Diğer yandan Suriye sorununun siyasi çözümü konusunda da sürecin hızlandığı izleniyor. Gelen haberler yeni Suriye Anayasasının yapımı için çalışacak komitenin kurulmasının nihayet mümkün olabileceğini gösteriyor. Bu yönde hafta başında Türkiye, Rusya ve İran Dışişleri Bakanları Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Suriye Özel Temsilcisi ile Cenevre’de bir araya geldiler.
Her ne kadar (dörtlü) Cenevre toplantısı sonrasında Anayasa Komisyonu’nun kurulduğu yönünde bir açıklama gelmediyse de, ilerleme sağlandığı anlaşılıyor. Cenevre’den gelen haberler Anayasa Komitesi’nin ilk toplantısını 2019 yılı başlarında yapabileceği yönünde. Suriye Anayasa Komitesi 150 kişiden oluşacak. Komitenin 50’şer üyesini Şam rejimi ve Muhalefet seçiyor. Diğer 50 üye ise Suriye sivil toplum kuruluşları mensupları arasından BM tarafından seçilecek. Gelen haberler sorunun sivil toplum kuruluşlarından gelecek bu 50 kişinin üzerinde yoğunlaştığını, Komite’nin çalışma şekil ve usulleri konusundaki müzakerelerin de devam ettiğini gösteriyor.
Yine basında yer alan ABD’nin Türkiye’nin Doğu Suriye’deki yeni bir askeri operasyonunu önlemek için harekete geçtiği yönündeki haberler ise oldukça rahatsız edici. ABD’nin DEAŞ’la mücadele temsilcisi Brett McGurk’un hafta başında Erbil’de bulunduğu ve Mesut Barzani ile görüştüğü, bu görüşme sonucu Barzani’ye bağlı bazı Peşmerge güçlerinin Suriye’ye kaydırıldığı haberleri (potansiyel olarak) tehlikeli gelişmelere yol açabilecek nitelikte.
ABD’nin Suriye’de PYD/YPG güçleri ile Türkiye sınırı arasına Barzani’ye bağlı peşmergeleri yerleştirmeyi, peşmerge güçlerinden bir “tampon bölge” yaratmayı bir “orta yol” olarak gördüğü izleniyor. Ancak aynen “ gözlem noktalarının” kurulması kararı gibi bu gelişmenin de Ankara tarafından Vaşington’un PYD/YPG’yi korumak amaçlı “rahatsız edici” (yeni) bir adımı olarak değerlendirilmesi mümkün. Zaten Barzani’nin “başarısız“ bağımsızlık referandum kararından sonra Ankara-Erbil ilişkileri de zor bir dönemden geçiyor.
Eğer daha önce Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerini Doğu Suriye’deki faaliyetlerini finanse etmeye zorladığı anlaşılan Trump Yönetimi, şimdi de Kuzey Irak’taki oluşumu Türkiye ile karşı karşıya gelmeye zorluyorsa bunun orta ve uzun dönemdeki (gerek Irak gerekse Suriye için) sonuçlarını iyi hesap etmesi gerektiği de ortada.
Vaşington’un Menbiç mutabakatını yerine getirme ve Menbiç yol haritasını Doğu Suriye’ye uygulama yerine, PYD/YPG’ye verdiği desteği arttırması ve PYD/YPG’nin koruyuculuğuna soyunması Vaşington’un Suriye’de ne yapmak istediği konusunda kafalardaki şüpheleri arttırıyor. Birçok kişi artık Vaşington’dan gelen bütün çelişkili beyan ve oyalama taktiklerine rağmen ABD’nin Suriye’deki esas amacının ortaya çıktığı görüşünde.
Vaşington’un, ABD’nin PYD/YPG ile “ittifakının” DEAŞ’la mücadele kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, “geçici ve taktiksel” olduğu izahatı artık Ankara’da yankı bulmuyor. Çoğunluğun inandığı ABD’nin (en azından Vaşington’da Suriye politikasını oluşturan kuruluşların), aynen Irak’ta yaptıldığı gibi, Suriye’de de ilk önce özerk bir yapı ve Arap-Kürt federasyonu oluşturmak, daha sonraki aşamalarda ise Irak ve Suriye’deki bu oluşumları birleştirerek bir Kürt devleti kurmak ve Orta Doğu haritasını değiştirmek istediği.
ABD’nin, DEAŞ’la mücadele dışında, Suriye’deki askeri varlığını İran’ın bölgedeki nüfuzunu azaltmak olarak izah etmesinin de Ankara da fazla bir etki yapmadığı açık. Vaşington’un, Irak’ta kendi yaptığı hatalar sonucu ortaya çıkarttığı İran etki ve nüfuzundan çok da rahatsız olmadığına, İran “tehdidinin” Körfez ülkelerini hizaya sokmak amacıyla kullanıldığına inanılıyor. ABD’nin Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarına karşı çıkması ve bu operasyonları önlemeye çalışması da Vaşington’un bu adım adım “uygulanan” ama “açıklanmayan” Suriye politikası çerçevesinde izah ediliyor.
KİK, Basra Körfezindeki 6 zengin Arap ülkesinin siyasi ve ekonomik işbirliğini geliştirmek amacıyla kurudukları bir örgüt. Üyeleri Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn, Umman ve Katar. Son döneme kadar KİK başarılı bölgesel bir kuruluş olarak biliniyordu. Ama 6 üyesi arasındaki görüş ayrılıkları ve çatışma artık tamamen gözler önüne serilmiş bir durumda. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn ile Katar arasında ciddi bir çatışma yaşanıyor. Kuveyt ile Umman ise bu çatışmada açıkça taraf almıyor. Hatta Kuveyt çatışmada arabulucu ve çatışmayı durdurmaya amaçlayan bir rol oynamaya çalışıyor.
Geçen sene Kuveyt’te yapılan 38. Zirve erken kapanmış, KİK ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklar sebebiyle Zirvenin başarısız olduğu yorumları basın-yayın organlarında geniş şekilde yer almıştı. Bu yıl Riyad’da yapılan Zirve ise başlangıçta Suudi Arabistan Kralı Salman’ın Katar Emirini Zirveye davetiyle gündeme geldi. Suudi Arabistan ve Katar arasındaki tüm ilişkiler 2017 yılı Haziran ayından bu yana tamamen kesilmiş olduğundan, bu daveti Katar krizinde bir açılım olarak değerlendirenler oldu.
Sonuçta Katar Emiri Tamim bin Hamad Al Thani Zirve için Riyad’a gitmedi. Katar’ı KİK Zirvesinde Dışişlerinden görevli Devlet Bakanı Sultan bin Saad Al Muraikhi temsil etti. KİK Zirvesinde, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile Katar arasındaki çatışmada bir yumuşama olacağı yönünde bir gelişme de izlenmedi.
KİK, üyesi ülkeler arasında sermaye ve iş gücünün serbest dolaşımını hedef alıyor, siyasi ve askeri yakın işbirliğini amaçlıyor. Buna rağmen 3 KİK üyesi ülkenin (Suudi Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri) diğer bir KİK üyesine (Katar) karşı ambargo ve (deniz, hava ve karadan) abluka uygulamasının KİK’inin kurulma prensipleriyle taban tabana ters olduğu açık. Konuyla ilgili daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi Riyad ve müttefiklerinin Katar’a karşı yönelttikleri suçlamaları bölgede “statükocu” ülkelerle “yenilikçi” ülkeler arasındaki rekabetin bir göstergesi olarak değerlendirenler de oldukça çok.
Son günlerde Suudi Arabistan’ın Kaşıkçı cinayeti nedeniyle dış politikasında zor bir döneme girdiği, Riyad’ın Batı ülkeleriyle ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşanmaya başlandığı basın-yayın organlarında geniş şekilde işleniyor. ABD Kongresi’nde Suudi Arabistan’ı ve Suudi rejimini destekleyen Trump Yönetimini endişelendiren gelişmeler olduğu da açık. ABD Kongresi’nin Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman’ı Kaşıkçı cinayetiyle ilişkilendiren ve ABD’nin Yemen savaşına katkısını kesen karar tasarılarının geçmesinin bir yandan Suudi Arabistan, diğer yandan Suudi Arabistan’a destek veren Trump Yönetimi üzerindeki baskıyı arttırdığı görülüyor.
ABD Kongresi’ndeki Suudi Arabistan karşıtı giderek büyüyen girişimler sonucu ortaya çıkan karar tasarılarının sonuçta Başkan Trump’ın masasına kadar gelip gelmeyeceği ve ABD-Suudi Arabistan ilişkilerine (fiiliyatta) ne kadar etki yapacağı henüz belli değil. Ama buna rağmen Riyad’ın Vaşington ve diğer Batı ülkeleri başkentlerinde (Kaşıkçı cinayetine, Yemen’deki insani krize ve Katarı yalnız bırakma girişimlerine karşı) giderek artan tepkilerden rahatsız ve tedirgin olduğu ve dış politikasında daha ılımlı bir tutum içine girdiği belirtiliyor. ABD Senatosu’nun Prens Salman’ı Kaşıkçı cinayetinden sorumlu tutan karar tasarısını oybirliği ile kabul etmesi çok dikkat çekici. Bu durumun Riyad’ın dikkatinden kaçmayacağını tahmin etmek zor değil.
Suudi Arabistan’ın Katar Emirini KİK Zirvesine davetinin, Stokholm’de (BM ve İsveç gözetiminde) yapılan Yemen barış görüşmelerinde ciddi bazı ilerlemeler sağlanmasının (Suudi Arabistan’ın, Prens Salman tarafından tasarlanan ve uygulamaya konulan sertlik yanlısı politikalardan bir ölçüde de olsa ayrılmasının) arka planında Riyad’ın Dünya’da aleyhine dönen havayı anlamasının bulunduğuna işaret edenler çoğunlukta.
Suudi Arabistan ile Katar arasındaki sorunlar yeni değil. Tarihi bir derinliği bulunan bu sorunların 2014 yılında da patladığı ve son anda Doha’nın Suudi Arabistan’ın bazı taleplerini kabul etmesiyle krize dönmesinin engellendiği hatırlarda. Bununla birlikte 2017 yılı Haziran ayında tekrar patlak veren Suudi Arabistan-Katar krizinin Körfezdeki Arap işbirliği ve Orta Doğu’daki dengeler açısından önemli sonuçlar ortaya çıkarttığı da açık.
Bu uluslararası toplantılardan en fazla hatırlananlar arasında 2017 yılı Mayıs ayında Brüksel’de yapılan NATO Zirvesi ve 2018 yılı Haziran ayında Kanada’da yapılan G-7 Zirvesi bulunuyor. NATO Brüksel Zirvesinde Başkan Trump’ın yeni üyeliğe kabul edilen Karadağ’ın Başbakanını omuz atarak kenara itmesi ve (aile fotoğrafı çekiminde) öne geçmesi, G-7 Zirvesinde Kanada’da Başbakan Trudeau ile giriştiği söz düellosu hala hatırlarda.
Başkan Trump’ın davranışları kadar, “Amerika İlk” politikasını ön plana çıkartarak uluslararası toplantılarda takındığı tutum da zaman zaman sorun oluşturuyor, ABD’yi diğer katılımcı ülkelerle karşı karşıya getirebiliyor. Yine 2018 Kanada Zirvesi’nin sonunda ABD’nin, örgütün tarihinde ilk defa, G-7’nin toplantı bitiminde yayınladığı bildiriyi (sonuç bildirisini) imzalamaması da hatırlanıyor.
Hemen hemen her uluslararası toplantıda tekrarlanan bu gelişmelerin artık Trump Yönetimi ile Batı Avrupa ülkeleri arasında uluslararası ilişkilere bakışta temelde bir ayrım yarattığına işaret ediliyor. Trump Yönetimi uluslararası ilişkilerde giderek milliyetçi bir yol izliyor, “Amerika İlk” tutumuyla (sorunların çözümünde) uluslararası işbirliğinden uzaklaşıyor. Başını Fransa ve Almanya’nın çektiği bazı ülkeler ise sorunların çözümünde “uluslararası işbirliğini” savunuyor, uluslararası örgütlerin rolünün ön plana çıkartılmasını istiyorlar.
ABD ile Fransa ve Almanya arasındaki temeldeki bu görüş ayrılığının geçen ay Cumhurbaşkanı Macron’un Fransa’da düzenlediği Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminin 100. yıl anma törenlerinde açık bir şekilde ortaya çıktığı izlendi. Macron’un konuşmasında uluslararası işbirliğinin ve BM dahil uluslararası örgütlerin önemini vurgulayarak, Trump yönetimiyle uluslararası ilişkilere bakış ve yaklaşımdaki farklılığı ortaya koyduğu görüldü.
Kısa bir süre önce Arjantin’de yapılan G-20 Zirvesi sırasında, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Salman da bu sefer dikkatleri üzerinde toplayarak, yaptıkları ve görüştükleri liderlerle ilgi odağı haline geldiyse de, ABD Başkanı Trump yine (uluslararası basın-yayın organlarında) ön planda kalmayı sürdürdü. G-20 Zirvesi’nin bitiminde yayınlanan sonuç bildirisi de, bir kez daha ABD ile diğer ülkeler arasındaki görüş ayrılıklarını ortaya koydu, ABD’nin iklim değişikliği ve çevre gibi çok önemli bir konuda dahi uluslararası toplumdan farklı düşündüğünü açıkça gösterdi.
Bazı sorunların küresel olduğu; bunlara ancak küresel girişim ve gayretlerle çözüm bulunulabileceği, iklim değişikliği ve küresel ısınma ile göç konusunun bu sorunların başında geldiği açıktır. Bu iki konuda da Birleşmiş Milletler yoğun bir çaba göstermekte, uluslararası işbirliğini sağlamaya çalışmaktadır. Bu iki uluslararası sorun konusunda BM öncülüğünde geçtiğimiz kısa süre içersinde iki önemli konferans düzenlenmiştir.
Trump Yönetimi ise bu iki alanda (BM çerçevesinde) uluslararası işbirliğini desteklememekte, gerek çevre gerek göç konusundaki sorunlara uluslararası değil, her ülkenin kendi çözümlerini üretmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu çerçevede Trump Yönetimi, Polonya’nın Katoviçe şehrinde (iklim değişikliği ve küresel ısınma konusunda) düzenlenen Taraflar Konferansına (COP 24) ve Fas’ın Marakeş şehrinde düzenlenen Göç Konferansına ilgi duymamış ve bu toplantıları desteklememiştir.
Suudi Arabistan Kraliyet yönetiminin cinayet nedeniyle uluslararası baskıyı giderek daha fazla hissettiği izleniyor. Özellikle ABD Kongresi’nin konuya bakışı ve Kongre’deki gelişmelerin Riyad üzerinde ciddi bir baskı oluşturduğu anlaşılıyor. Bu baskının Kaşıkçı cinayetinin Riyad’daki Yönetimi etkilememesini, Veliaht Prens Salman’ın cinayet ile ilişkilendirilmemesini ve ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin bozulmamasını isteyen Trump Yönetimini de tedirgin ettiğini söylemek mümkün.
CIA Başkanı Gina Haspel’in geçen hafta önde gelen bazı Senatörleri Kaşıkçı cinayeti konusunda bilgilendirilmesinden sonra, ABD Kongre’sinde Veliaht Prens Salman’ın cinayetle doğrudan ilişkili olduğuna inananların sayısının arttığı, Senato’nun harekete geçtiği görülüyor. Senato’da bu hafta oylanması beklenen ve çok sayıdaki Senatör tarafından hazırlanan karar tasarısı Prens Salman’ı Kaşıkçı cinayetinden doğrudan sorumlu tutuyor, Suudi Arabistan’ın Yemen savaşındaki rolü kınanıyor ve savaşın bitirilmesi isteniyor, Suudi Arabistan’dan Katar’a uyguladığı ablukayı sonlandırması ve ülkede bulunan çok sayıdaki siyasi tutuklunun serbest bırakılması talep ediliyor.
ABD Kongresi’nde önümüzdeki günlerde Suudi Arabistan’ı zor durumda bırakacak karar tasarılarının oylanması, bu karar tasarılarının Kongre’nin iki kanadından da geçerek, Başkan Trump’ın masasına gelmesi ihtimali giderek artıyor. Ocak ayından itibaren Kongre’nin Temsilciler Meclisi kanadının Demokrat Parti kontrolüne girecek olması bu ihtimali arttırıcı bir etki yapacak gibi görülüyor.
Kaşıkçı olayıyla ilgili diğer önemli bir gelişme Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hakan Fidan’ın Vaşington ziyareti oldu. MİT Başkanının Vaşington’da bulunduğu sırada ABD Kongresini ziyaret etmesi ve önde gelen bazı Senatörlerle görüşmesi ilgi çekti. Bu görüşmelerde Türkiye’yi ilgilendiren (Suriye, Ukrayna-Rusya gerginliği gibi) önemli bütün konuların gündeme geldiğini tahmin etmek zor değil. Ancak uluslararası basın MİT Başkanı Fidan’ın Senatörlerle görüşmelerinde Kaşıkçı cinayeti konusunda bilgi vermesi üzerine yoğunlaştı. CIA Başkanı Haspel’den sonra MİT Başkanı Fidan’ın Senatörleri bilgilendirdiği vurgusu basın-yayın organlarında geniş şekilde yer aldı. MİT Başkanı Fidan’ın Kanada’ya yaptığı ziyaretten sonra ABD’ye geçtiği, ABD’li karşıtı (CIA Başkanı) Gina Haspel dışında Beyaz Saray’da ve Kongre’de temaslar yürüttüğü anlaşılıyor.
Suudi Arabistan’ın uluslararası prestijinin Kaşıkçı cinayetinden büyük ölçüde olumsuz şekilde etkilendiği açık. Bu durum da ilk sonuçlarını Yemen’de gösteriyor, Suudi Arabistan ve müttefiklerini (Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır başta olmak üzere) Yemen’de uluslararası baskılara daha açık hale getiriyor. Riyad’ın geçen hafta (daha önce engellenmesine rağmen) Hutsi yaralıların Umman ve Ürdün’e götürülmelerine izin vermesi bu durumun ilk göstergesi oldu.
Riyad’ın Birleşmiş Milletler ve İsveç’in baskılarına yanıt vererek, Yemen Hükümetinin Hutsilerle BM Yemen Özel Temsilcisi ve İsveç tarafından ortaklaşa düzenlenen barış görüşmelerine katılmasını engellememesi önemliydi. Yemen barış görüşmeleri geçen hafta İsveç’te gerçekleştirildi. Bu 4 senedir devam eden Yemen savaşını durdurma ve Yemen sorununa barışçı bir çözüm bulma konusunda diplomasiye bir şans tanınması anlamına geliyor.
Suudi-Emirlik koalisyonunun desteklediği Yemen Hükümeti ile ülkenin büyük bir kısmını kontrolü altında bulunduran ve İran tarafından desteklenen Hutsiler arasındaki tüm temaslar 2 seneden bu yana tamamen kesilmiş, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin savaşa doğrudan müdahaleleri 4 senedir devam eden Yemen’deki savaşı daha da şiddetlendirmişti.
Bugün baktığımızda Suriye halen Türk dış politikasının en önemli sorunu olarak ortaya çıkıyor. Suriye’de 8 yıla yaklaşan bir süredir devam eden savaş Türkiye için, sığınmacılar sorunu ve sınır güvenliği dahil, (çözümü gereken) bir çok zor durumu ortaya çıkartmış vaziyette. Doğu Akdeniz’de Kıbrıs sorunu zaten sürüyor ve Kıbrıs Rumları Kıbrıs Türklerini tam eşit bir ortak olarak kabul etmeden Kıbrıs’ta çözüm imkanı yok. Doğu Akdeniz’de deniz tabanında bulunan hidrokarbon yatakları Doğu Akdeniz’in paylaşımını da ciddi bir sorun haline getirmiş durumda.
Ankara için güneyde Suriye, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz sorunları devam ederken şimdi de kuzeyde Karadeniz’de Rusya-Ukrayna krizinin tırmanması ihtimali dış politika açısından yakından dikkatle izlenmesi gereken bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Ukrayna’nın Rusya ile Batı (ABD ve Avrupa Birliği) arasında giderek daha fazla sürtüşme alanı haline gelmesi, NATO’nun dikkatinin Karadeniz’e çevrilmesi Ankara’da tedirginlik yaratan bir durum.
Türkiye’nin Rusya ile yoğun ekonomik bir işbirliği bulunuyor. Türk ve Rus ekonomileri birbirlerini tamamlıyor ve bu temelde Türkiye-Rusya ekonomik bağları giderek büyüyor. Türkiye’nin Suriye’de Rusya ile yakın bir işbirliği var. Astana Süreci Suriye sorununa siyasi bir çözüm bulunması için önemli. Ankara ve Moskova için iki ülke arasında kurulan ekonomik ve siyasi ilişkiler giderek önem kazanıyor.
Ankara için ABD ve Almanya ile ilişkiler de büyük bir öneme sahip. Her ne kadar Ankara-Vaşington ve Ankara-Berlin ilişkilerinde ciddi ve çözüm bekleyen sorunlar bulunsa da ne Ankara ne de Vaşington ve Berlin’in bu ilişkileri tamamen tehlikeye atmak istemedikleri ortada. Türkiye-ABD arasında, ABD’nin Suriye politikası aralarında olmak üzere, çözümü gerekli sorunlar bulunuyor. Bununla birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump arasında işleyen bir diyalog ve görüşme süreci yaşanıyor. Aynı şekilde Ankara-Berlin hattında, mevcut sorunlara rağmen, işleyen bir diyalog ve son aylarda bir normalleşme süreci devreye sokulmuş gibi.
Ankara’nın Karadeniz’deki Rusya-Ukrayna gerginliğinin büyümesi ve daha da tırmanması ihtimaline Moskova, Vaşington ve Berlin’le ilişkiler pencerelerinden baktığına şüphe yok. Karadeniz’deki tırmanmanın ve istikrarsızlığın büyümesi Rusya-Batı ilişkilerinin daha da kötüleşmesi anlamına geliyor ki bu da Ankara için arzulanan bir gelişme olmayacak.
Bu çerçevede Türkiye’nin Kerç Boğazı krizine ilk tepkisi Ankara’dan Moskova ve Kiev’e sağduyu çağrıları gelmesi şeklinde oldu. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kerç Boğazı krizi üzerine Rusya Devlet Başkanı Putin, Ukrayna Cumhurbaşkanı Poroşenko, ABD Başkanı Trump ile telefonla görüştü, Türkiye’nin krizin çözümü konusunda arabuluculuğu gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın G-20 Zirvesi sırasında Buenos Aires’te yaptığı görüşmelerde Ukrayna-Rusya krizinin de gündemde olduğuna şüphe yok.
Buenos Aires’te gerçekleşen Merkel-Putin görüşmesinde yapılacağı açıklanan Rusya, Ukrayna, Almanya ve Fransa 4’lü toplantısına Türkiye’den hemen destek gelmesini de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Ankara’nın 4’lü toplantıyı Rusya ile Ukrayna arasındaki ilişkileri normalleştirebilecek, bu şekilde Karadeniz’deki gerginliği azaltabilecek bir adım olarak gördüğü açık.
Kerç Boğazı krizinden sonra Ukrayna Cumhurbaşkanı Poroşenko’dan gelen NATO’nun Azak Denizi’nde sürekli savaş gemileri bulundurması çağrısının Ankara’da destek bulduğunu söylemek ise zor. Ankara’nın Kerç Boğazı krizinin NATO ile Rusya arasında doğrudan bir sorun haline dönüşmesini istemediğini tahmin etmek mümkün. NATO’nun Rusya ile doğrudan bir çatışma ortamına sürüklenmesinin Karadeniz’deki istikrarsızlığı daha da büyütecek bir etki yapacağı açık.
Buenos Aires Zirvesi bitiminde, her sene olduğu gibi, bir sonuç bildirisi yayımlandı. Daha önceki konuyla ilgili yazılarımda da vurguladığım gibi, G-20 temelde küresel ekonomik işbirliğini hedef alan bir kuruluş. Arjantin Zirvesi Sonuç Bildirisi de, bu çerçevede, ekonomik ağırlıklı oldu. Zirve Sonuç Bildirisi’nde uluslararası ekonomik düzenin kurallara bağlı olarak sürdürülmesi üzerinde oluşan mutabakat yansıtılıyor.
Zirve Bildirisi’nde Paris İklim Anlaşması’nın aynen uygulanması ve Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) reforme edilmesi konuları yer alıyor. Bildiride (2015 yılında imzalanan) Paris İklim Anlaşması’nın “geri dönülmez olduğu” vurgulanıyor. Ancak ABD’nin Anlaşmadan çekildiği ve ABD’nin “çevreyi koruyarak” tüm enerji kaynaklarını en verimli şekilde kullanacağı da yer alıyor. Böylece Bildiri (Trump yönetimindeki) ABD ile Dünya arasındaki iklim değişikliği, küresel ısınma ve çevre konularındaki görüş ayrılığı açık bir şekilde ortaya koyuyor.
DTÖ’nün uluslararası ticareti düzenlemede yetersiz kaldığı ve ıslah edilmesi esasen ABD’nin savunduğu bir husus. DTÖ reformu konusunun Bildiriye girmesini Vaşington’un istediği anlaşılıyor. Esasen Buenos Aires Zirvesi’nin Dünya’da “ticaret savaşları” tehlikesinin giderek büyüdüğü bir zamana rastladığı da açık olarak görülüyor. Bu çerçevede ABD Başkanı Trump ile Çin Cumhurbaşkanı Şi Cinping arasında yapılan ikili görüşmenin (çalışma yemeğinin) sonuçları henüz tam açık değil. Uluslararası basında iki ülke arasında 90 günlük bir ticari “ateşkes” sağlandığı, böylece iki ülkenin “ticaret savaşlarının” büyümesinin engellenmesi (sorunların masada çözümü) için zaman kazandıkları bilgisi yer alıyor.
Doğal olarak (2018) G-20 Zirvesi’de uluslararası toplumun en fazla ilgisini çeken husus Zirve marjında yapılan ikili görüşmelerdi. Kimin kimle neyi görüştüğü hususu ve liderlerin basına verdiği görüntüler büyük ilgi topladı. Rusya Devlet Başkanı Putin ile Suudi Arabistan Veliaht Prensi Salman’ın (zirve aile fotoğrafı çekilirken verdikleri) samimi pozlar dikkatlerin toplandığı fotoğraf kareleri arasındaydı.
Zirve marjında Cumhurbaşkanı Erdoğan Buenos Aires’te önemli bir seri ikili görüşme gerçekleştirdi. Bunlar arasında Cumhurbaşkanının Trump, Putin, (İngiltere Başbakanı) Theresa May ve Şi Cinping ile yaptığı görüşmeler ön plana çıktı. Trump ve Putin ile yapılan görüşmelerde Suriye konusunun masadaki önemli konular arasında yer aldığı açıklandı.
G-20 Zirvesinde katılımcı liderlerin aklında olan diğer önemli bir sorun da mutlaka Rusya ile Ukrayna arasında hızla tırmanan gerginlikti. Esasen Rusya-Ukrayna çatışmasının geçmişi 4 yıl öncesine, Petro Poroşenko’nun 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasına ve Ukrayna Cumhurbaşkanlığı görevine gelmesi uzanıyor. Hatta çatışmanın temellerini daha öncelere kadar uzatanlar da var.
Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın dağılması Dünya siyasi tarihinde çok önemli bir olay ve hatta bir dönüm noktası olarak tanımlanıyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra patlak veren Soğuk Savaşı Batı’nın ve NATO’nun kazanmasının sonuçları bugün uluslararası sistemde ve Avrupa’da çok açık şekilde görülüyor.
Bugün Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan 15 ülkeden 3’ü (Estonya, Letonya ve Litvanya) hem NATO, hem de Avrupa Birliği (AB) üyesi. Varşova Paktı’nın dağılmasıyla Rusya etki alanından çıkan ülkelerin tamamı da (Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) NATO ve AB üyesi yapılarak Batı Avrupa’ya siyasi ve ekonomik açıdan bağlanmış durumdalar.
G-20, 1999 yılında daha çok uluslararası ticari ilişkilerin arttırılması, Dünya mali disiplininin sağlanması gibi önemli ekonomik işbirliği konularında çalışılmak üzere kurulmuş bir örgüt. Dünya’daki en büyük ekonomilere sahip 19 ülkenin liderleri ile Avrupa Birliği yetkililerini bir araya getiriyor. Buenos Aires Zirvesine bu 19 ülkenin Devlet ve Hükümet Başkanları ile AB Komisyon ve Konsey Başkanlarının katılması bekleniyor. Zirve marjında bu liderler arasında önemli ikili ve çok taraflı görüşmeler gerçekleştirilecek.
G-20 temelde ekonomik işbirliğini hedef almakla birlikte, özellikle G-20 Zirveleri marjında yapılan toplantılar nedeniyle, uluslararası siyasi ilişkilerde de ağırlığı giderek artan bir örgüt. İlk kuruluş yıllarında ekonomik işbirliğine verdiği önem G-20 toplantılarının daha çok üye ülkeler Maliye ve Ekonomi Bakanları ve Merkez Bankası Başkanları arasında düzenlenmesinden çok açık şekilde görülüyor. Bununla birlikte daha sonraki yıllarda G-20 gündeminin genişlediği ve uluslararası ekonomik istikrar yanında siyasi konularda da işbirliği arandığı izleniyor.
2008 yılından bu yana yıl boyunca süren G-20 toplantılarının yılın son aylarında düzenlenen bir zirveyle sonlandırılması G-20’ye daha geniş bir görünürlük ve siyasi bir önem kazandırmış durumda. G-20 toplantıları ve özellikle G-20 Zirveleri zaten önemli ve dikkat çekici. Bununla birlikte bu yıl G-20 Zirvesine Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman’ın katılacak olmasının Buenos Aires Zirvesine olan ilgiyi şimdiden daha da arttırdığı izleniyor.
G-20 önemli uluslararası bir kuruluş ama sekreteryası yok. Her sene G-20 üyesi bir ülke G-20 liderliğini ve sekreteryasını yürütme görevini üstleniyor. Bu sene bu görev Arjantin tarafından yürütülüyor. Yıl boyunca önemli G-20 toplantıları yapıldı. G-20 üyesi ülkelerin Maliye ve Ekonomi Bakanları Arjantin’de bir araya geldi. Arjantin’in G-20 liderliği 30 Kasım-1 Aralık tarihlerinde düzenlenecek Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinden sonra 31 Aralık’ta sona erecek.
Önümüzdeki yıl G-20 liderliği Japonya’ya geçiyor. Japonya 2019 yılında bir seri ekonomik ağırlıklı ve işbirliği amaçlı toplantıya ev sahipliği yapacak. 2019 G-20 Zirvesi’nin de Japonya tarafından Tokyo’da düzenlenmesi planlanıyor. 2020 yılında G-20 liderliğini devralacak ülke ise Suudi Arabistan olacak. 2020 G-20 Zirvesi de Suudi Arabistan’da yapılacak.
Buenos Aires Arjantin toplantısı G-20’nin 13. Zirvesi olacak. Türkiye’de G-20’ye 2015 yılında liderlik yapmış, o seneki G-20 Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi Antalya’da gerçekleştirilmişti. Antalya’dan sonraki (2016 ve 2017 yıllarındaki) Zirvelere ise Çin ve Almanya ev sahipliği yapmıştı. Buenos Aires’te bu yıl gerçekleştirilecek toplantı Güney Amerika’da yapılacak ilk G-20 Zirvesi oluyor.
G-20 üyesi ülkeler Dünya’daki en büyük 19 ekonomiyi oluşturan gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri bir araya getiriyor. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturalya, Güney Kore G-20 üyesi gelişmiş ülkeler. Çin ile Rusya da G-20 üyesi. G-20’de Hindistan, Endonezya, Güney Afrika Cumhuriyeti, Brezilya, Arjantin, Meksika, Suudi Arabistan ve Türkiye gelişmekte olan ülkeleri temsil ediyorlar. Avrupa Birliği G-20 üyesi ve G-20 toplantılarına (Birlik olarak) iştirak ediyor.
Her sene G-20 toplantılarına misafir ülkeler de katılıyor. Büyük bir ekonomiye sahip olan İspanya G-20 toplantılarına sürekli olarak çağrılan bir ülke. O seneki toplantılara ev sahipliği yapan üye ülke diğer 2 ülkeyi de misafir katılımcı olarak davet edebiliyor. Arjantin’in Buenos Aires Zirvesine Şili ve Hollanda’yı davet ettiği görülüyor. Türkiye de Antalya Zirvesine Malezya ve Azerbaycan’ı davet etmişti.
Brexit, Birleşik Krallığın (İngiltere) AB’den ayrılması anlamına geliyor. Birleşik Krallık’ta 23 Haziran 2016 günü yapılan referandumdan “ayrılma” kararı çıkmıştı. Referanduma katılma oranı % 71,8 idi ve katılanların % 51,9’u Birleşik Krallığın AB’den ayrılması, % 48,1’ı ise kalması yönünde oy kullandı. Sonucun çok yakın olmasına rağmen referandumu ayrılma yönündeki kampın kazanması üzerine “boşanma” süreci başlamış oldu.
Bu sürecin ne Birleşik Krallık ne de AB için kolay olduğunu söylemek imkanı yok. Ayrılma süreci Londra’nın (AB’nin temel yasası) Lizbon Anlaşmasının 50. maddesini harekete geçirmesiyle 29 Mart 2017 tarihinde resmen başlamıştı. Bu maddeye göre üye bir ülkenin resmi başvurusu üzerine 2 yıl içinde ayrılma kesinleşmiş oluyor. Bu 2 yıllık dönem içinde ayrılmak isteyen ülke ile AB’nin (ayrılığı) düzenleyen bir anlaşma yapmaları gerekiyor. Teoride 2 yıllık sürenin uzatılması mümkün ama AB üyesi tüm ülkelerin onayı gerektiğinden çok zor bir işlem.
Londra’nın ayrılma başvurusu 2019 yılı Mart ayında Birleşik Krallığın AB üyeliğinin bitmesiyle sonuçlanacak. Anlaşma olmadan olacak bir ayrılık “sert” Brexit olarak isimlendiriliyor. Birleşik Krallık-AB “ayrılık” anlaşmasının bu hafta sonu Brüksel’de onaylanmasına rağmen süreç bitmiş değil. Şimdi Birleşik Krallık-AB “Brexit” Anlaşmasının İngiltere Parlamentosu ve Avrupa Parlamentosu tarafından da onaylanması gerekiyor.
Birleşik Krallık’ta Parlamento onay sürecinin hiç de kolay geçmeyeceği, hatta Başbakan Theresa May’ın Anlaşmayı Parlamentodan geçirememe olasılığının çok yüksek olduğu konuşuluyor. May Hükümeti’nin Parlamentoda çoğunluğu yok. Kuzey İrlanda’dan Parlamentoya giren (ve Brexit Anlaşmasına karşı olduğunu açıklayan) küçük bir parti tarafından destekleniyor. İngiliz Muhafazakar Partisi içinde de Anlaşma ile ilgili geniş görüş ayrılıkları var. Muhalefet zaten Anlaşmayı desteklemeyeceğini açıklamış durumda.
Birleşik Krallık ile ABD arasında 2 yıl süren çok zor müzakerelerden sonra varılan Brexit Anlaşmasının Birleşik Krallık’ta onay sürecinin tamamlanamaması (Parlamento tarafından onaylanmaması) halinde tam olarak ne olacağını bilen yok. Yeni bir referandum ümit edenler bile var. Brexit Anlaşmasının Parlamento’da onaylanmaması halinde Birleşik Krallığın erken seçime gideceği tahmin ediliyor.
Birleşik Krallığın AB’den ayrılması Lizbon Anlaşmasının 50. maddesinin ilk uygulanması oluyor. Üye bir ülkenin AB’den ayrılmasının başka bir örneği yok. “Ayrılma” konusunda daha önce yaşanan tek örnek ise Danimarka’ya bağlı olan Grönland adasının 1982 yılında tam otonomi kazanmasından sonra AB’den kendi isteğiyle çıkması. Grönland adasında yapılan referandumda ayrılma için kullanılan oyların % 52, kalma için kullanılan oyların % 48 olduğu ve adanın AB bölgesi dışına çıktığı hatırlanıyor.
Ancak Birleşik Krallık çok büyük bir ekonomi ve “Brexit” kaçınılmaz olarak Avrupa’daki ve Dünya’daki dengeleri tamamen değiştirecek. AB yetkililerinin Brexit’i “trajedi” olarak nitelendirmeleri dikkat çekici. Brexit’in gerçekleşmesinden sonra Birleşik Krallık-AB ve Birleşik Krallık-ABD ilişkilerinin alacağı şekil merakla bekleniyor. AB’nin, Avrupa’nın etrafında bulunan üç büyük ülke (Rusya, Birleşik Krallık ve Türkiye) ile ilişkilerini nasıl düzenleyeceği, Birleşik Krallık AB ilişkilerinin Türkiye için bir örnek olup olamayacağı yoğun olarak tartışılan hususlar.