilişkileri gelişmeye devam ediyor. Rusya Devlet Başkanı Putin hafta başında Türk Akım doğalgaz projesinin deniz ayağının tamamlanması törenlerine katılmak üzere Türkiye’ye geldi. Türk Akım doğalgaz projesi bittiğinde 930 km uzunluğunda 2 hat üzerinden 31,5 milyar m3 gaz akışını sağlanmış olacak. Böylece Türkiye şu anda Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan üzerinden (Batı hattından) Türkiye’ye gelen doğalgazı Karadeniz üzerinde (Rusya’dan doğrudan Türkiye’ye uzanan) yeni boru hattından gelen doğalgazla ikame edecek.

Türk Akım doğalgaz projesi, Rus doğalgazını Rusya’nın Anapa şehrinden Türkiye’ye Trakya’ya (Kırklareli’nin Kıyıköy bölgesine) Karadeniz’den deniz tabanına döşenen 2 boru hattıyla getirecek. Şimdi Trakya’da karada hattın inşaatı başlamış durumda. Trakya’daki 260 km uzunluğundaki hatla Türk Akım doğalgaz projesi Lüleburgaz’da Türkiye doğalgaz dağıtım sistemine bağlanmış olacak. Türk Akım boru hattından gelen Rus doğalgazının yarısı Türkiye’de kullanılacak.

Rus doğalgazının diğer yarısının ise Avrupa ülkelerine satılması söz konusu. Ama daha Avrupa ülkelerinden alıcı yok. Türk Akım projesinin Yunanistan ve/veya Bulgaristan üzerinden Avrupa’ya devamı öngörülüyor. Bununla birlikte bu iki ülke üzerinde de ABD’nin baskısı olduğu, ABD’nin bu iki ülkenin de Rus doğalgazını almamasını istediği, Atina ve Sofya üzerindeki ABD baskısının arttığı haberleri basında yoğun olarak yer alıyor.

Türkiye’de yapılan törende Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Devlet Başkanı Putin’in yaptığı konuşmalar dikkat çekiciydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin hiçbir zaman diğer ülkelerin “talep ve dayatmalarına” göre düzenlemediğini vurguladı. Türkiye’nin Rusya ile giderek büyüyen ekonomik ve siyasi ilişkilerinin Batı başkentlerinde yakından takip edildiğine hiçbir şüphe bulunmuyor.

Vaşington, Türkiye’nin Rusya ile doğalgaz alanında artan işbirliği yanında, inşaatı başlayan Akkuyu Nükleer Santralı projesini, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze hava savunma sistemi almasını yakından takip ediyor. Türkiye-Rusya ekonomilerinin birbirlerini tamamladıkları bir gerçek. Türkiye ekonomisinin enerji ithalatına ve dış satım yapacak pazarlara ihtiyacı var. Rusya bu iki alanda olduğu kadar, turizm sektöründe de Türkiye için iyi bir ortak.   Ancak Türkiye-Rusya ilişkilerinin bu şekilde her alanda hızla büyümesinde Batı’nın Türkiye’ye yaklaşımındaki çarpıklığın da rol oynadığını görmek gerekiyor. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze sistemlerini almaya karar vermeden önce Batı ülkelerindeki diğer alternatifleri de incelediği, ancak Batı ülkelerinden olumlu bir yaklaşım göremediği biliniyor.

Diğer yandan ABD’nin Türkiye’yi Suriye’de yalnız bıraktığını da söylemek mümkün. ABD’nin Suriye’deki yanlış seçimlerinin ve uzun dönemli, kararlı ve kapsamlı bir Suriye stratejisini ortaya koyamamasının Suriye’deki bugünkü durumu ortaya çıkarttığı ve Suriye’deki gelişmeleri yönlendirdiği sıklıkla üzerinde tartışılan bir durum. Suriye’de Rusya gerçeği ortaya çıktıktan sonra başlayan Türkiye-Suriye işbirliği ise hem Ankara’nın hem de Moskova’nın yararına işliyor.

Türk Akım projesi töreninden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Devlet Başkanı Putin arasında yapılan görüşmede de ağırlıklı olarak Suriye konusunun gündemde olduğu anlaşılıyor. Erdoğan-Putin görüşmesinde Türkiye ile Rusya arasında varılan İdlib mutabakatının ve İstanbul’da yapılan (Türkiye, Rusya, Almanya ve Fransa) 4’lü liderler toplantısı sonuçlarının uygulanması ile ilgili konuların ele alındığı görülüyor.

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun New York ve Vaşington’da yaptığı temaslar Kaşıkçı cinayeti ile ilgili ilginç gelişmelerin yaşandığı bir sıraya rastladı. Dışişleri Bakanı’nın New York’ta BM Genel Sekreteri Guterres ve Vaşington’da ABD Dışişleri Bakanı Pompeo ve ABD Beyaz Saray Güvenlik Başdanışmanı Bolton ile yaptığı görüşmelerde de Kaşıkçı konusunun ağırlıklı olarak gündemde olduğu biliniyor.

Yazının Devamını Oku

Kaşıkçı cinayeti ve Libya'da gelişmeler

20 Kasım 2018
Geçen hafta Türk kamuoyunun dikkatleri yine Suudi gazeteci Kaşıkçı cinayeti üzerinde toplanmıştı.

Riyad ve Vaşington’dan gelen haberler dikkatlerin Kaşıkçı cinayeti üzerinde kalmasını sağladı. Bu arada Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın İtalya’da yapılan üst düzey bir Libya toplantısını terk ettiği, Türkiye’nin Sicilya’nın Palermo şehrinde yapılan Libya Konferansı’ndan çekildiği haberleri daha arka planda kaldı.

Kaşıkçı cinayetiyle ilgili ilk çarpıcı haber Riyad’dan, Suudi Arabistan Başsavcısı Yardımcısı’ndan geldi. Suudi Başsavcı Yardımcısı Kaşıkçı cinayeti ile ilgili olarak 11 kişinin suçlandığını ve bunlardan 5’i hakkında idam cezası isteyeceğini açıkladı.  Başsavcı Yardımcısı, Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğuna geldiğinde ilk önce Suudi Arabistan’a dönmesi konusunda ikna edilmek istendiğini, ancak Kaşıkçı’nın direnmesi üzerine çıkan kavgada öldürüldüğünü, cesedinin parçalara ayrıldığını ve daha sonra yerel bir işbirlikçiye teslim edildiğini ifade etti.

Suudi Arabistan Başsavcı Yardımcısı’nın ifadelerinden Kaşıkçı cinayetinin emrini Suudi Arabistan Veliaht Prensi Salman’ın eski danışmanlarından istihbarat örgütü üyesi Suud el Kaddani’nin verdiği anlaşılıyor. Başsavcı Yardımcısı Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’a getirilmesi emrini ise Suudi İstihbarat Örgütü Başkan Yardımcılarından Ahmet el Asiri’nin verdiğini belirtiyor. Ortaya çıkan durum Suudi Arabistan’ın Kaşıkçı cinayeti ile ilgili emir verme, azmettirme sorumluluğunu Suud el Kaddani ve Ahmet el Asiri’de bırakacağını artık açıkça ortaya koyuyor. Suudi Arabistan Başsavcı Yardımcısı Veliaht Prens Salman’ın Kaşıkçı olayından haberi veya sorumluluğu olmadığını zaten açıklamış durumda.

Kaşıkçı cinayeti ile ilgili olarak Suudi Arabistan’dan gelen açıklamalarla Türkiye’nin bugüne kadar ortaya çıkarttığı bulgular esasen birbiriyle örtüşmüyor. Suudi Arabistan şimdiye kadar ortaya çıkartılan bulgularla cinayeti artık kabul etmeye zorlanmış görünmekle beraber, Riyad hala cinayetin son anda patlak veren “arbede” sonucu işlendiği “versiyonunu” Dünya’ya kabul ettirme gayreti içinde. Halbuki bütün bulgular cinayetin daha önce Riyad’da planlandığını, cinayetin işlenmesi amacıyla İstanbul’a “tam teşkilatlı” bir grup Suudi yetkilinin gönderildiğine işaret ediyor.

Öte yandan New York Times gazetesinde geçen hafta sonu çıkan bir haber de ABD İstihbarat Örgütünün (CIA)  Kaşıkçı cinayetinin Riyad’da Prens Salman’ın bilgisi ve onayıyla planlandığı sonucuna vardığına işaret etti. New York Times gazetesinin bu haberi ABD yetkililerince teyit edilmiş değil. Kaşıkçı cinayetiyle ilgili birçok cevapsız soru hala ortaya duruyor. Bu sorulardan biri de Kaşıkçı’nın işlemlerini niye (çalıştığı ve ikametinin bulunduğu) Vaşington’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliği’ndeki konsolosluk bölümünde yaptırmadığı hususu. Kaşıkçı’nın konsolosluk işlemlerini yaptırmak için İstanbul Başkonsolosluğuna niye yönlendirildiği hususu cevaplandırılması gereken çok önemli bir soru.

Daha önce Kaşıkçı’nın (Prens Salman’ın kardeşi olan) Suudi Arabistan’ın Vaşington Büyükelçisi Halid Bin Salman ile 2 kez telefonda konuştuğu, Vaşington’dan İstanbul’a Büyükelçi tarafından yönlendirildiği haberleri ABD basınında bildirilmişti. Halid Bin Salman’ın bu iddiayı yalanladığı haberleri ise şimdi basında yer alıyor.

Başkan Trump yaptığı açıklamada CIA Kaşıkçı raporunun hazırlandığını, ancak rapor konusunda basında yer alan haberlerin erken olduğunu, raporun Kaşıkçı cinayetine kimin sebep olduğuna ve cinayeti kimin işlediğine açıklık getireceğini ifade etti. Bu raporun bu hafta başında Başkan Trump’a verileceği anlaşılıyor.  Kaşıkçı cinayeti ile ilgili bu CIA raporunun büyük ses getirmesi beklentisi yüksek.         

Suudi Arabistan’dan geç, eksik ve zaman zaman çelişkili gelen bilgilerin esasen Dünya kamuoyunu tahmin etmediği ortaya. Ama şu ana kadar ortada çıkan diğer bir gerçek de, başta ABD ve Fransa olmak üzere, Batılı ülke yönetimlerinin çoğunluğunun Kaşıkçı olayının bir şekilde, Riyad tarafından ortaya konan versiyon çerçevesinde, kapatılmasını ve Suudi Arabistan’ın cinayetteki sorumluluğunun alt düzeylerde tutulmasını tercih ettikleri. Kendi kamuoylarından, basınlarından, parlamentolarından baskı gelmese bu yönetimlerinin Kaşıkçı olayının üzerinde bile durmayacakları bir gerçek. Ama özellikle Başkan Trump üzerinde Kongre ve ABD basınından gelen büyük bir baskı bulunduğu da izleniyor.

Yazının Devamını Oku

Üç savaş

15 Kasım 2018
Dünya Liderleri 1. Dünya Savaşı’nın bitiminin 100. yıldönümünü anmak amacıyla geçen hafta sonu Paris’te bir araya geldiler. 1. Dünya Savaşı yarattığı korkunç yıkım ve sebep olduğu büyük insan kaybı sebebiyle hatırlarda. Bu savaşta sivil ve asker 20 milyon civarında insanın hayatını kaybettiği tahmin ediliyor.

1. Dünya Savaşı İmparatorlukların yıkımına sebep oluyor. Bu savaştan sonra (savaşın galipleri tarafından) oluşturulan Dünya düzeninin yarattığı etkiler hala (özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da) görülüyor. Avrupa yaşadığı 2 büyük Dünya savaşından sonra, Almanya-Fransa uzlaşısı temelinde, kendisine bir gelecek oluşturmuş görülüyor. 1. Dünya Savaşı’nda imparatorluklarını kaybeden Rusya, Avusturya, Almanya ve Türkiye de bu savaşın yarattığı çok olumsuz sonuçlardan kısa sürede çıkarak, uluslararası ilişkiler içinde yerlerini alıyorlar.

Ama Paris’te anma töreni yapıldığı anlarda bile geniş Orta Doğu bölgesinde yerel savaşlar devam ediyor. 1. Dünya Savaşı’nın galiplerinin Orta Doğu’da kurdukları düzen bölgeye barış ve istikrar getirmemiş durumda. 1. Dünya Savaşı’nın galiplerinin 100 yıl önce biten bu savaş içinde imzaladıkları Sykes-Picot Anlaşması adı hala gündemde. Daha kötüsü bölge için yeni Sykes-Picot anlaşmalarının hazırlandığı, Orta Doğu için dışardan yeni planların ve düzenlemelerin yapıldığı endişesi giderek artıyor. 

Bu hafta sonunda uluslararası toplumun dikkatleri bölgede devam eden savaşlar arasında üçü üzerinde yoğunlaşmıştı. Filistin Sorunu 1. Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzenle doğrudan ilişkili, hatta bu düzenin doğrudan ortaya çıkarttığı bir mesele. İsrail Başbakanı Netanyahu, anma törenleri nedeniyle Paris’e yaptığı ziyareti kısa keserek İsrail’e döndü. Gazze-İsrail sınırında çatışma ortamı ve istikrarsızlık bir süreden beri devam ediyor.

Gazze’de çatışmaların hafta sonu hızla tırmanmasının bir süreden beri bölgede kalıcı bir düzenleme yapmaya çalışan Mısır, Katar ve Birleşmiş Milletlerin çalışmalarını olumsuz şekilde etkilemesinden endişe ediliyor. Gazze ile İsrail arasındaki tansiyonun artmasına bu sefer İsrail’in Gazze içinde giriştiği askeri operasyon ve bu operasyon sonucu bazı Hamas askeri yetkililerinin hayatlarını kaybetmesi oldu. İsrail’in Gazze içlerine kadar sızarak gerçekleştirdiği operasyon sonucu çıkan çatışmada Filistinliler ve bir İsrail askeri hayatını kaybetti. Tırmanan çatışmalarda İsrail hava gücüyle Gazze’yi bombaladı, Hamas ise İsrail’e çok sayıda füze attı. Sonunda ateşkes ilan edildi ama ateşkesin ne kadar süreceği açık değil.

Hamas-İsrail çatışmasındaki bu hızlı tırmanışın İsrail’in Gazze’deki maaşların ödenmesi konusunda Katar’a izin vermesinden ve Katar parasının İsrail üzerinden Gazze’ye ulaştırılmasından hemen sonra gelmesi biraz şaşkınlık yarattı. Uluslararası toplumun Gazze’ye uygulanan katı ve sınırsız İsrail ambargosunun bir ölçüde yavaşlatılması ve Hamas ile İsrail arasında kalıcı bir ateşkes ve anlayış oluşturulması çabalarının Mısır, Katar ve BM tarafından sürdürüldüğünün anlaşıldığı bir zamana gelmesi bir talihsizlik olarak görülüyor.

İsrail-Filistin çatışmasının bütün yönleriyle önümüzdeki kısa dönemde uluslararası gündemin en ön sıralarına çıkması bekleniyor. Bütün işaretler Trump Yönetimi’nin hazırladığı Filistin “çözüm” planının çok yakında açıklanacağına işaret ediyor. Başkan Trump’ın damadı ve danışmanı Jared Kushner tarafından, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun görüş ve istekleri doğrultusunda, hazırlandığı konuşulan bu planın Filistin Yönetimini zor durumda bırakması bekleniyor.

Başkan Trump zaten Filistin Yönetimi üzerinde baskıyı arttıran tüm kararları arka arkaya almış durumda. Trump Yönetimi’nin Kudüs, UNWRA’ya yardımın kesilmesi, Vaşington’daki Filistin Bürosunun kapatılması kararları bunların arasında. Trump Yönetiminin “Jared-Netanyahu çözümünün” Filistinlilere “zorla” kabul ettirilmesi için Mısır ve Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerine güvendiği ortaya çıkıyor.

Hafta içinde uluslararası dikkatlerin toplandığı diğer “Orta Doğu savaşı” Yemen’di. Yemen’le ilgili olarak ABD ve Batı ülkelerinden “barış görüşmelerinin” başlaması çağrıları gelirken, sahada Yemen’de çarpışmalar hızlandı. Bu arada Vaşington’dan “bundan böyle” ABD’nin, Yemen savaşına katılan Suudi ve Birleşik Arap Emirlikleri savaş uçaklarının havada benzin ikmalini yapmayacağı haberi geldi. Vaşington’un bu kararı Riyad ve Abu Dhabi için fiiliyatta çok önemli olmasa da sembolik bir önem taşıyor. Trump Yönetimi üzerinde insani boyutu giderek ağırlaşan Yemen savaşının sonlandırılması için iç baskının arttığını gösteriyor.

Yazının Devamını Oku

2020’ye doğru

13 Kasım 2018
6 Kasım tarihinde yapılan ABD ara seçimlerine uluslararası ilgi gerçekten büyüktü. Seçimler, daha önce pek de şahit olunmadığı şekilde, uluslararası basın tarafından yakından izlendi. Vaşington’da neler olduğu, Trump Yönetimini ilgilendiren gelişmeler çeşitli başkentlerde bazen merak ve ilgi, bazen tedirginlik ve endişe yaratıyor.

Avrupalı liderler Trump’dan duydukları endişeyi pek de gizlemiyorlar. Avrupa başkentlerinde önümüzdeki 2 yıl içinde Trump Yönetimi ile ilişkilerin, zararsız bir şekilde, nasıl sürdürüleceği hesaplarının yapıldığı muhakkak. Moskova’nın, her ne kadar Trump’ın Rusya’ya genel yaklaşımından memnun gözükse de, Vaşington’daki ABD-Rusya ilişkileri konusundaki belirsizlikten tedirgin olduğunu tahmin etmek zor değil. Pekin de Trump Yönetimi ile ilişkileri mümkün olan en az zararla kapatmayı bekleyen başkentler arasında.  

Tahran’ın Başkan Trump’la ilgili gelişmeleri en yakın takip eden başkentler arasında olduğu söylenebilir. İran tekrar yoğun ABD ekonomik yaptırımlarına hedef oldu. Tahran’ın, giderek farklı şekiller alan Trump-Netanyahu-Prens Salman işbirliğinin gerçek hedefi olduğu çok açık. Vaşington’un “pes etmiş” bir Tahran’ı tekrar görüşme masasına sürüklemek istediğine, hatta Trump Yönetimi’nin İran’da artık doğrudan rejim değişikliğini hedef aldığına inananlar çok. Tahran, Trump Yönetimiyle masaya oturursa bu kez gündemde sadece nükleer konuların değil, İran’ın bölgesel politikaları ve İran’ın füze programı dahil askeri harcamaları gibi diğer konuların bulunacağını biliyor.

ABD ara seçimlerine yönelik uluslararası ilginin ilk sebebi seçim sonuçlarının Trump Yönetimi’nin ülkeyi önümüzdeki 2 yıl içinde yönetmesine nasıl bir etki yapacağıyla ilgili. Ancak ara seçimlerin atlatılmasından sonra ABD’de 2020 Başkanlık seçimlerinin hazırlıklarının başlayacağı, Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti içinde aday seçim sürecine girileceği, ara seçim sonuçlarının 2020 Başkanlık seçimleri konusunda ipuçlarını da ortaya çıkartacağı da biliniyor. Başkan Trump’ın, kendisinden önceki hemen tüm Başkanlar tarafından yapıldığı şekilde, 2. dönem için (2020-2024) adaylığını koymak istediğine ve bu yönde hareket edeceğine kesin bir gözle bakılıyor.

Başkan Trump döneminde ülkeleriyle ABD arasındaki ilişkilerin 2 yıl daha nasıl “kazasız belasız” yürütüleceğini düşünen birçok başkent için, 2020 ile 2024 arasında 4 yıllık ikinci bir dönem Trump Yönetiminin çok daha endişe verici olduğu açık. Trump’ın 2020 Başkanlık seçimlerinde adaylığını koyması ve seçilmesi ihtimali ise oldukça yüksek. 2016 Başkanlık seçimlerinde Trump’ın adaylığının ilk başta nasıl “görmemezlikten” gelindiği, “küçümsendiği”, olmaz denildiği, ancak Trump’ın hem Cumhuriyetçi Parti adaylığını aldığı, hem de seçimi kazandığı hatırlarda.

Önümüzdeki (2020) Başkanlık seçiminde Trump’ın işi daha da kolay gözüküyor. Kendi Partisinin (Cumhuriyetçi Parti) başkan adaylığını alması bu kez çok daha kolay. 2020 Seçimlerini kazanması ise önümüzdeki 2 yıl içindeki gelişmelere ve Demokrat Partinin çıkartacağı adaya bağlı. Şu andaki kamuoyu yoklamaları Başkan Trump’ın Amerika içindeki popülaritesinin yüksek olduğunu ve Trump’ın 2016 yılında seçimi kazanmasını sağlayan seçmen tabanını hala elinde tuttuğunu gösteriyor.

6 Kasım ara seçimlerinin ortaya koyduğu tablo ise Trump için çok da kötü değil.  Bazı yerlerde seçimlerin resmi sonuçları henüz açıklanmadı ama genel tablo ortaya çıkmış vaziyette. Kongre’ye bakıldığında seçimlerde Cumhuriyetçi Parti Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu kaybetmesine rağmen, Senato’da kanadındaki çoğunluğunu daha güçlendirdi. Valilik seçimlerinde ise Demokrat Partinin daha iyi bir performans gösterdiği anlaşılıyor.

Kongre’nin Temsilciler Meclis’i kanadında çoğunluğun Cumhuriyetçi Parti’den Demokrat Parti’ye geçmesi bir anlamda Vaşington’da tek parti yönetiminin bitmesi anlamına geliyor. Her şeyden önce Temsilciler Meclisi Başkanı ABD protokolünde (Başkan ve Başkan Yardımcısından sonra) 3’üncü sırada bulunuyor. Böylece Vaşington’da (devlet protokolünde) önemli bir pozisyon önümüzdeki Ocak ayından itibaren artık Demokrat Partiye geçmiş olacak.

Temsilciler Meclisi’nin bütçenin yapımı ve parasal konularda da yetkileri fazla. Başkan Trump iç ve dış politika konularında alacağı kararların uygulanabilmesi için bundan böyle Demokrat Parti ile daha fazla istişare etmek, politikalarının finansmanı için Temsilciler Meclisi’ni ikna etmek zorunda kalabilecek. Temsilciler Meclisi’nin ayrıca soruşturma açmak ve Trump Yönetimi yetkililerini ifade vermek üzere davet etmek yetkisi var. Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğun el değiştirmesiyle Meclis Komitelerindeki başkanlıklar da Demokrat Partiye geçecek.     

Yazının Devamını Oku

Ege ve Doğu Akdeniz’de gelişmeler

8 Kasım 2018
Eylül ayı sonunda Ankara ile Atina arasındaki ilişkileri ciddi şekilde etkileyebilecek bazı gelişmeler meydana geldi. Türkiye, Doğu Akdeniz’de sismik araştırmaları tamamladıktan sonra Antalya Körfezinin hemen güneyinde sondaj yapmaya başladı. Türkiye bu atılımlarıyla Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama ve çıkartma konusunda önemli ve gerekli adımları atmış oldu.   

Doğu Akdeniz’deki sismik araştırmalar bir süre önce Barbaros Hayrettin gemisiyle yapıldı. Türkiye kısa bir süre sonra 2. sismik araştırma gemisini (Piri Reis)  de kullanmaya başlayacak. Böylece, Türkiye’nin çevresindeki denizlerde petrol arama kapasitesi büyük ölçüde artacak. Türkiye’nin ilk sondaj gemisi Fatih de şu anda Doğu Akdeniz’de daha önce sismik araştırmaları tamamlanan bir bölgede doğal gaz bulmak ve çıkartmak amacıyla kuyular açıyor. Türkiye’nin kısa bir süre sonra 2. sondaj gemisini de hizmete sokacağı basında yer alan bilgiler arasında.

Konunun Türkiye-Yunanistan ilişkilerini ilgilendiren yanı ise Türkiye’nin sismik araştırma çalışmaları yaptığı Doğu Akdeniz’deki deniz alanlarının (en azından önemli bir bölümünün)  iki ülke arasında anlaşmazlık konusu olması. Her ne kadar Fatih gemisinin şu anda doğalgaz bulmak ve çıkartmak amacıyla sondaj çalışması yaptığı yer anlaşmazlık konusu olan bu bölgede olmasa da, Türkiye’nin bölgedeki tüm sismik ve sondaj çalışmalarının Yunanistan tarafından yakından izlendiğine şüphe bulunmuyor.   

Yunanistan Kaş açıklarındaki küçük Meis adasını gerekçe olarak göstererek Akdeniz’in bu bölümünde çok büyük bir bölgede Münhasır Ekonomik Bölge ve kıta sahanlığı iddiasında bulunuyor. Akdeniz’in bu bölgelerinin, Girit ve Rodos adalarının devamı olarak Kıbrıs adasının deniz yetki alanlarına kadar olan kısmının, kendisine ait olduğunu iddia ediyor ve (bu kez) Türkiye’yi Akdeniz’de Antalya ve Mersin körfezlerine sıkıştırmayı planlıyor.

Türkiye ise Yunanistan’ın Meis adasını kullanarak Doğu Akdeniz’in büyük bir bölümünde hak iddia etmesini kabul etmiyor, küçük Meis adasının Doğu Akdeniz’de hak iddiaları için gerekçe olarak kullanılamayacağını, bu bölgedeki deniz yetki alanlarının sahibinin Türkiye olduğunu savunuyor. Türkiye bu bölgeyi şimdiden kendi Münhasır Ekonomik Bölgesi olarak ilan etmiş durumda.

Ankara, Yunanistan’ı Fatih gemisinin Akdeniz’de şu anda (ve ilerde yapacağı diğer) sondaj çalışmalarını etkileyici davranışlar içine girmemesi konusunda uyarıyor. Daha çok kısa bir süre önce, Ekim ayı ortasında bölgede sismik araştırmalar yapan Barbaros Hayreddin Paşa gemisinin bir Yunan fırkateyninin tacizine uğradığı, Yunan savaş gemisinin Türk savaş gemilerinin olaya müdahale etmesi üzerine bölgeden ayrılmak zorunda kaldığı biliniyor. Bölgede Yunan savaş gemilerinin de bulunduğunu dikkate alan Ankara, Fatih gemisine de bir taciz olayı yaşanmaması için, bölgede yaptığı (ve yapacağı) sondaj çalışmalarını (aynen daha önceki sismik çalışmalardaki gibi) savaş gemileri eşliğinde sürdürüyor.

Doğu Akdeniz’deki sismik ve sondaj çalışmaları esasen yeni değil. Kıbrıs Rum Yönetimi Kıbrıs adası etrafında kendisine ait olarak ilan ettiği deniz yetki alanlarında bu faaliyetleri, uluslararası şirketlerden kiraladığı gemilerle, bir süreden beri devam ettiriyor. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin petrol ve doğal gaz aramaları için ruhsat verdiği bu bölgelerin bir bölümü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin aynı amaçla ruhsat çıkarttığı bazı alanlarla çakışıyor.

Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti esasen Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ada çevresinde Akdeniz’in hiçbir bölgesinde petrol ve doğalgaz aramasını istemiyor. Türk tarafı Rumların böyle bir çalışmayı başlatma konusunda yetkisi olmadığı, ada çevresindeki tüm Akdeniz üzerinde Kıbrıs Türk tarafının da eşit haklara sahip olduğu görüşünde. Ankara ve Lefkoşe, bu çerçevede, Türk tarafıyla eşit şartlarda işbirliği yapmadan (veya Kıbrıs sorunu bir şekilde çözülmeden)  Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs çevresindeki deniz alanlarında hak iddia edemeyeceğini, petrol ve doğalgaz arama çalışmalarını başlatamayacağını savunuyor.

Kıbrıs Rum Kesimi ise konuyu “kaşımaktan” vazgeçmek niyetinde gözükmüyor, uluslararası petrol şirketleriyle petrol/doğalgaz arama ve çıkartma anlaşmaları yapmaya devam ediyor. Bu yılın Şubat ayında Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bir İtalyan şirketine bölgede doğalgaz aratma çalışmalarının Türkiye’nin kararlılığıyla ve müdahalesiyle engellendiği hatırlarda. Yine Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetiminin Exxon Mobil şirketiyle yapmaya çalıştığı doğalgaz arama çalışmalarını da engellemek için harekete geçtiği biliniyor. Fatih sondaj gemisinin önümüzdeki dönemde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin TPAO’ya ruhsat verdiği bölgelerde çalışacağı basın haberleri içinde yer alıyor.

Yazının Devamını Oku

Ankara-Vaşington hattında gelişmeler

6 Kasım 2018
Geçtiğimiz hafta içinde Türkiye-ABD ilişkilerinde önemli bazı gelişmeler meydana geldi. Rahip Brunson’un serbest kalması ve ülkesine dönmesinden sonra Ankara-Vaşington hattında olumlu yönde atılan adımlar birbirini takip etti.

 

İlk olarak iki ülke arasında üst düzeyde telefon diplomasisi yeniden başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump kısa bir süre içinde 2 telefon görüşmesi gerçekleştirdiler. Bu iki ülke arasındaki sorunların üst düzeyde ele alınması ve sorunların çözümü için önemli. İki ülke liderlerinin kısa bir süre içinde yüz yüze görüşmeleri için fırsatlar ortaya çıkacağı da anlaşılıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump’ın yüz yüze görüşmeleri için ilk fırsat 10-11 Kasım tarihlerinde Fransa’da ortaya çıkacak. Fransa bu tarihlerde 1. Dünya Savaşı’nın bitmesinin 100. yılının anılması için ülkede bir seri etkinlik düzenliyor. Diğer bazı ülkelerin lideriyle beraber, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başkan Trump da, bu anma törenlerine katılmak için Fransa’da bulunacaklar. Rusya Devlet Başkanı Putin ve birçok Avrupa ülkesinin devlet ve hükümet başkanlarının da bu tarihlerde Fransa’da bulunması ikili görüşmeler için önemli bir fırsatı ortaya çıkartıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump’ın Paris’te ikili bir görüşme yapacakları esasen açıklanmış bulunuyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump 30 Kasım-1 Aralık tarihlerinde Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te de görüşme imkanına sahip olacaklar. Dünya’daki en büyük 19 ekonomi ile Avrupa Birliği’nden oluşan G-20 Grubunun liderliğini bu yıl Arjantin yürütüyor. Bu yılki G-20 Zirvesi de, bu çerçevede, Buenos Aires’de yapılacak. G-20 üyesi ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarının 30 Kasım-1 Aralık tarihinde bu Zirveye katılmak amacıyla Buenos Aires’de bulunması bekleniyor. Bu tip Zirve toplantılarının marjında önemli ikili görüşmelerin de yapıldığı biliniyor.

Ankara-Vaşington ilişkilerinde geçen hafta yaşanan olumlu gelişmelerin başında, Menbiç Mutabakatının uygulanması çerçevesinde, Menbiç çevresinde ortak askeri devriyelerin başlaması geliyor. Gaziantep’te bir ay kadar süren ortak eğitim çalışmaları sonunda iki ülke askerleri Menbiç’teki ortak devriye operasyonlarını başlattılar. Menbiç Mutabakatının uygulanmasının gecikmesinin Ankara’da tedirginlik yarattığı ve Mutabakatın bir oyalanma aracı olarak kullanıldığı düşüncesinin ortaya çıktığı biliniyor. Ortak Devriye operasyonlarının başlaması bu açıdan Ankara’da olumlu karşılandı.

Menbiç’te bundan sonra, Menbiç Mutabakatı çerçevesinde, YPG’nin elindeki ağır silahların toplanması, Menbiç’teki PYD/YPG mevcudiyetinin sona ermesi ve YPG’nin Fırat Nehri’nin doğusuna çekilmesi, Menbiç çevresinde başlayan Türk-Amerikan ortak askeri devriyelerinin Menbiç şehri içinde de başlaması ve Menbiç’te gerçek Menbiçliler tarafından yerel bir idare oluşturulması bekleniyor. Ancak bu aşamalar gerçekleştirildikten sonra Menbiç Mutabakatının tam olarak uygulandığını söylemek mümkün.

Suriye, Türkiye-ABD ilişkilerinde önemli ve sorunlu bir konu olmayı sürdürüyor. Ankara hala Vaşington’un Suriye’de ne yapmak istediğini, ABD-PYD/YPG ortaklığının nereye gittiğini, Vaşington’un DEAŞ’la mücadele etmesi için PYD/YPG’ye ileriye dönük sözler verip vermediğini, Vaşington’un PYD/YPG’ye verdiği ağır silahların (verilen sözler tutulup) ne zaman toplanacağını, Vaşington’un ABD’nin desteğiyle Kuzeydoğu Suriye’de kurulan PYD/YPG yapılanmasını ne zamana ve nereye kadar sürdürmeyi planladığını tam olarak bilmiyor. Bütün bu sorular Ankara’da Vaşington’un Suriye konusundaki niyet ve politikaları konusundaki endişe ve şüpheleri arttırıyor. Vaşington’un DEAŞ’la mücadeleden sonra Suriye’deki varlığını bölgedeki İran etkisini azaltmak amacıyla açıklamaya çalışması da, Irak’taki ABD-İran dolaylı işbirliği ve sağlanan ahenk de dikkate alındığında, Ankara açısından çok da rahatlatıcı olmuyor.

Geçen hafta Ankara-Vaşington hattında yaşanan diğer olumlu bir gelişme de ABD’nin Türkiye’yi İran’a uygulanmasına 5 Kasımda başlayan ikinci bölüm yaptırımların dışında tutması oldu. Vaşington’dan gelen haberler Türkiye’nin İran’a uygulanacak ve İran’ın petrol ve doğalgaz sektörünü hedef alan yeni yaptırımlarının dışında (geçici de olsa) tutulacak 8 ülke arasında olduğunu gösteriyor. Vaşington’un İran’dan petrol ve doğalgaz ithal eden (Japonya, Güney Kore gibi) 8 müttefiki ülkeyi İran’a yeniden başlatılan yaptırım rejimi dışında tutmaya karar verdiği anlaşılıyor. Türkiye, İran’dan (iki ülke arasındaki boru hattından) doğalgaz ithal ediyor ve Türkiye’nin de muafiyetten yararlanacağı ortaya çıkıyor.

Yazının Devamını Oku

Vaşington-PYD/YPG işbirliğinin  arka planı

1 Kasım 2018
ABD’nin Irak ve Suriye Kürtleriyle ilişkilerinin geçmişi 1970’li yıllara, hatta daha öncesine kadar uzanmaktadır. Bu ilişkinin dönüm noktası 1970’li yıllarda kötüleşen İran-Irak ilişkileri olmuştur.

1970’li yıllarda Tahran-Bağdat ilişkileri Şattülarap Nehri sorunu sebebiyle hızlı bir şekilde kötüleşmiştir. Irak 1970’li yılların başında Şattülarap Nehri üzerindeki Irak-İran sınırı konusunu ortaya atmış ve sınırın Nehrin İran tarafındaki kıyıdan geçtiğini savunmaya başlamıştır. İran ise Şattülarap Suyolunda sınırın ortay hattan geçtiğinde ve mevcut durumun devam etmesi gerektiğinde ısrarcı olmuştur. Fırat ve Dicle Nehirlerinin birleşmesinden meydana gelen ve bu iki nehrin sularını Körfeze taşıyan 193 kilometrelik Şattülarap Suyolunun hangi kısmının hangi devlete ait olduğu konusundaki çatışma uzun bir süre sürmüş, Tahran-Bağdat ilişkilerini de ciddi bir şekilde germiştir.

Bu dönemde İran’da hala Şah rejimi bulunmakta, Şah Rıza Pehlevi de ABD tarafından desteklenmektedir. Şah rejimi Şattülarap sorununu ortaya çıkartan Irak’a karşı bu yıllarda Kuzey Irak’taki Kürt sorununu “tahrik” etmeye başlamış, Kuzey Irak’taki Molla Mustafa Barzani yönetimindeki Kürt hareketine destek vermiştir. Kuzey Irak’taki Kürtlere destek operasyonu İran Şahı’nın istihbarat örgütü SAVAK ile CIA tarafından birlikte yürütülmüş ve ABD’nin Irak Kürtleriyle yakın ilişkileri (ve işbirliği) bu dönemde başlamıştır.

Şah yönetimindeki İran, Bağdat’a karşı örgütlemeye çalıştığı Irak Kürtlerine bu dönemde SAVAK-CIA ortak operasyonlarıyla önemli miktarda silah ve askeri malzeme aktarmıştır. Irak Kürtleri bu dönemde Bağdat’a karşı yürüttükleri silahlı mücadelede İran topraklarını da kullanmışlardır. Irak Kürtlerini desteklemek amaçlı bu operasyona İsrail’de “ilgi” duymuş ve İsrail istihbarat örgütü MOSAD da katılmıştır.

Irak ile İran arasındaki Şattülarap sorunu 1975 yılında Cezayir’in arabuluculuğuyla varılan Cezayir Anlaşmasıyla çözümlenmiş, Irak-İran ilişkileri bir süre istikrar kazanmıştır. İlk olarak Irak ve İran Dışişleri Bakanları Cezayir’de bir araya gelmiş, daha sonra Cezayir Devlet Başkanı Hayri Bumedyen’in arabuluculuğuyla İran Şahı Rıza Pehlevi ile Irak lideri Saddam Hüseyin Cezayir’de görüşerek aralarındaki anlaşmazlıkları çözümleme kararı almışlardır. Bu durumda İran, Irak Kürtlerine verdiği açık desteği kesmiş, Irak ülkenin kuzeyinde hakimiyetini tekrar sağlamıştır. Irak Kürtlerine yönelik SAVAK-CIA-MOSAD ortak operasyonu, Cezayir Anlaşması’yla sona ermekle beraber, ABD (ve İsrail’in) Kuzey Irak’a ilgileri ve Irak Kürtleriyle ilişkileri sona ermemiştir.

İran’da Şah rejiminin düşmesi ve Şiilik esasına dayanan bir İslam Cumhuriyeti kurulması Orta Doğu’da, sonuçlarını bugün de yaşadığımız, önemli değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Şah rejiminin düşmesinden hemen sonra Saddam Hüseyin 1975 Cezayir Anlaşması’nı geçersiz ilan etmiş, iki ülke arasında 1980-1988 yılları arasında 8 yıl süren yıkıcı bir savaş yaşanmıştır. Bu dönemde Saddam Hüseyin’in Şattülarap konusu yanında İran’ın Kuzistan bölgesinde yaşayan Arapça konuşan nüfusu da gündeme getirdiği izlenmiştir.

Sekiz yıl süren İran-Irak savaşı sırasında ABD ve Batı ülkeleri genel planda Bağdat’ı desteklemekle beraber, hem İran hem de Irak’a silah satmışlar ve savaştan büyük ölçüde yararlanmışlardır. İran-Irak savaşının bir sonucu da Irak’ın kuzeyindeki Kürt isyanının tekrar patlak vermesi olmuş, Tahran’daki yeni rejim de Irak Kürtlerini Bağdat’a karşı açık bir şekilde desteklemiştir. Tahran’daki yeni rejimin Irak’taki Kürt gruplarla ilişkileri bu dönemde kurulmuş, özellikle Süleymaniye bölgesinde güçlü olan Celal Talabani’nin KYP partisi ve bu partiye bağlı milis güçleri ile İran’daki yeni rejim arasında yakın ilişkilerin temelleri bu dönemde atılmıştır.

İran’ın Kuzey Irak’ta (Kürtlerin yardımıyla) sürdürdüğü askeri bir saldırı sırasında, Saddam Hüseyin rejimi 1988 yılı Mart ayında Halepçe’de kimyasal silah kullanmıştır. Irak’ın Kürtleri İran’a yardım ettikleri için “cezalandırmak” amacıyla Süleymaniye’nin hemen güneyinde İran sınırına çok yakın olan Halepçe şehrinde kimyasal silah kullanması sonucu hayatını kaybeden (büyük bölümü kadın ve çocuk) sivillerin sayısı 5 bine yaklaşmış, İran’ın yabancı gazetecileri bölgeye getirmesi sonucu konu uluslararası bir boyut kazanmıştır. 

Irak-İran savaşı 1988 yılı sonunda Saddam Hüseyin’in 1975 Cezayir Anlaşması’nı tekrar kabul etmesinden sonra bitmiş, 8 yıllık savaş hem Irak hem de İran ekonomilerinde büyük yıkıma sebebiyet verdiği gibi, iki taraf da büyük insan kaybına uğramıştır. Savaşın önemli bir sonucu da Bağdat ile ülkenin kuzeyinde yaşayan Kürt nüfus arasındaki ilişkilerin yeniden bozulması olmuş, savaşın bitmesinden sonra, Kürtlere doğrudan İran desteğinin kesilmesiyle, Irak ülkenin kuzeyinde kontrolünü sağlamak amacıyla harekete geçmiştir.

Yazının Devamını Oku

İstanbul Suriye zirvesi

30 Ekim 2018
Suriye konusundaki 4’lü Zirve geçen Cumartesi günü İstanbul’da toplandı. Toplantıya Astana süreci içinde zaten işbirliği yapan Türkiye ve Rusya yanında 2 önemli Avrupa ülkesi Almanya ve Fransa katıldı.

Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin, Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve Almanya Başbakanı Merkel’in katıldığı toplantı sonunda yayınlanan Zirve Ortak Bildirisi’nde Suriye’nin toprak bütünlüğü ve birliği teyit edildi, Suriye’de sürdürülebilir ateşkesin sağlanmasına, İdlib Mutabakatının devam etmesine verilen önem vurgulandı, Suriye’de siyasi çözümün gerçekleştirilmesi gerektiği konusunda birleşildiği açıklandı.

Suriye’de siyasi çözümün nasıl gerçekleştirileceği konusunda uluslararası bir anlayış, yol haritası, zaten ortaya çıkmış durumda. Suriye’de yeni bir Anayasa yapılması, bu Anayasanın Suriye halkı tarafından onaylanması, bu yeni Anayasa çerçevesinde seçimlerin gerçekleştirilmesi ve Suriye’yi birleştirici, halkın güvenine sahip bir yönetimin ortaya çıkartılması isteniyor. Anayasanın halkın yönetime katılmasını sağlayıcı, çoğulcu ve hürriyetçi olması, seçimlerin ise uluslararası standartlarda, uluslararası denetim altında yapılması gerekiyor. Esasında yeni Suriye Anayasasını yapacak bir Anayasa Komitesi kurulması konusundaki karar bu yılın başında Ocak ayında Soçi Zirvesi sırasında alınmıştı.

Ancak aradan geçen 10 ay kadar zamana rağmen bu Komitenin kurulması hala mümkün olamadı. Anayasa Komitesinin 100 üyesinin (50/50) Şam Rejimi ve Muhalefet tarafından tespit edilmesi, 50 üyenin de Birleşmiş Milletler tarafından seçilmesi öngörülüyor. Anayasa Komitesi’nin kurulması çalışmalarını BM Genel Sekreterinin Suriye Özel Temsilcisi Steffan de Mistura yönetiyor. Komiteye girecek isimler üzerinde olan anlaşmazlıklar hala sürüyor.

Steffan de Mistura da 4’lü Zirve için İstanbul’daydı ve Zirveye katılan liderlere Anayasa Komitesi’nin kurulması çalışmaları ve karşılaşılan zorluklar konusunda bilgi verdi. İstanbul 4’lü Zirvesinde üzerinde anlaşmaya varılan en önemli hususun Anayasa Komitesi’nin kurulması çalışmalarının bu yılın sonuna kadar tamamlanması ve yeni Suriye Anayasası üzerindeki çalışmaların biran önce başlaması yönündeki çağrı olduğu görülüyor.

Steffan de Mistura’nın, ailevi sebeplerle, Suriye Özel Temsilciliği görevinden Kasım ayı sonunda ayrılacağını açıkladığı biliniyor. BM Genel Sekreteri’nin Anayasa Komitesi çalışmalarının aksamaması için en kısa zamanda yeni bir Özel Temsilci ataması önem kazanıyor.

İstanbul Zirvesinde İdlib’deki durumun da yoğun olarak masada olduğu anlaşılıyor. Gerek Cumhurbaşkanı Macron’un gerek Başbakan Merkel’in Zirvenin sonunda düzenlenen basın toplantısında yaptıkları konuşmalarda İdlib’de ateşkesin sürmesine ve Türkiye ile Rusya’nın üzerinde anlaştıkları mutabakatın tam olarak uygulanmasına ağırlıkla değinmelerini, bu iki ülkenin Türkiye’ye verdikleri bir destek olarak görmek gerekiyor.

İdlib’de ateşkesin sürmesi, Suriye sorununa siyasi çözüm bulunması çalışmalarının kesintisiz olarak devam ettirilebilmesi kadar, Suriye’den Türkiye’ye yeni bir sığınmacı dalgasının ortaya çıkmaması için de gerekli. Zirve’de Türkiye, Almanya ve Fransa’nın İdlib’deki ateşkesin bozmamasını ve İdlib sorununu askeri olarak çözmeye kalkışmaması konusunda Şam rejimi üzerindeki baskısını sürdürmesini Rusya’dan istedikleri görülüyor.

İstanbul 4’lü Zirvesinin Suriye’de siyasi çözüm arama çalışmalarını hızlandırmayı destekleyen bir tutum alması ve Zirveye katılan 4 liderin de Suriye sorununa çözüm bulunması yolunun diplomasiden geçtiğini vurgulamaları doğal olarak önemli. Diğer yandan Zirveye katılan 4 ülkenin Suriye konusundaki tutumlarında benzerlikler olduğu kadar farklılıklar bulunduğu da ortada. Benzer noktalar Zirve sonunda yayınlanan ortak bildiride esasen yer alıyor.

Yazının Devamını Oku