Paylaş
Geçen yıla baktığımızda en dikkat çekici olay Başkan Trump iktidara geldikten sonra ABD dış politikasında meydana gelen değişimdir. Başkan Trump’ın “Amerika İlk” olarak açıkladığı ideolojik yaklaşım temelinde ABD dış politikasında ciddi değişim 2018 yılında uluslararası sistemi etkileyen bir şekil almaya başlamıştır.
ABD-Çin ilişkilerindeki gerginliğin hızla büyüdüğü ve iki ülke arasında bütün Dünya’yı etkileyebilecek bir “ticaret savaşı” dönemine girilmekte olduğu izlenmektedir. Başkan Trump’ın Çin’i ABD’nin Dünya’daki en büyük rakibi olarak gördüğü ortaya çıkmaktadır. Çin halen ABD’den sonra Dünya’daki 2. büyük ekonomidir. Tahminler Çin’in yakın bir zamanda Dünya’daki en büyük ekonomi olarak ABD’nin önüne geçeceğini göstermektedir.
ABD-Çin ilişkilerindeki sorunlar sadece ekonomik rekabet ve ticaret alanında değildir. Çin’in Dünya’daki en büyük askeri güç durumuna gelmek istemesinin Vaşington’u rahatsız ettiği açıktır. Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki adalara sahip çıkması, hatta burada suni adalar yaratarak bölgedeki hakimiyetini genişletmek istemesinin (Filipinler ve Vietnam başka olmak üzere) bölge ülkeleri kadar ABD’yi de rahatsız ettiği izlenmektedir. Bölgedeki güçlü ABD donanmasının sıklıkla Çin’in egemenlik iddialarını reddetmek için Güney Çin Denizi’nde varlık gösterdiği; Çin ve ABD savaş gemileri arasında gerginlik yaşandığı bilinmektedir.
Vaşington-Pekin ilişkilerindeki gelişmeler bütün Dünya’yı ve uluslararası sistemi öncelikli olarak ilgilendirse de, ABD’nin dış politikasında en dikkat çekici değişim ABD-Avrupa Birliği ilişkilerinde ortaya çıkmıştır. Başkan Trump’ın Almanya-Fransa ekseni çevresinde birleşen Avrupa Birliğini de (Çin kadar) ABD’nin Dünya’daki hakimiyeti için ciddi bir rakip olarak gördüğünün 2018 yılı içinde ortaya çıkması bir çok kişiyi şaşırtmıştır.
Vaşington-AB ilişkilerinde ilk ciddi ayrışma Haziran ayında Kanada’da yapılan G-7 Zirvesinde patlak vermiş; Dünya’daki en zengin 7 Batı ülkesini bir araya getiren G-7 toplantısı sonucunda (çıkan görüş ayrılıkları nedeniyle) ortak bir sonuç bildirisi bile yayınlamak mümkün olmamıştır. ABD ile AB’nin başta gelen ülkeleri arasındaki ayrışmalar Temmuz ayında Brüksel’de yapılan NATO Zirvesi’nde de sürmüş; Başkan Trump ile Almanya Başbakanı Merkel arasındaki gerginlik Dünya kamuoyunun da dikkatini çekecek ölçülere çıkmıştır. Başkan Trump Avrupa’nın NATO’ya olan mali katkısını arttırmasını isteyen, AB’nin ABD’yi istismar eden ticari uygulamalarını eleştiren söylemlerini devam ettirmiştir.
ABD ile AB arasında küresel ısınma ve iklim değişikliği konularındaki görüş ayrılıkları Başkan Trump’ın ABD’yi Paris İklim Değişikliği Anlaşması’ndan çekmesinden sonra bütün açıklığıyla ortaya çıkmış; ABD Polonya’da yapılan İklim Değişikliği Konferansı’na (GOP 24) katılmamıştır. Trump Yönetimi ile Brüksel (AB) arasında düzensiz göç konusunda da ciddi görüş ayrılıkları bulunduğu izlenmiş; Trump yönetimi (bağlayıcılığı olmamasına rağmen) BM Düzensiz Göç Anlaşması’nın imzaya açılması için toplanan Marakeş (Fas) Konferansına da katılmamış; (AB’nin teşvikiyle BM tarafından hazırlanan) Anlaşmayı da imzalamamıştır.
Vaşington-Brüksel arasında bir anlaşmazlık konusu da Trump yönetiminin ABD’yi İran Nükleer Anlaşması’ndan 2018 yılı Mayıs ayında çekmesiyle ortaya çıkmıştır. AB, İran Nükleer Anlaşması’nı İran’ın nükleer silah üretmesinin engellenmesi konusunda varılabilecek en iyi sonuç olarak görürken, Başkan Trump Anlaşma’nın İran’a gereksiz yere birçok taviz verdiğini, İran’ın nükleer teknolojide çalışmalarını sürdürmesi ve füze teknolojisini geliştirmesini engellemediğini, İran’ın bölgesinde giriştiği “yıkıcı” eylemleri de görmemezlikten geldiğini savunmaktadır.
Başkan Trump, ABD’yi İran Nükleer Anlaşması’ndan çektikten sonra, Tahran’a karşı 2018 yılı içinde (2 aşamada yürürlüğe giren) çok kapsamlı yeni bir “yaptırımlar rejimi” uygulamaya başlamıştır. AB yetkilileri ve AB’nin önde gelen ülkeleri Vaşington’un bu yaptırımlarıyla kendilerini bağlı görmediklerini ve İran Nükleer Anlaşması’na bağlı kalacaklarını açıklamalarına rağmen, Avrupalı büyük firmaların ABD baskısına boyun eğdikleri görülmektedir. ABD yaptırımlar rejiminin İran’la işbirliği yapacak firmalara da yaptırım öngörmesi sonucu Avrupalı büyük firmaların tamamı İran’dan çekilmişler ve İran’la ekonomik ilişkilerini kesmişlerdir.
Vaşington’la AB yönetimi arasında dış politika alanındaki görüş ayrılıkları giderek büyümektedir. Başkan Trump’ın Orta Doğu politikasıyla Brüksel’in bölgeye bakışı arasında da farklılıklar ortaya çıkmıştır. Başkan Trump’ın 2018 yılında peş peşe aldığı İsrail-Filistin sorununu ilgilendiren kararların Brüksel’de memnuniyet yarattığını söylemek zordur. Bugüne kadar hiçbir AB üyesi ülke ABD’nin Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararını takip etmemiştir. Başkan Trump’ın (Başbakan Netanyahu’nun peşinden giderek) gerçek anlamda iki devletli bir çözümden ayrılmasının AB’nın önde gelen ülkeleri tarafından onaylanmadığını söylemek mümkündür.
Geçen yıl içinde Başkan Trump ile Fransa Cumhurbaşkanı Macron arasındaki ilişkiler de bozulma sürecine girmiştir. Macron’un başlangıçta Trump’la iyi ilişkiler kurma çabaları 2018 yılı içinde farklı bir şekilde gelişmiş, iki lider arasındaki ilişkilerin hızlı bir şekilde bozulduğu 1. Dünya Savaşı’nın sona ermesi nedeniyle Paris’te düzenlenen anma töreni sırasında açıkça görülmüştür. Macron’un törende yaptığı konuşmada küresel sorunların çözümü için küresel işbirliğine yaptığı vurguların, Başkan Trump’ın “Amerika İlk” anlayışı ve dış politika sorunlarına aşırı milliyetçi yaklaşımıyla tamamen ters düştüğüne, iki lider arasındaki Dünya sorunlarına yaklaşımdaki ideolojik farklılığın çok açık bir şekilde meydana çıktığına işaret edilmiştir.
Cumhurbaşkanı Macron’un Avrupa’nın (AB’yı kastediyor) kendi savunmasını artık kendisinin yapması, Avrupa’nın savunması için ABD’ye güvenemeyeceği yönündeki ifadeleri ilginçtir. Macron’un, Başbakan Merkel tarafından da desteklendiği açık olan, bu sözlerinin önümüzdeki dönemde uygulamaya geçip geçmeyeceği (ABD-AB ayrışmasının derinleşip derinleşmeyeceği) ilgiyle izlenmesi gereken bir husustur.
Geçen yılda izlenen ve uluslararası sistem üzerindeki etkileri büyük olacak bir gelişme de İngiltere’nin AB ayrılma sürecinde yaşanan inişler ve çıkışlar olmuştur. Başbakan Theresa May, 2018 yılı son aylarında İngiltere ile AB arasında uzun müzakerelerden sonra varılan Brexit Anlaşmasını İngiltere Parlamentosu’ndan geçirmede (şu ana kadar) başarılı olamamış, İngiltere’nin AB’den sert (bir anlaşmaya varılmadan) çıkışı ihtimali yükselmiştir. İngiltere’nin, Lizbon Anlaşması gereği, 2019 yılı Mart ayı içinde AB’den ayrılması kesinleşecektir.
İngiltere’nin AB’den “sert” veya “yumuşak” (anlaşmalı veya anlaşmasız) ayrılmasının İngiltere-AB ilişkileri açısından ciddi sonuçları olacağı açıktır. Ne şekilde olursa olsun İngiltere’nin AB’den ayrılması ve Brexit’in gerçekleşmesi ise bütün Dünya’yı, uluslararası sistemi etkileyecek sonuçlar yaratacaktır. AB yetkilileri İngiltere’nin AB’den ayrılmasını “felaket” olarak nitelendirmişlerdir. Brexit gerçekleştiği taktirde Kıta Avrupası’nın çevresinde AB dışında kalan üç büyük ülke (Rusya, İngiltere ve Türkiye) ile ilişkileri daha da önem kazanacaktır.
İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla Dünya’daki yeri zayıflayacak olan AB’nin 2018 yılı içinde bir seri sorunla karşı karşıya kaldığı, AB’nin 27 üyesi arasındaki uyumun sağlanmasında zorluklarla karşılaşıldığı izlenmektedir. Mülteci sorunundan, bütçe disiplinine ve güçlenen aşırı milliyetçi (bazen ırkçı) sağa kadar ortaya çıkan tehditlerle AB’nin nasıl başa çıkacağı merak konusudur. AB’nin Türkiye’yi de ortak ve müstakbel bir üye olarak değil de (aynen Rusya gibi) rakip (hatta hasım) olarak gördüğü yönünde işaretler de artmaktadır.
Bugün Suriye’de yerel müttefik olarak gördükleri bir terör örgütünün korunmasından ve “yalnız bırakılmasından” bahsedenlerin, “Soğuk Savaş” kazanıldıktan sonra, bu savaşın kazanılmasında ön safta bir rol oynayan, NATO müttefiki bir ülkenin (her türlü bahaneyle) Avrupa bütünleşmesinin dışında bırakılmasından hiçbir sıkıntı duymamaları doğal olarak çok ilginç ve ibret vericidir.
Uluslararası sistem açısından Suriye savaşı da, farklı boyutlarıyla, önemli bir rol oynamıştır. Rusya’nın Suriye savaşına 2015 yılındaki doğrudan müdahalesi Şam rejiminin çökmesini ve Suriye’de rejim değişimini önlemiştir. Uluslararası sistem açısından Rusya’nın Suriye’ye askeri müdahalesinin önemi Rusya’nın Dünya’da tekrar bir “güç merkezi” (küresel güç) olarak ortaya çıkmasıdır.
Sovyetler Birliğinin yıkılması ve bölünmesi, Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra meydana gelen gelişmeler Rusya’yı uzun bir süre uluslararası alanda etkin bir rol oynayamaz duruma getirmiştir. Rusya’nın büyük ölçüde içe dönmesi sonucunu doğan gelişmeler uzun bir dönem, Putin’in iktidara gelmesine kadar, sürmüştür.
Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın yıkılması sonrası 1990’lı yıllarda Dünya’nın iki kutuplu bir sistemden tek kutuplu bir sisteme geçmekte olduğu, ABD’nin uluslararası sistemi etkileyen tek güç olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Bu dönemde gerçekten de Vaşington’un uluslararası alanda etkisi büyük ölçüde artmıştır. Bu dönemde ABD, Orta Doğu’daki gelişmeler dahil, Dünya’nın bir çok bölgesindeki gelişmeleri yönlendirmiş, ancak bu durum uzun sürmemiştir.
Putin’in 2000 yılında Rusya’da iktidara gelmesinden sonra Rus dış politikasında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Putin uluslararası sistemin tekrar çok kutuplu olmasını açıkça savunmakta, Dünya’daki ABD etkisinin mutlaka dengelenmesi gerektiği görüşünü ortaya koymaktadır. Putin zaman içinde bu yönde hareket etmiş, NATO ve AB’nin Rusya’nın doğu sınırlarında ve Kafkasya’da genişlemesine karşı çıkmış, Gürcistan ve Ukrayna bu mücadelenin silahlı çatışmalara dönüştüğü ülkeler olmuştur.
Suriye savaşı, Rusya’ya uluslararası sistemde gücünü tekrar ortaya koymak için önemli bir fırsat tanımıştır. Rusya’nın Suriye ile ilgisi esasen Sovyetler Birliği dönemine kadar uzanmaktadır. Sovyetler Birliği döneminden beri Rusya, Suriye’de Tartus’da bir deniz üssü bulundurmaktadır. Bu deniz üssü Sovyetler Birliği ve daha sonra Rusya’ya Orta Doğu ve Akdeniz’de askeri mevcudiyetini sürdürme imkanı tanımıştır. Rusya’nın Suriye’deki bu deniz üssünü kaybetmek istemediği sıklıkla üzerinde durulan bir husustur.
ABD’nin Suriye’deki yanlış politikalarından da faydalanarak Suriye iç savaşına doğrudan müdahale eden Rusya bugün artık Suriye’de oyun kurucu ülke durumundadır. Moskova’nın Tartus’daki deniz üssü yanında Suriye’de kurduğu Hmeymim hava üssünün de kalıcı olduğunu düşündüğü ortadadır. Rusya Suriye savaşını kullanarak Orta Doğu’ya ve Akdeniz’e geri dönmüş, küresel güç statüsünü yeniden kazanmıştır. Bugün Moskova uluslararası sistemde yeniden bir güç merkezidir.
Soğuk Savaş’ın Batı tarafından kazanılmasından sonra iki kutupluluktan (Vaşington ve Moskova) tek kutuplu (Vaşington) bir görünüme geçtiği düşünülen uluslararası sistemin, bu kez çok kutuplu (Vaşington, Pekin, Moskova ve Brüksel) bir durum kazandığı ve küresel oyuncuların sayısının arttığı 2018 yılında daha da belirgin hale gelmiştir.
Paylaş