Oğuz Aral

Çocuklar beni sever

1 Şubat 2004
Kendime çay mı demleyeyim yoksa akşamdan kaldığımı gidermek için koyu bir kahve mi pişireyim diye mutfakta dikilirken kapı çalındı. Emin, karısı ve dört çocuğuyla kapıda dikiliyordu. Sağolsun Emin, sektirmeden ailesiyle her bayram ziyaretime gelirdi. İstanbul'da yek bavulla ve yek yürekle okumaya gelmiş, üniversiteyi hırp diye bitirmiş babayiğit bir Anadolu delikanlısıydı. Ayıptır söylemesi, okuması ve iş bulabilmesi için Emin'e becerebildiğim kadar destek olmuştum. Askerliğini bitirir bitirmez de üniversite aşkı Zehra ile evlenmişti. Her Anadolu delikanlısı gibi ilk 6-7 yıla 4 çocuk sığdırmıştı. Zehra da Emin gibi İstanbul gurbetinde okuyan bir kızdı. Hatta nikáh şahitliklerini de ben yapmıştım. Ama bu bayram sabahı Zehra'nın gözleri ağlamaktan kıpkırmızı tavşan gözüne dönmüştü. Hayrola deyip içeriye buyur ettim.

- Kusura bakma fazla duramayacağız babam... (Neredeyse yıllardır bana babalığı yakıştırmıştı) Zehra'nın annesi vefat etti. Cenazeyi yetiştirmek için Antep'e gidiyoruz.

- Allah rahmet eylesin, başınız sağolsun.

- Çocukları sana bırakmaya geldik babam.

- Aman Emin'ciğim, ben kendime yetmezken 4 çocukla nasıl baş ederim?

- Benim bildiğim babam, çocuk sever ve çocuk hastasıdır. Hatta torunlarının delisidir.

- Çocuk sevmek başka iş, çocuk bakmak başka iş... Bunlar acından ölürler be!

- Biz her şeylerini getirdik. İşte bu torbada. Biz bugün uçakla gidip yarın dönüyoruz. Onlar uslu çocuklardır, seni rahatsız etmezler. Azıtırlarsa dedeleri olarak kıçlarına birer şaplak çekersin.

- Yahu benden başka bunları bırakacak kimsen yok mu?

- Benim bu İstanbul'da senden gayrı kimim var ki babam! Burada herkes kendi derdine düşmüş. Can verirken bile bir bardak su uzatanın yok.

Emin çok dokunaklı konuşurdu. İçimden, ‘‘Seni Edebiyat Fakülteleri'nde okutup laf ebesi yaptığım için ben kendi aklımı öpeyim!’’ diye homurdanırken, Zehra kucağındaki 2 yaşındaki veletle saldırıp elimi şap diye öptü ve alnına koydu. Artık koyu bir kahveye karar vermekten başka çarem kalmamıştı. Hatta kahvenin yanında iki kadeh konyak bile korkularımı biraz hafifletmeye yetmezdi.

SAVURDUM PASPAS SOPASINI AMA...

Emin'in 4 çocuğunu kanapeye yaş sırasına göre yan yana oturttum. Onlara ciddi, hatta ürkütücü görünmek için pijamalarımı çıkarıp siyah pantolonumu ve siyah deri ceketimi giydim. Gözüme kapkara siyah gözlükleri taktım ve elime de yuvasından çıkardığım paspasın sopasını aldım. Kanapeye bardak gibi yanyana dizdiğim veletlerin önünde, paspas sopasını havada ıslık çaldırarak savurup tek söz etmeden birkaç tur attıktan sonra en kalın sesimle,

‘‘Arkadaşlar bu evde disiplin, düzen ve itaat isterim!’’ diye diskura başladım. En sonunda oturan 2 yaşındaki Buğra, ‘‘Sisim... Sisim!’’ gibisinden abuk bir ses çıkardı.

‘‘Şimdiden söyleyeyim, ben konuşma izni vermedikçe bu evde konuşmaya kalkan pişman olur!’’ diye gürleyip paspas sopasını Zaloğlu Rüstem'in gürzü gibi havada bir daha döndürdüm.

Buğra'dan 2 yaş büyük olan Senem, kalktı çalışma masamda vazonun içinde duran kalem ve fırçaların içinden kırmızı bir boya çekti ve dudaklarını boyamaya başladı. Ben, ‘‘Dur kız ne halt ediyorsun?’’ diye boyayı elinden almaya çalışırken, Oktay'la Orkun mutfaktan getirdikleri portakalla salonda çift kale bir futbol maçına giriştiler. Buğra bir avaza ‘‘Sisim!’’ diye bağırmaya başladı. Maçı durdurmak için portakalın peşinde seyirtirken Senem televizyonu açıp zaplamaya başladı. Sonra da bir Tarkan klibi bulup ses ayarını sonuna kadar açtı.

Portakalı tam yakalayacakken Oktay beni çalımlayıp şutunu çekti. Ben kırılan minik akvaryumumdaki iki küçük balığımı koltuğun ve masanın altında ararken Oktay'la Orkun bir avaza, ‘‘İğne hakem! İğne hakem!’’ diye bağırmaya başladılar. Balıklarımı bulup can havliyle mutfağa koştum ve bir tencereye su doldurup hayvanları içine bıraktım. Emin'in veletlerine bir temiz sopa çekmek niyetiyle salona döndüm. Senem, klipteki şarkıya uyup oynamaya koyulmuştu. Öyle bir kıvırıp gerdan kırıyordu ki seyre koyulup salona niye girdiğimi unuttum. Üstelik yanaklarını da kırmızıya boyamıştı. Oktay'la Orkun usta boksörlere ve karatecilere taş çıkartıracasına goldü değildi diye birbirlerini paralıyorlardı. Tekme ve yumruklar havada uçuşuyordu. Dayanamadım, ‘‘Mideye çalışın lan!’’ diye bağırdım.

BEN Mİ DEĞİŞTİM ÇOCUKLAR MI DEĞİŞTİ

Buğra'nın tombul bebek yüzünü huzurlu bir gülücük kaplamıştı. Çünkü oturduğu kanapeyi yarısına kadar ıslatmıştı. Ben küçük bir çocuktan bu kadar çiş nasıl çıkabilir diye düşünürken o, minik eliyle ıslak kanapeye şap şap vurup ‘‘Sisim!‘‘ dedi.

Mutfağa dönüp kendime bolkepçe bir rakı koyup ‘‘Ben çoluk çocuk, hatta torun torba büyütmüş bir adamım. Acaba ben mi değiştim yoksa bu çocuk milleti mi değişti?’’ diye düşünmeye başladım.

İçerden bir şangırtı sesi geldi. Demek ki kristal bardaklarımın durduğu büfenin camı aşağıya inmişti. Derken televizyonun sesi yükselip alçalmaya başladı. Sonra da tamamen sustu. Anteni hakladıklarını tahmin ettim. Ama gürültü kesildi diye sevinmeme fırsat kalmadan müzik seti bangır bangır çalmaya başladı.

Rakımdan okkalı bir yudum alıp,

‘‘Bak Oğuz, sen ömrünü çocuklara ve gençliğe adamış bir adamsın. Artık moruduğun için bu yavruları anlayamıyorsun. Bu masum bebeler, bu yeni ve zalim dünyada hangi koşullarda büyüyorlar haberin var mı? Apartmanların içine sıkışmış, doğadan kopmuş, tüketim canavarının vahşi saldırılarına karşı savunmasız büyüyorlar. Artık sevgimizden başka onlara verebileceğimiz ne kaldı?’’ diye rakının etkisiyle kendime bir söylev çekip buzdolabında meyve, çikolata, dondurma, kola ne buldumsa yüklendim ve salona döndüm. Buğra, kolaya saldırdı. Diğerlerinin de elleri ve ağızları bir anda meşgul olduğu için salonu bir huzur kapladı. Ortalıkta kırık ve dökük eşyalara bakmamaya çalışarak en müşfik sesimle, ‘‘Bir varmış bir yokmuuuş... Deve tellál iken, pire berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar ikeen...’’ diye bir masal girişi yaptım.

- Tellál ne?

- Tellál duyurucu, yani bir nevi reklamcı.

- Televizyondaki Mehmet Ali gibi mi yani?

- Eh, aşağı yukarı...

- Peki, deve kim?

Oktay, Orkun'a kızdı.

- Hani Camel sigarasının üstünde eğri büğrü bir at var ya... Deve işte o hıyar!

- Peki, tellál ayda kaç dolar alıyor?

O sırada Buğra, ‘‘Kakam!’’ dedi.

Ertesi gün çocuklarını almaya geldiklerinde Emin, ‘‘Seni üzmediler değil mi babam?’’ diye sordu.

‘‘Hayır hiç üzmediler. Hatta çok da iyi vakit geçirdik. Bir yere giderken arada bir yine bana bırakabilirsiniz.’’ dedim.

Çocuklarla vedalaşmam bir hayli dokunaklı oldu. Hele Senem'in boynuma bir sarılışı vardı ki, aynen klipteki kızın Tarkan'ın boynuna sarılışı gibiydi.

Tabii Emin'e ve Zehra'ya çocukları meyhanelere barlara götürüp içirdiğimi, sabaha kadar da diskolarda tepindiğimizi söylemedim.

Not: Bayramlaşmak için sizlerle hasret gidermek istedim. Eski defterleri karıştırıp dört yıl önceki bir yazımı yayınladım. Bağışlayın. Motor teklese de boya, kaporta biter bitmez oradayım.
Yazının Devamını Oku

Milyonlarca seyircinin arasındaki yalnız adam Ahmet San

21 Aralık 2003
Bir tek televizyonda izlerken koltuğunda omuzları çöküp, ufalan kısa bir adam olduğunu sanmıştım. Ama karşımda 180 santim boyunda sportmen bir delikanlı görünce şaşırdım. Ahmet San, Galatasaray Lisesi'ni bitirip Paris Sorbon Üniversitesi'nde İşletme Fakültesi'ni bitirmiş. Ayrıca Fransa'da uluslararası halkla ilişkiler ve gazetecilik okumuş. Derken dünya çapındaki müzik sanatçılarını Türkiye'ye getirmeye başlamış. Şu anda sayıları 300 ünlü şarkıcıyı geçmiş.

Bu işleri yaparken gönlünden sahnede görünmek mi geçmişti?

- Asla!.. Ben hep haddimi bildim. Örneğin, Galatasaray Lisesi'nde arkadaşlarım geleceğin Galatasaray Takımı'nın yıldızı olma hayaliyle ha babam top oynarlardı, ben hakemlik yapardım.

Belki de başarınız az olan bir meslek seçtiğinizden ötürü.

-Az değil, zor bir meslek... Hatta ülkemizdeki ilk meslek diyebiliriz. Maykıl Ceksın'dan Pavorotti'ye, Kareras'tan Tina Tornır'a, Klintın'dan Riki Martin'e kadar 300 kişilik bir yelpaze... Ülkelerin, kültürlerinin beraberliği için ama bitmeyen de çatışmaları için bitmeyen zorluklar... Örneğin Maykıl Ceksın'ın hastalanması ve 750 kişilik personelinin yemekleri... Ya da Türkiye'ye ilk defa çim saha getirdiğim için kaçakçılık suçlaması... Hele hele vergi dairelerinin halka karşı günah çıkarma gayretiyle gazetelerin magazin sayfalarındaki şovları... Hálá bugünlerde bile vergi dairelerinin müdavimi olduk.

Neden?

- Jüri üyeliği parasının vergisini meğer vermemişiz.

Niye vermediniz?''

Jüri üyeliğinden para almadık ki verelim. Ama vergi dairesi ülkemizde hiç vergi vermeyen, kaydı bile olmayan en az 5 milyon kişi varken ve anlı şanlı büyük şirketlere denetici gönderecek adam bulamadıkları halde, bizim jüri için değer komisyonu kurmuşlar. Ne diyelim, vatan sağ olsun.

FUTBOLCU İLHAN DA TOPSTAR OLMADI

Bu küskünlüğünüz bu nedenle mi?

- Yok canım, benimki maddi değil, manevi bir küskünlük. Şu yarışma bile nereden nerelere gitti. Biz bir star seçmeye çabalıyorduk. Yıldız dediğin kimdir?.. İşini, sanatını, kişiliğini, görselliğini, sahnenin en ustası olacak kişi değil miydi düşündüğümüz? En az benim hayal ettiğim kişiydi. Araya merhametler, cinayetler, milliyetçilikler vesaireler girdi. Birden Türkiye'nin pop sanatına katkım olur mu diye heyecanlanırken kendimi televizyon dizisindeki bir karakter gibi hissettim. Kırgınlığım kimseye değil. Ama en zoruma giden bulup buluşturduğumuz, üstüne emek verdiğimiz bazı çocuklarımızın arada bir sormaları...

Neyi soruyorlar?''

-Filan otel ya da bardan çağırıyorlar. Kaç para bastırayım abicim diye soruyorlar. İşte o anda kanım donuyor, umutsuzluğa kapılıyorum.

Türk delikanlısının ufku böyle değil mi?.. Bir Çeroki cip, bir mankenle ünlü bir mekánda görünme...''

-Aslında bir lokma bir hırka ‘‘hamdolsun’’ felsefesi... Hepsi aynı... Futbolcu İlhan, yeteneğine rağmen popstar değil ama topstar olamadı. En yetenekliler bile ilk döndüğü köşede hamdolsun bize yeter dediler.

Bu Popstar’a ben de takılıp kaldım, içinde yok yok

Pop müzik denilen elektronik seslerle aram pek iyi değildir. Ama bu Popstar yarışmasına ben de takıldım kaldım. İçinde yok yok... Aşk var, hır-gür kavga var, cinayet, heyecan, gerilim var. Vatan, millet nutukları ve Moskof gavuru var... Gel de nefes nefese izleme!.. Agata Kristi'nin ‘‘10 Küçük Zenci’’ oyununu heyecanla seyrediyorum. Her hafta bir küçük zenciyi öldürüyorlar. Ama bizim oyunda önce kızları tepeliyorlar. Çünkü, oy vermek için telefona sarılan katillerin en az yüzde 80-90'u kadın. Aslan gibi delikanlılar şimdilik paçayı kurtarıyorlar. Şarkı sözleri unutanları mı istersin?.. Yoksa, gece yarısı mahalle aralarında ‘‘Bouzayyiciyyee!’’ gibisinden miyavlayan ve ne söylediği asla anlaşılmayan mı istersin?.. (Üstelik, Rus kızının Türkçesine takan civciv, eski mahkum delikanlının nece şarkı söylediğini bize bir tercüme etse de anlasak.)

*

Ama ben, şarkıcı çocukları değil, daha çok jüriyi izliyorum. Eski bir tiyatro yönetmeni olarak oyundaki kişilikleri heyecanla seyrediyorum. Aslında birbirleriyle pek uyumlu olmayan değişik karakterdeki bu dört kişi, aylardır bir arada kim bilir neler yaşamışlardır. (Bence ne kıyametler kopmuştur ve hálá kopacağa benzer.)

Böylece, biz de onlarla beraber yaşamaya başlayınca kimliklerini, kişiliklerini öğreniyoruz.

Ercan Saatçi

Zor bir ikilemin açmazında... Bir yanda işin sahibi gibi olmanın sorumluluğu var. İşi uyumlu yürütmek çabasında... Bir yanda müzikçi ve delikanlı olmanın patlama noktalarında... (Bu çağda hálá Türk-gavur ilkelliğine dayanamadı. Ağzına sağlık.)

Deniz Seki

Tam bir profesyonel ve kadın olduğu için de tabii duygusal. İki haftadır sabahtan itibaren bilumum kanalları dolaşmakta. Güzellikse güzellik, şarkıcılıksa şarkıcılık hepsi var. Kızın söylediklerini tam anlayamıyorum. Mevlam bağışlasın, gözü çöplükte kalan bir kart horoz olarak gözüm mini eteklerine kayıyor. Bence bu yarışmada parsayı o toplar. Ama önce ayrıldı.

Armağan Çağlayan

Herkesin gönlünde bir arslan yatar. Kimi futbolcu, kimi şarkıcı olur. Aslında ‘‘Heey haberiniz var mı, burada benim gibi bir adam var. O, önemli biridir aklınızda olsun!’’ diye sessiz naralar atar. Armağan'ın da nesi eksik? Yakışıklılıksa yakışıklılık, zekáysa zeká, hatta üstüne kitap kalemle de uğraşmış bir delikanlı. Armağan bir şovmen... Ama şimdilik amatör bir şovmen. Güzelim lepiska saçlarını önce kestirip kendine civciv gibi yeni imaj (!) yaptı. Oysa, işin sonuna doğru saçlı, sakallı taze imaj yapsa sürprizimiz kocaman olurdu. Ama yeni imaj ve buluşlarını umutla bekliyorum.

Ahmet San

Yazdıklarımın fikriyatı kişisel ve televizyonda gördüklerimdir. Ahmet San, bu işi bilen ama üzgün, hatta bezgin bir yalnız adam gibi geldi bana. Hem ilgimi, hem sevgimi çekti. Jürimizin hepsi iyi kötü bir nasip almış. Ama Ahmet'e ne kalmış diye düşündüm. Bu şarkı-şov işinin cahiliyim. Ahmet San'ı biraz gazetelerden biraz da Sezen'den biliyorum.

Gazetecilik damarım tuttu, Ahmet San'la söyleşmek istedim. Aşağı yukarı tahmin ettiğim adam çıktı.

AHMET SAN’IN STARLARINDAN NE HABER?

Sizin starlarınızdan ya da çevremizdeki starlardan ne haber? Bir hoca olarak fikriniz ne? (Ahmet San'ın izlenimlerini fotoğraf altlarında sunuyorum)

SEZEN AKSU

Edit Piaf'la Ümmü Gülsüm karması... Bir daha ne zaman gelir?.. Ona konservatuvar ve vakıf kuruyorduk. Devlet bile sıcak baktı. Ama vaz geçti... İçim şişti. Dehasıyla yaşantısı bir türlü yan yana yürümedi... Özgür ve deli...

HÜLYA AVŞAR

O bir doğuştan stardı. Ama ikinci köşeyi dönmek ona yetti. Hiç olmazsa iki dil daha öğrenmeye zahmet etseydi. Şimdi bir Rafaella Kara olmuştu.

SERTAB ERENER

Ses var, müzikalite var, fizik var, sahne güzelliği ve ustalığı var, üstüne Örevizyon başarısı da var. Ama nasıl beceriyor anlayamıyorum. İzleyiciyle sıcak bir ilişki kuramıyor. Mesafeli duruyor.

Mustafa sandal

Sevimliliği, sahne sıcaklığı ve izleyicide yarattığı pozitifliği sesindeki hafif güç eksikliğini hissettirmiyor. Özgür ve deli...

AJDA PEKKAN

Her şeyiyle bir stardı. Paris'te plak çıkardı. Üstelik şarkı yaratıcısı, Elvis'in bestecisiydi. Yani Paris müzik piyasasına tepeden inmişti. Ama kaç buçuk hesabı yüzünden döndü ve Bebek Gazinosu'nda şarkıcılık yaptı.

Bunca yüzlerce şarkıcı, müzikçi ve bunca milyonlarca seyirci arasında niye yalnızsınız?

- Biz iki kişiyiz. Birincisi, şarkıcı selamını verip seyircilerin salonu terk etmesinden sonra sahneyi süpürmeye başlayan işçidir. Öteki de benimdir.
Yazının Devamını Oku

Unutulan bır efsane: İngiliz Kemal

14 Aralık 2003
Bizim Boksörler Kulübü'nün ihtiyarları, arada bir toplaşıp rakıya muhabbeti meze edip hasret gideririz. Üç kadehten sonra Taci İçsel'in şarkıcılığı tutar. Hüseyin Yıldırım ise, içmeden önce türkü çığırır da içince susar. Ama saz-söz dolaşıp laf boks üstüne noktalanır.

Son toplantıda, ‘‘Bölük pörçük bir tarihimiz bile yok. Bilinenlerin hepsi kulaktan duyma tevatürler’’ diye yakınıyorduk. Sonra da ilk Türk boksörü Sabri Mahir'in ruhuna kadeh kaldırdık. Sabri Mahir, Galatasaray Sultanisi'ni bitirmiş yurtdışında da birçok maç yapmıştır. Ama dünyaca tanınması Dünya Ağır Sıklet Maks Şimeling'in antrenörü oluşundandır. Şimeling, Kara Bomba Coe Luiz'i nakavt etmiştir.

Az konuşan ama oturaklı laf eden Kaptan Vural İnan,

‘‘Ama bir de ilk boksörlerimizden İngiliz Kemal vardı’’ diye söze karıştı.

‘‘Sen İngiliz Kemal'i nereden tanıyorsun?’’

‘‘İngiliz Kemal filminin boks sahnelerini ben yönetiyordum. İngiliz Kemal'le film nedeniyle tanıştık. Sonra kardeş gibi olduk. Cin gibi zeki, hareketli ve derya gibi bir adamdı. O sıralarda Macar eşiyle bir kotrada yatıp kalkardı.’’

‘‘Ben de onunla 1960 yılında tanıştım. Pazar Dergisi'nde anılarını yayınlamıştık. Vural Sözer yazıp Altan Erbulak resimlerini çizmişti. Günlerce beraberdik. Yetmişine yaklaşmıştı. Ama müthiş bir dans ustasıydı. Havada iki tur dönüp yere inince step tıkırdardı. İp atlayıp bölge boksu yapardı. Yaşlı bedeni hálá çelik gibiydi. Bir gün sigaramı yaktı. O çakmağı çok iyi tanıyordum.
'Zaten o senin çakmağındı' dedi. Çakmağımı götürürken ruhum bile duymamıştı. Muhteşem bir yankesiciydi’’ dedim.

ÇILGIN BİR MACERA

Birinci ağızdan İngiliz Kemal'i anlatmak isterim. Asıl adı Ahmet Esat Tomruk'tur. İstanbul Cerrahpaşa'da doğmuş, beş yaşındayken babası ölünce dayısının yanına sığınır. Bir süre sonra da Galatasaray Sultanisi'ne başlar. Okulda kartpostal merakı nedeniyle sık sık postaneye gider. Ama ikide bir postaneye gitmesinden huylanan Abdülhamid hafiyeleri küçük Esat'ı yakalar ve Jöntürkler'le ilgisi var diye eza cefa ederler. Dayısı Esat'ı kaçırtmak için bir Yahudi'yle para karşılığı bir gemiye bindirir. Ama İngiliz gemisinin kaptanı Esat'ı derya ortasında yakalar. Ortada para pul yoktur. Esat kaçaktır. Ama insancıl kaptan, Esat'ı sever, korur, sonra da evlat edinir. Esat, İngiliz olarak büyür, okur ve boksör olur. Üstelik yaman bir boksör olur, Paris'e maça gider. İlk Dünya Savaşı sırasında İstanbul'a döner. Zamanını Kemal Begof'un Beyoğlu'ndaki boks kulübünde geçirir. Rahat durmadığı için yakalanıp hapse atılır. Hapiste zamanın ünlü yankesicilerinden Koçaki adındaki Rum'dan, yankesicilik sanatını öğrenir. Bu sanat casusluk yaşamında hayatını bile kurtarır.

İşgal İstanbul'da, Esat sokaktadır. İşgal güçleri bol bol eğlence ve spor etkinlikleri yaparlar. Esat, boks karşılaşmalarına musallat olur. Zaten, ikinci anadili İngilizce'dir. İngiltere Ordu Şampiyonu Babi Spiler'le dövüşmek ister. İki karışlık bir Türk'ü tepelemesi İngilizler'e bayram olur. Salon İngiliz zabitan ve hanımları ve de İstanbul'lu Rumlar'la doludur. Ama aralarında gözleri umutla dolu birkaç fesli delikanlı da vardır.

İŞGALE BİR YUMRUK

İngiliz Kemal maçı anlatırken arada bir yerinden fırlayıp eskiv yapıyor, dans adımlarıyla sağ direğini mideye vurup sol kroşesini yukarıya sallıyordu. Bazen de Altan ve Vural tüy sıklet oldukları için beni konu mankeni niyetine kullanıyordu. Tarif için sol direk üstüne sol aparkat vurup eğilip mideye üst üste kısa yumruklar çakıp bana sarılıyordu.

‘‘Babi denen herif benim bir buçuk mislimdi. Fena bir sağı vardı ama yavaştı. Seyircinin gazına geldiği için bir an önce nakavt yapmak için haldır huldur tek yumruk sallıyordu. Ben de o yumrukları eskiv edip böğrüne gömülüp duruyordum. Bir ara ringde ağzını bozdu. Ben de ona en kenar mahalle küfüründen ve en sunturlusundan İngilizce giydirdim. Dangalak şaşırdı. Yedinci rauntta patlak lastik gibi soluyordu. Midesine iki dirsek, çenesine bir sağ kroşe çakınca suratıma nefretle baktı ve yere düştü. Ringden ayakta bile inemedi. Şampiyonu salla sırt götürdüler.’’

Bizim ihtiyar boksör takımı keyifle İngiliz Kemal'e kadeh kaldırdı.

Garbis Zakaryan,

‘‘Ona bir gece yapalım, adını yad edelim’’ dedi. Ama milli boksör ve sosyolog Hasan Çolakoğlu,

‘‘İngiliz Kemal'i Atatürk'ün casusu olarak biliyorduk. Üstüne filmler çekildi, romanlar yazıldı. Ceymiş Bond'u solladı. İngiliz Kemal casus muydu ve ne kadar casustu?’’ diye hır çıkardı.

‘‘O Kurtuluş Savaşı'nın bir casusuydu’’ dedim. İngiliz Kemal'in yaptıklarını bir bilim adamı olan dostum Profesör Haluk Oral'dan dinleyelim.

İZMİR İŞGALİNİ GECİKTİREN ADAM

Prof. Haluk Oral, Amerika'da ve Boğaziçi Üniversitesi'nde bir matematik hocası. Ama onmaz bir imza hastası ve araştırıcı.

‘‘10 yıl önce sahaflarda 'İşgal ve Mücadele Senelerinde bir İstanbul gencinin yaptıkları' adlı eski Türkçe 1926 yılında basılan bir kitap buldum. Yazarı K.Esad... Kitabın 56. sayfasında 'Yeni adım İngiliz Kemal!' yazıyordu.

Gençliğimde onca filmi seyredip onca romanı okuyunca İngiliz Kemal'in gerçeğini anlamak olmazdı. Devlet arşivlerini, anıları, tanıyanlarla konuştum, araştırdım, taradım. En sağlıklı bilgilere General Kazım Özalp'ın anılarında rastladım. İlk görevini Özalp Paşa vermiş. Esat Tomruk İstanbul işgalinde Avrupa'ya kaçıp bir vapura binmiş. Ama Çanakkale'de yakalanmış. Enver Paşa'yı kaçırmakla suçlanıp Çanakkale'de Paşa Çiftliği'ndeki cezaevine konur. Ama Esat kaçıp Biga'ya gelir. Yoksul köylüler, efeler silahlanmış düşmanı beklemektedirler. Genç Esat duygularını kitabında şöyle anlatır:

‘Yüreğimde duymadığım hisler uyandı, kanımın kaynadığını hissettim. İngiltere'de büyüdüm ama burası benim vatanım. Bu büyük mücadele içinde benim de bir yumruk katkım yok mu?’

Esat, artık Kurtuluş Savaşı'nın içindedir. Sıvas Kongresi'nde yollanan telgrafın emri üzerine Esat, Balıkesir'deki Miralay Kazım'a (Özalp) gider. Kazım Özalp, onun ismini değiştirir. Esat çok sevdiği dostu Kemal Begof'u düşünür. Adı artık Kemal'dir. Kılık değiştirip düşman arasında İngiliz kimliğiyle dolaştığı için arkadaşları ona İngiliz Kemal derler.

Kazım Özalp, İngiliz Kemal'den şöyle söz eder:

‘İngiliz Kemal, İstanbullu vatansever bir gençti. Kıyafet ve hüviyet değiştirip kendisini İzmir'e gönderdik. Yanındaki beyannameleri ve bombaları beraberinde götürdü. Şehrin uygun yerlerine bıraktı. Beyannamelerde İzmir ilhakı ilan edilirse Kuvayı Milliye'nin çok şiddetle davranacağı bildiriliyor ve düşman tehdit ediliyordu. Bunun üzerine İzmir'in ilhakı geciktirildi.’

İngiliz Kemal, defalarca düşman arasına girip istihbarat toplar. Ama en büyük başarısı Aznavur'la görüşmesidir. Amerikan Mister Düri olarak Aznavur çetesine katılır. Amerikan hükümetinin silah ve cephane göndereceğini bildirir ve Aznavur'a ihtiyaçlarını sorar. Sonra da Aznavur'un olanaklarını Ankara'ya bildirir. Kuvayı Milliye de o bilgiyle Aznavur çetesini tepeler.

Yine İngiliz ya da Amerikalı kimliğinde düşman arasına girip çıkar. Ama Antalya'da Çerkez Ethem'in fotoğrafçısı Necati tarafından tanınır ve yakalanır. Önce İzmir'e oradan da Atina hapishanelerine kapatılır. Yankesiciliği sayesinde 14 ay sonra kaçıp İzmir'e döner. Artık Kurtuluş Savaşı bitmiştir. Kemal, beş parasız kalır. Kumarhanelerde kazandığı paraları da mücadele için harcamıştır. Devletten para ve mevki talep etmez. Bazen dansör, bazen boksör, bazen şoför, bazen de krupiye olarak dünyanın dört bucağını dolaşır. Çok yaşlanınca 1964 yılında vatan hizmeti olarak maaş bağlanır. İki yıl sonra da İstanbul'da vefat eder.

Hakkında yazılmış 20'yi aşkın roman ve gişe başarısı yapan 2 film çevrilmiştir.’’

ÖLEN ÖLÜR KALAN SAĞLAR...

Prof. Haluk Oral'ın anlattıkları özetin özeti oldu.

Uzun yıllar önce karlı bir gecede Beyoğlu'ndan Taksim'e doğru yürüyordum. İngiliz Kemal bir lokantanın cemakánındaki yemeklere bakıyordu. Boynunda eski ama şık bir atkısı vardı. Paltosu yoktu. Sarmaştım, lokantaya sürükledim. Karşılıklı incik kebabı yedik. Beni tanımadı ve bir gözüne de perde inmişti.

Belçikalılar, Tenten adındaki bir çizgi kahramanın heykelini diktiler. Amerikalılar da film Roki'sini...

Bizde, ölen ölür kalan sağlar bizimdir diye bir söz vardır. Aslında kalan sağlar bile bizim değildir.
Yazının Devamını Oku

Aşk hallerimiz! 2

9 Kasım 2003
Geçen hafta <B>‘‘Aşk hallerimiz’’</B> üstüne bir yazı yazmış, tanık olduğum 3 aşk öyküsünü anlatmıştım. Amanın, milletimiz meğer yangındaymış. Kimi perişan, kimi döşünü dövmekteymiş. Yazan, gönderen tümen tümen... İçlerinde öyle sevda öyküleri var ki yürek burkanıyla kahkaha attıranı birbirine karışmış. Birkaçını yazmadan edemedim (Öykülerin adlarını değiştirdim. Asılları bendedir.)

OLMAYINCA OLUYOR OLUNCA OLMUYOR

Ayşen'in bir okul aşkı. Eskişehir'den üniversiteyi kazanıyor, ver elini İzmir'in 9 Eylül Üniversitesi... İlk günü sınıfa girip Tuncay'ı görünce vuruluyor. Belki Tuncay, Ayşen'e daha hızlı aşık oluyor.

Kumrular gibi aynı sıralarda oturuyor, aynı kantinde yiyor, aynı sokaklarda yürüyorlar. Tuncay’ın, 3 arkadaşıyla bir kira evinde, Ayşen ise öğrenci yurdunda kaldığı için sadece geceleri ayrılıyorlar.

Okul aşkları, genellikle bir sömestr dönemi sürer. Ama onların aşkı her yıl koyuluyor. Okul tatillerinde çocuklar hasretten perişan oluyorlar. Hatta Tuncay’ın, İstanbul'dan Eskişehir'e gidip yazlık iş bulduğu bile oluyor.

Ama Tuncay, 3. yıl sınıfta kalıyor. Ayşen de sınıflarımız ayrılacak korkusuyla çalışkan bir öğrenci olduğu halde o yıl sınavlara katılmıyor.

Aileler durumu anlıyorlar. Kader gibi bu aşkı kabul ediyorlar. Çocuklar okulu bitirince de nişan takıyorlar. Aşıklar, evlilik hazırlığına başlıyorlar. Ama Tuncay'ın askerlik durumu var. Ayşen, Eskişehir'de özel bir şirkette iş buluyor. Tuncay İstanbul'da askerliği bekliyor. Allah'tan beklemesi uzun sürmüyor ve Tuncay da 8 aylık askerliğini bitiriyor.

İki aile, kısıtlı olanaklarına rağmen çocuklarını allı, pullu, anlı şanlı bir düğünle evlendiriyorlar. Ama genç çiftlere bir ev açamıyorlar. Çünkü, Tuncay devletten okul bursu aldığı için zorunlu devlet görevine gitmek zorunda. Tuncay'ın tayini Sivas'a çıkıyor. Ayşen bir koşu Sivas'a koşup iş arıyor. Ama iş bulabilmek ne mümkün?.. Tuncay'ın memur maaşıyla ev tutup yad ellerde yuva kurmak hiç mümkün değil. Ayşen, işine devam edip baba evinde kalıyor. Tuncay, Sivas'ta bir kira odasında yemeyip içmeyip para biriktirip de bursunu ödemek için gün sayıyor. Ama yol parası delikanlının belini büküyor. Cuma gecesinden otobüse binip Eskişehir'e sabah varıyor. Karıcığını 1.5 gün görüp pazartesi sabahına dönüp işine başlıyor.

Ayşen faksında ‘‘5 yıl okul, 1 yıl askerlik, 2 yıl Sivas diye kaderimizde bize hasret düşmüş sevgili Huysuz İhtiyar'cığım’’ diye yazmış. Ama Mevlam, aşıkları gözetir. Ayşen, işinde zam aldıkça Tuncay, düğüm düğüm üstüne maaşını biriktirince ve de aileler de biraz katınca devlet bursunu ödüyorlar. Tuncay, memuriyetten istifa edip ve iyi bir iş bulup Eskişehir'e yerleşiyor. Yine Porsuk Çayı'na nazır kirası ehven kuş yuvası gibi bir daire buluyorlar. Şen şakrak yıllanmış taze gelin ve taze damat evlerine taşınıyorlar.

Bunca hasret ve çileden sonra mutlu biten binlerce öykü dinlediniz sanırım. Ama bu öykü asıl şimdi başlıyor.

Aynı evde beraberliğin birinci haftasında kıyametler kopuyor.

Önce televizyon dizileri konusunda ufaktan bir maraza başlıyor. Tuncay, patlıcan severken ıspanaktan nefret ediyor. Ama Ayşen ağzına patlıcan koymazken ıspanakta demir olduğu konusunda ısrarlı... Hayatında futbol maçı görmediği halde Galatasaray amigosu kesildiği halde çocukluktan Fenerli olan Tuncay pazar günleri evinde değil meyhanede maç seyretmeye başlıyor. Tuncay'ın horuldayarak uyuması ve Ayşen'in ikide bir,

‘‘Kalk bir takırtı oluyor. Hırsız filan olmasın’’ diye kocasını uyandırması yüzünden uykuları kaçıyor. Hele, Ayşen'in işyerinde şef durumundaki parlak herifin karısına yeşillenme niyeti, Tuncay tarafından dayakla sonuçlanıyor ve rezillik sonucu aşıklar boşanmak üzere mahkemeye başvuruyorlar. Bir süre ayrı kalıp dava günü mahkemede yargıcın,

‘‘Birbirinizi sevmediğiniz için ayrılmak mı istiyorsunuz?’’ sorusuna ikisi de,

‘‘Biz birbirimizi seviyoruz efendim’’ diye cevap veriyorlar. Yargıç da onları boşamıyor.

İki aşık da salya sümük ve gözyaşlarıyla tekrar kavuşuyorlar. İki hafta sonra Ayşen, yumurtalı ıspanak tabağını Tuncay'ın kafasında kırıyor. Tuncay Ayşen'i süpürge sopasıyla dövüyor. Yargıç da onları boşuyor. Şimdi Ayşen, cumartesi gecesi evini sarı-lacivertli bayrakla donatıp karnıyarık ve imambayıldı pişirip Tuncay'ı bekliyor. Tuncay da Ayşen'e kocaman bir buket çiçekle gidip pazar gecesi evine dönüyor. Şimdi ikisi de çok mutlu.

Faksında Ayşen,

‘‘Herkesin aşkı kendine, herkesin evi kendine Huysuz İhtiyar'cığım’’ diyor.

Evlilik kurumu bize binlerce yıllık bir zorlatma. Ayşen ve Tuncay can havliyle suyun üstünde kalmışlar. Belki de en değerli duygularımızı dibe gömdük. Kimlere şikáyet edeceğiz? Ana-babalarımıza mı, müftüye mi yoksa yargıca mı? Dinler ve kanunlar aile kurumunu sadece vatana millete hayırlı evlat üretmekle görevlendirirler. Aşk üstüne bir ayet ya da bir kanun maddesi yoktur. Oysa aşk insanoğlunun yemek, giyinmek, barınmak kadar doğal bir içgüdüsüdür. Yani aşk toplum düzenine aykırıdır.

Bu fikriyat durup dururken bir elektronik posta mektubundan geldi.

MELDA ABLA'YA AŞIK OLMAZ MIYDINIZ?

Fikret, çocukluğundan beri aşıktı. Genel kanı, delikanlılar aşerme vakti, yani burunlarının altındaki tüylerin kıllanma, seslerinin çatallaşma vakti aşık olurlar. Oysa Fikret daha ilkokul yaşındayken aşık oldu. Annesinin arkadaşı Melda ablasına abayı yaktı. Melda Abla'sı da onu kucağına alır, sever, okşar ve öperdi. Melda Abla, genç yaşta dul kalmış, herif milletinden sıtkı sıyrılmış, kendine yeten bir ablaydı.

Fikret gelişti, büyüdü, arslan gibi bir delikanlı oldu. Okuldaki hiçbir kıza yüz vermedi. Hatta, yakışıklılıktan ötürü adı bile tuhafa çıktı. Gönlü Melda Abla'sında takıldı kaldı.

Melda Abla, bir gün Fikret'i çağırdı. Ona mezeler yaptı, piyano çaldı... Sonra da yatak odasına götürdü. Aklınıza sakın oğlanın üstüne çullandığı gelmesin. Ona hiç duymadığı şiirler okudu. O iş üç zaman sonra oldu. Fikret'in aşkı katmerleşti, onmaz bir aşkı oldu.

E-mailinden anladığıma göre Fikret, Melda'ya hálá körkütük aşık... Kendi kırklı, Melda Abla da altmışlı yaşlarda... Yalnız Melda Abla, su koyverip ikide birde Fikret'e münasip bir eş arıyormuş.

*

Uzatmayayım herkesin aşkı kendine...
Yazının Devamını Oku

Aşk hallerimiz!

2 Kasım 2003
Genbilimi konusunda hiç bilgim yok. Ama canlıların farklılıklarını belirleyen, atalarından kalan minicik maddeler olduğunu tahmin ediyorum. Hatta genleri değiştiren canlıların cinslerini de değiştirebildiklerini gazetelerden okuyorum. Elektronik konusunda da cahilim. Ama seslerin, dalgaların renklere, biçimlere dönüşebildiklerini anlıyorum. En azından televizyon izleyebiliyorum.

Bunun gibi daha yüzlerce konuda bilgim yok. Ama kenarından kıyısından bunları anlayabiliyorum. Ülkemdeki her vatandaşım aşkı biliyor. Ben de biliyorum ama anlamıyorum. Evet, herkesin bildiği aşkı ben anlayamıyorum.

*

Şarkılarımızın, şiirlerimizin cümlesi aşk üstüne. Romanlar, filmlerde yanık yanık aşk kokuyor. En güzel sözler aşk uğruna yazılmış.

‘‘Mühür gözlüm seni elden sakınırım, kıskanırım.’’ diye başlayıp ‘‘...uçan kuştan, esen yelden, yerdeki karıncadan’’ diyen kıskanç aşk sahibini ben anlamıyorum. Bir başka herifi bırak, rüzgárdan, kuştan, karıncadan kıskanınca tek çaresi kalıyor. Kızcağızı, pencereleri siyaha boyanmış bir odaya kapatmak.

*

‘‘Ben onu çok seviyordum hakim bey.’’

‘‘Anlat bakalım nasıl oldu?’’

‘‘Onu her şeyden ve herkesten çok seviyordum.’’

‘‘Bu nasıl sevgi?’’

‘‘Bu, en hakiki sevgi hakim bey. Gündüz hayalimde, gece düşümde görüyordum. Aslında düşümde bile görmüyordum. Çünkü, onu düşünmekten uyuyamıyordum. Zaten gündüzleri de çalışamadığım için usta beni kovduydu. Onun hayali hep karşımdaydı.’’

‘‘O da seni seviyor muydu?’’

‘‘Sevmeseydi iki ay önce Salı Pazarı'nda benden iki kilo domates, üç kilo patlıcan alıp bana gülümsemezdi. Ama o herif, karaçalı gibi aramıza girdi. Büyüler yaptırdı sevgilimi benden ayırdı.’’

‘‘Yaz kızım, karar: Sanık Mahmut Nazik, maktul Serap Şen'i 19 bıçak darbesiyle öldürerek ve nişanlısı Nahit Çelik'i 22 bıçak darbesiyle öldürerek ve taammüden cinayet işlediği nedeniyle 17 yıl 8 ay ağır hapis cezasına karar verildi. Söyleyecek bir sözün var mı?’’

‘‘Sağol hakim bey... Ben, aşkım uğruna zindanlarda yatarım.’’

*

Halit, bizim takımın jönüydü. Sadece sırım gibi yakışıklı, şen şakrak marifetli değil zarif ve anlayışlı bir delikanlıydı. Hani ‘‘Kızım olsa da bu herife versem’’ diyeceğiniz adamdı. Takımın esas oğlu Halit'se, esas kızı da Müjde'ydi. Müjde'ye ufaktan ve hafiften sarkanımız kalmamıştı. İncecik, uzuncacık, ela güleç gözlü, kibar, anaç ama olması gereken kabartıları olan bir dilberdi. Halit, Müjde'ye áşık oldu. Bize göre de Müjde'ye tam yakıştı. Ama Müjde Halit'le değil Tanju'ya áşık olup evlendi. Halit bağrına taş bastı. Müjde mutlu olduğu için sevindi bile garip...

Tanju, laf aramızda hıyarın biriydi. Doğru dürüst özelliği olmayan, ama tafrasından geçilmeyen bir hımbıldı. Akademiye girmesine, ressam olmasına annesi karar vermişti. Müjde'yle evlenmesine de öyle. Herif üstüne üstlük kızdan üç parmak kısa ve çirkindi.

Bir süre sonra Müjde, üst üste kaza geçirmeye başladı. Gözü morardığı için kapıya çarpıyor, kolu kırıldığı için yere düşüyor, minicik burnu kırıldığı için üstüne dolap yıkılıyormuş, yani bize öyle anlatılıyordu.

Bizim 3 Mart gecelerinde bir Akademi Maskeli Balo'muz vardı. Aklımızca ve paramızca yetirip bir şeyler giyinip ve takıştırıp baloya giderdik.

Ben, bizim uzun masanın öte ucundaydım ama Tanju'nun anasının dikip giydiği taçlı, pelerinli, asalı kral kıyafetiyle ayağa fırladığını fark ettim. Yanındaki sandalyede esir zenci kızı kıyafetinde ve yüzünü karalamış Müjde'yi bağırarak gırtlağından tutup ayağa kaldırdı. Önce elindeki asayla kafasına vurdu. Sonra hızını alamayıp gözünün üstüne bir de yumruk patlattı. Kız yere yuvarlandı. Bütün masa donmuştuk. Yalnız yanımda Halit'in fırladığını fark ettim ve Tanju'nun tepesinde bitti. Önce Tanju'nun ağzına vurdu. Sonra tombul midesine... Tanju eğilince düzeltip herifin gözüne bir daha vurdu. Aslında Tanju, daha iki yumrukta yatacak ama Halit izin vermiyor ki... Herifi doğrultup, düzeltip hababam vuruyor.

Müjde düştüğü yerden kalktı. Sallanarak masadaki şarap şişesini kavradı. Tanju'yu tepelemekte olan Halit'in kafasına vurdu. Halit'in kafası daha sağlam olduğu için şişe kırıldı. Ama Halit de yere düştü. Müjde kocasını sarıp sarmalayıp, öpücüklerle teselli edip eve götürdü.

*

İçimizde kafası çalışan tek Samet oldu. Biz, suların üstüne resimler yapıp, karınca dualarıyla yazılar yazıp çabalarken Samet, önce küçük bir matbaa, sonra büyük bir matbaa, sonra da koca bir fabrika kurdu.

Hatta kutu, ambalaj, afiş resimleri için bizi bile üç kuruşa çalıştırdı. Samet'i sevmemek olmazdı. Kırkını geçmişti ama evlenmek şöyle dursun, bir aşkı sevda hikáyesini bile duymamıştık. O işiyle evliydi. Samet'i fabrikasından sökütüp iki kadeh içmeye götürmek için dil dökerdik.

Yıllar geçti nasıl olmuş, nasıl bulmuş benim çalışma evine bir gece çat kapı dayandı. Aman ne sevindim bilemezsiniz. Benim eski tanışlarım, dostlarım benim geçmişimin birer parçası gibidir. Eski fotoğraflarıma, hatta eski çizgilerime yaban gibi bakarım. Ama sevmediğim dostlarım bile benim yaşam sebebimdir.

‘‘Áşık oldum.’’

‘‘Demeee...’’

‘‘Körkütük áşık oldum.’’

‘‘Oh, hamdolsun. Fidan gibi geldin odun gibi gidiyordun diye arkadaşlarla dert etmiştik senin için. Kim seni kuyudan çıkaran bu hatun?’’

‘‘Üstelik yüzlerce genç, yakışıklı, afur-tafurlu herifin arasından beni seçti.’’

‘‘Demek ki erkekten anlıyormuş’’
dedim. Ama Samet, ufarak teferek, kara kuru, üç lafın üçünde de işten söz etmeyi seven bir herifti.

‘‘Daha, mavi gözlerini gözüme dikince kızın eridiğini anladım. Ben de ona 6 kıratlık elmas bir yüzük aldım. O da benim aşkımı fark etti.’’

‘‘Eee, sonra?’’

‘‘Sonra aşkımız alevlendi. Aramızda büyük yaş farkı olmasına rağmen say ki Romeo'yla Jülyet aşkına tutuştuk. Ben bir tanem diyorum, o ruhtanem diyor. Önce elini tuttum.’’

‘‘Sonra ne oldu?’’

‘‘Sonra Bebek sırtlarında bir villa alıp onu Boğaz'a karşı yatak odamıza götürdüm. Tabii, bir Rençrovır ve şoförü ve de namerde muhtaç olmadan yaşayabileceği bankada bir parası da olmalıydı. Ayrıca, Fransa gezimizde Sen Nehri'ne bayıldığı için bir apartman katı aldım. Ama Londra'da aldığım Kraliçe Sarayı'nın karşısındaki eve göre çok küçüktü.’’

‘‘Sevgilin herhalde soylu bir aileden gelme...’’

‘‘Yok bee, kız Tabarin Bar'da şarkı söylüyordu. Haydi sana eyvallah. Yalnız bana 10 milyon borç verir misin? Taksiye binip eve gideceğim.’’

Ben, ilk 4 yaşımdayken zil zurna áşık oldumdu. Babamın getirdiği bir çikolata paketinden bir resim çıktı. Eskiden çikolatalarda artist, manzara vesaire resimler çıkardı. Benim çikolatamda karlı bir evin önündeki boynunu bükmüş güzel yüzlü bir kız çocuğu vardı. Kıza o an vuruldum. Çikolata yemeyi bile unuttum. Hálá da sanırım o kıza áşığım.

Hepiniz aşkı biliyorsunuz. Ama içinizde anlayanınız var mı?

Yazının Devamını Oku

Alptekin'in adı neydi?

19 Ekim 2003
Son yıllarımda bellek dediğim belayla cenk halindeyim. Binlerce sözcük, binlerce müzik sesi, binlerce renk, milyonlarca olay ve insan yüzü birbirine karışmış, harman olmuş kafamda dolanıp duruyorlar. Gerekli bulduğum zaman anımsadığım bir ismi ya da bir resmi bulamıyorum. O anılar, sanki silgi ile silinmişler. Ama yine aynı anılar hiç gerekmediği bir anda, örneğin sabahın köründe ‘‘Sobee!’’ deyip saklandıkları yerden çıkıveriyorlar.

Örneğin üç sabahtır ‘‘Sen yağmur ol, ben bulut... Sen yağmur ol ben bulut...’’ diye bir Karadeniz türküsüne takılıp kaldım. Türkünün ne başını ne sonunu anımsamıyorum. Sadece ‘‘Sen yağmur ol, ben buluut!’’ diye dolanıp duruyorum.

Bazen bir arkadaşım ya da tanışım olmayan birini televizyon ekranında görüveriyorum. Hem de renkli ve sesli... Sonra da bilinmez bir koridorda yok oluyorlar. Ama kolay unutamadığım birinden söz etmek istiyorum.

*

Alptekin, okul ve mahalle arkadaşımdı. Allah, özenip bezenip kafasına akıl, fikir doldurup ‘‘Eh, olursa bu kadar olur. Bu kulumu ben bile beğendim. Diğer alem kullarına örnek niyetine yarattım!’’ diye aramıza salmıştı herhalde.

Alptekin'de yok yoktu. Yakışıklılık, boy bos, endam ondaydı. Biz ‘‘Amanın, bedenimiz güçlü ve yakışıklı olsun’’ diye kan ter içinde debelenir, sıska bedenimizle yüzer, güreşir, halter kaldırır hatta ağaçlara tırmanırdık. Onun hiç zahmet etmeden geniş omuzları, ince beli, adalesi oynak pazuları vardı zaten. Bizlerden de bir kafa uzundu. Sırım gibi ince uzun bir delikanlı olması yetmiyormuş gibi herif adam güzeliydi de... Siyah dalgalı saçları, kalkık burnu ve yeşil gözleri vardı. Güldüğü zaman diş macunu reklamı gibi gülerdi. Kızlar bizlerin farkımıza bile varmazlardı. Ama Alptekin'e bakmaktan boyunları tutulurdu.

Biz, geceler boyu inekleyip ders çalışırdık. Ama o, kendini hiç sıkmadan iftihara geçerdi. Onu hem kıskanırdık hem ona hayrandık. Fakat, lise sonda Alptekin'de garip haller olmaya başladı. Önce dalgalı saçlarını kırptırdı. Sonra, kalem gibi dik bedeni bükülmeye başladı, omuzları çöktü. Yürürken ayaklarını yere sürtmeye başladı. Hastalandığı için telaşlandık. Giderek bizden uzaklaşıp içine kapandı. İşin en şaşırtıcı yanı tam 3 dersten ikmale kalmayı becerdi.

Liseden sonra kimimiz değişik okullara gittik, kimimiz çalışmaya başladık. Savrulup birbirimizden koptuk. Alptekin'i bugüne kadar iki kez görebildim.

*

Zorlu bir çalışma günü Gırgır'dan çıkıp iki tek atmadan somurtuk suratla eve gitmeyeyim dedim. Meyhane kalabalıktı. Yer bakınırken arkamdan biri ‘‘Gel benim masama otur’’ diye seslendi. Ben, o gülüşü tanıyorum ama onun ak dişleri sigaradan sararmıştı. Gözleri de kahverengiydi. ‘‘Bu herif hem Alptekin, hem de değil!’’ diye düşünürken ‘‘Dert etme ben oyum’’ dedi.

‘‘Göbek?’’

‘‘Çok masraf ettim. Börek, kebap, içki... Adam gibi adama benzedim.’’

‘‘Dalgalı saçlar?’’

‘‘Hamdolsun bir hayli kelleşti...’’

‘‘Gözlük nereden çıktı? Sen bir karıncanın arka bacağını 10 metreden görürdün.’’

‘‘Gözlerim yine görüyor ama numarasız camlı gözlük takıyorum.’’

‘‘Adamın saçının rengi değişebilir, dişi çürür, burnu gagaçlaşır ama gözleri değişmez.’’

‘‘Onlar da değişti... Kahverengi lens takıyorum.’’

‘‘Ulan Alptekin, ya sen başka birisin ve benimle dalga geçiyorsun?.. Ya da kafayı sıyırdın.’’

‘‘Ne dalga geçiyorum ne de hoplattım. Üstelik de benim adım Alptekin değil Mehmet... Mahkeme kararıyla adımı değiştirdim. Sıradan bir adım olsun istedim.’’

Adam sahici bir Alptekin'di ya da Mehmet... Önce çocukluğumuzdan, gençliğimizden, arkadaşlarımızdan muhabbet ettik... Bir büyük arkası yolluklarımızdan sonra ben patladım.

‘‘Cümle alem biz dahil senin çeyreğin kadar benzemeye çalışmak için yırtındık durduk. Cevat, düz saçlarını kadın kuaförlerinde dalgalı olsun niyetine kamyonla para ödedi. Haluk, gün boyu ağaç dallarında 2 santim uzamak için çamaşır misali sallanıp durdu. Boyu uzamadı ama kolları şempaze gibi uzadı. Kaya, güreş, karate, boks kulüplerine abone oldu. Seni bir kere yenemedi. Ben, sabahlara kadar Tolstoy'undan tut Fuzuli'yi okumak için genç yaşta dörtgöz oldum. Edebiyat dersinden senin gibi bir kere 9 alamadım. Okul, mahalle, kızlar, ailelerimiz cümle alem senin hayranındı. Örneğimiz, gururumuz hatta umudumuzdun. Sen, ne halt ettin de kendini bu hallere soktun?’’

‘‘Çok basit Oğuz'cuğum. Lise son sınıfta hababam kazıklandığımı farkettim. Herkes benden medet umuyordu. Sınıfın kopyalarını gece boyu ben hazırladım. Biriniz ikmale kalsa suçu benden sorulurdu. Aynı anda Güzin Abla görevi bendeydi. Aşk, para, kavga işlerini ben hallederdim. Hatta, öksürüğe neyin çare olduğunu soran ya da bu hafta hangi filme gitmek isteyen gelip beni bulurdu. Anam, babam bile para, yemek işlerini benden sorarlardı. Yani tüm çevrem kendilerine fikrimi bile seçmeden beni lider tayin etmişlerdi. Daha 17 yaşındaki bir delikanlıyı 50 yaşında birine çevirip ırgat gibi çalıştırıyorlardı. Lider olmanın en kötü kazığı da yalnızlıktı. Siz bile ‘‘Nasılsın, nicesin, bir derdin var mı?..’’ diye sormadınız.

‘‘Senin ne derdin olurdu ki?.. Bir elin yağda, bir elin balda... Kızlar bir yanda, okul bir yanda sana hayran...Biz ise cama tırmanır durumdaydık.’’

‘‘Hiç sormak aklınıza gelmedi mi ki?’’

Sahi yahu, derdimizi anlatmaktan, Alptekin'e hal hatır sorduğumuzu pek hatırlamıyorum.

‘‘Bir de bilmediğiniz bir derdim vardı.’’

‘‘Ne derdi?’’

‘‘Bütün akıllı, parlak, beğenilen ve yaman biri olarak aslında ben mahcup bir delikanlıydım. Kısa boylu arkadaşlarımdan, siz zayıf, ben pekiyi alırken, kavgada saçımın bile bozulmamasından, kızların ikide bir aşık olmalarından, babam yaşında adamların bana akıl sormalarından utanırdım. Belli etmezdim ama yerin dibine geçerdim. Her yerimi ateş basardı... Mahcubiyet nasıl bir bela bilir misin?’’

Birer yolluk daha söyledik.

‘‘Artık derdin kalmamış anladığım kadarıyla.’’

‘‘Sıradan biriyim artık. Kimse akıl fikir sormuyor. Benden zaferler beklemiyor. Hayran hayran seyretmiyor. Bir devlet dairesinde şef ya da müdür olamadım. Güzel kadınlarla derdim yok. Anaç bir karımla mutluyum. Sen arslansın, bir tanesin!.. Kurtar bizi!.. diye arkamdan iten de yok. Sırtımda hamallığın sorumluluğu da yok. Artık sadece kendi sorumluluğumu keyifle taşıyorum.’’

*

Alptekin Mehmet'le 30 yıl içinde bir türlü görüşemedik. Ta ki, dün geceki namlı bir film galasına kadar... Ben de dahil herkesler oradaydı. Fuayede bir ara çakmak çakmak yeşil gözleri, siyah dalgalı saçları, pırıltılı beyaz dişleriyle Alptekin Mehmet, yanındaki manken endamlı bir alay kıza hababam birşeyler anlatıyordu. Bence, kızların fıkırdayıp, kıkırdayıp gülüşlerinden ünlü belden aşağıya fıkralarını döktürüyordu. Dayanamayıp sokuldum.

‘‘Ne haber mahcup çocuk?’’ Önce tanıyabilmek için gayrete geldi. Sonra ‘‘Gözlüksüz kolay göremiyorum kusura bakma... Hamdolsun mahcupluk illetinden nihayet kurtuldum’’ dedi.

‘‘Ben yetmişine dayandım bana da şunu öğret.’’

‘‘Saçların dalgalı peruk, porselen dişlerin takma, göbeğinde korse olacak. Benim gibi payet pırıltılı kırmızı smokin giyecek ve kızları güldüreceksin’’
dedi.

‘‘Hanım da seninle galada beraber mi Alptekin Mehmet?’’

‘‘Hangi hanımı soruyorsun?.. Zaten benim adım da Tayanç!.. Yeni değiştirdim’’
dedi.
Yazının Devamını Oku

Bir balıkça masalı

12 Ekim 2003
Balıkçı bana gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Ben, kısmetini denizde arayan olta ve ağ ırgatlarını çok severim. Ama bu balıkçının gözlerini tanıyorum. Tanıyorum da, bir türlü çıkaramıyorum. Balıkçı balıkçıya, göz dediğin birbirine benzer. Cilveli bulanıklığımın can havliyle belleğimin dibinde eşeleyen bir çift çakır bakışı yakaladım. Ama o çakır gözlü delikanlı, yıllar önce ölüp yitmişti. Ardından onca yılları devirmiştik.

‘‘Benim ev yokuşun hemen üstünde... Güneş de karşı tepelerden battı batıyor. Yani tam bir balıkçı çilingir sofrası zamanı. Emine, hamsi kuşu pişirecek. Ben de lakerda basmıştım. Yokuşu ufak ufak tırmanırsan güneşi batırmadan kerahat rakına yetişirsin. Rakıdan sonra bir parti satranç bile oynarız.’’

‘‘Ben seni hep yenerdim be!’’

‘‘Zaten satrancı hep tavla gibi oynardın. Biz de sana uyardık da yenilirdik. O acele arasında düşünmeyi unuturduk.’’

Kemal, hem ölmüş hem de benimle rakı tokuşturuyordu. O, yetenekli şair arkadaşımıza ne yanmıştık yıllar önce... Kapkara bir gecenin kara dalgalarında kaybolup gitmişti.

Hem deli, hem aşıktı. Aşığı dingillersin, deliye höst dersin ama deli bir aşığı kim tutar?

Kemal, bizim kuşağın en yetenekli şairiydi. Orhan Veli'nin sadeliğini, Melih Cevdet'in felsefesini, Nazım Hikmet'in celállenmiş coşkusunu mısralarında taşırdı. Üstelik yaşamla dalga geçebilirdi. Şiirinde mizah mikrobu da bulaşıktı. Hepi topu 45 sayfalık bir kitapçığı vardı. Sonrasını yayınlamaya kısmet olmadı.

Hoş beş edip dünya ahvalinden laflayıp ilk büyüğü bitirdik. İkincinin merhaba dublesiyle Kemal anlatmaya başladı.

‘‘Deli gibi aşıktım... Kerem misali yanıyordum. Sema'yı bir gün görmesem çılgına dönüyordum. Hani Kerem'le Aslı destanı vardır. Kerem Aslı'yı görebilmek için kızın cadaloz anasının önüne oturur. Kadın, köy yerinde dişçilik yapmaktadır. Kerem, Aslı'yı görebilmek için kadının her gün evine gidip sağlam bir dişini çektirir. 32 gün sonra dişleri biter, Aslı'yı da göremez yanar kül olur.’’

‘‘Şu senin Kerem, salağın tekiymiş. Pafuduk, pufuduk konuşmaya çabalayan dişsiz bir herifi kız ne yapsın yahu!..’’

‘‘Ben dişlerimi değil, kafamı söktürmeye razıydım.’’

‘‘Sizde de aşık aklı var zaten... Al Kerem'i vur Kemal'e!.. Bizim gazeteden niye ayrılmıştın?’’

‘‘Sema'yı görebilmek için... Bizim gazeteden ayrılıp yarı maaşa razı olup Sema'nın çalıştığı gazeteye geçtim. Bizde sayfa sekreteriydim. Orada düzeltmen olmaya razı oldum. Yazıların yanlışlarını düzeltiyordum ama Sema'yı da görebiliyordum. Lakerda nasılmış?’’

‘‘‘‘Lakerdayı bırak da lakırdıyı anlat. Sonra ne oldu?’’

‘‘Ne olacak, kız benim farkımda bile değildi. Ama ben sizin gibi zındık değildim. Tanrı'ma hep yakarırdım.’’

‘‘Tanrı, aşkla meşkle niye uğraşsın yahu! Tövbe!.. Tövbe!..’’

‘‘Sizin imanınız hep yırtık kopuktu zaten. Yüce Mevlam, aşıkları ve ev yapanı hep esirger. Bir gün yemekhanede boş yer bulamayınca Sema benim masama oturdu. Benim dilim dişim kenetlenmişti. Bir ara kim olduğumu, gazetede ne iş yaptığımı sordu. Ben kem küm anlatmaya çabalarken önce İzmir köfteyi kucağıma döktüm. Sonra da bardaktaki suyu şaşkınlıkla kaşıkla içmeye başladım.’’

‘‘Kız da masayı terk edip gitti.’’

‘‘Hayır, çok güldü. Ertesi gün yine yanıma oturdu. Sonra da her gün... Şiiri çok severmiş. Biz de şiirden konuştuk. Hatta, birkaç şiirimi okurken hem kurufasulyesini yedi, hem ağladı.’’

‘‘Fasulyesi fazla biberliydi herhalde.’’

‘‘Hayır, beni evine bir akşam yemeğine davet etti. Borç harç bir yeni takım elbise aldım. Alacağım şiir kitaplarını, çiçeklerin cinsini, renklerini liste yaptım. Bir hafta bitmedi Allah bitmedi. Ama en uzunu gideceğim gündü... Bitmek bilmedi. Giyindim, soyundum, tekrar giyindim. 3 kere traş oldum. Dizlerim titriyor, ezberimdeki şiirleri unutuyor, evde dolaşırken kapılara, sandalyelere çarpıyordum. Hele Sema'nın annesiyle, babasıyla tanışınca kalbim bedenimdeki her yerinde çarpıyordu.’’

‘‘İki tek içseydin be Kemal.’’

‘‘Ben de öyle yaptım. Ama on iki tek içmişim. Önce Sema'nın evini bulamadım. Hayal hakikat arası sabaha yakın Sema'nın evine dayanıp zili çaldığımı hatırlıyorum. Sonra da kayalık bir tepede denize bakarken bulmuşum kendimi. Yeni elbisemi, pabuçlarımı çıkarmış kayalığın tepesine dikilmişim. Atlamak üzereyim ve durmadan Kelime-i Şahadet getirmekteyim. Tan söküp göğün turuncusuna bakınca,
'Ey yüce Mevlam, hiç aşık olamadım. Hiç vuslata eremedim. Genç kulundan sen nefesini esirgeme... Ne olur bir daha, son bir defa daha deneyeyim merhameti engin Tanrım. Önce sevda ver, canımı sonra al!' dedim. Sonra kendimi tekrar evimde buldum. Çiçeklerim, şiir kitaplarım hazırdı. Sinekkaydı traş olmuştum ve midemden, alnımdan, sırtımdan ve de her yerimden kalbim çarpıyordu. Gidip Sedat'ı bulup sürüyerek getirdim, 'Dostumsun, arkadaşımsın, can kardeşimsin. Beni kolla, destek ver... Bana mukayyet ol, kız evine gidiyoruz!' dedim. Sedat yediğimizi, içtiğimizi, nefes aldığımızı paylaştığımız bir mizah yazarı delikanlıydı. Dizlerim tutmadığı için koltuk çıkıp kızın evine kadar taşıdı beni. Sema'nın babası hoş sohbet bir emekli öğretmendi. Yemeyip içmeyip kızını kolejde okutmuştu. Ben kem küm edebiyat paralarken Sedat aldı sazı eline, ortalığı kırdı geçirdi. Bir ara Sema'ya baktım, Sedat'ın ağzına düştü düşecekti. Yemekte ben, peder beyden Baki ve Yahya Kemal'in aruzdaki çelişkilerini anlatmaya çabalarken Sema'yla Sedat fıkra anlatıp kahkahalar atıyorlardı. Zaten bir hafta sonrada nişanlandılar.’’

Güneş batalı çok olmuştu. Poyrazdan hafif bir yel esti, ama ben üşüdüm sanki. Sessizliği bozmak için rakıya dayandım. Emine Hanım hamsi kuşunu yetiştirdi de biraz gönlüm ısındı. Hamsi kuşu, üç hamsi balığını çatıp içine bol maydanoz, nane, biraz soğan katıp çıtır kızaran ve tek balık gibi yapılan bir mezeydi. Emine Hanım, masamıza oturdu kendine de ayarında bir rakı koydu. Kemal, çakır gözleriyle karısına bakıp kadehini aşkla tokuşturdu.

‘‘Uzun lafın dibi, bir gece aptes alıp o kayalara tünedim. 'Ey güzel Mevlam, sevdaya kısmet yazılmazmış. Yine de sana hamdolsun!' deyip kayalardan aşağıya kendimi bıraktım.’’

‘‘Yani sen de intihar ettin.’’

‘‘Evet, Mevlam bana bir şans daha verdi. Ama ben beceremediğim için başladığım intiharı tamamladım.’’

‘‘Biz de seni intihar ettin diye yas tuttuk. Cesedin bulunmadı. Gazeteler, dergiler şiirlerini bastılar. Zaten Sema'yla Sedat altı ay sonra ayrıldılar. Sen ne cehennemdeydin?’’

Emine Hanım, keyifle kıkırdadı.

‘‘Bizim evdeydi ve hálá burada. Babam Karadenizli bir balıkçıydı ve oğlu olmadı. Balığa beni yanında götürürdü. Anam genç yaşında göçtü. Bir sabaha karşı ağ toplarken aman levrek akınına mı uğradık diye sevinirken ağlara bir adam takılmıştı.Babam, 'Kısmet bizden, bereket Allah'tanmış!' deyip adamı sırtlayıp eve götürdük. Adam ölmüştü ama babam böğrüne vurdu, bastı. Dualar okuyup adamı kusturup diriltti. Onda yaman balıkçı marifetleri vardı. Zaten ben de her sabah namazından sonra 'Bu yaban sahilinde bana da bir kısmet ihsan eyle!' diye dua ederdim. Kemal denizden geldi.’’

Biz çardakta demlenirken evin içinde çocuk patırtıları duyuldu. Emine Hanım,

‘‘Şamatayı kesin, şamar geliyor!’’ diye seslendi.

‘‘Seninki şair masalı olmuş Kemal’’ dedim.

‘‘Hayır, şair değil balıkçı masalı oldu. Mevlam aşıkları, ev yapanı ve balıkçıları sever. Onları gözetir’’ dedi.

Gecenin bir köründe Emine Bacı, bana bir yer yatağı yaptı. Ben de bir Kulhuvallahi bir Elham okuyup,

‘‘Ey işlerine karışmak gibi olmasın ama aşıklardan, evsizlerden, balıkçılardan sonra bir de ben kulun palavracılardan sonra onu da gözet ya ulu Tanrım. Yattım sağıma, döndüm soluma, cümle Melaikeler şahit olsun imanıma’’ deyip uyudum.
Yazının Devamını Oku

Ahyaak!

5 Ekim 2003
<B>‘‘Ne halt ediyorsun lan Mahmut?’’<br><br>‘‘Çarşafları yırtacağım abi.’’<br><br>‘‘Neden?’’</B> ‘‘Bu gece kaçacaktık ya... Çarşafları uç uca ekleyince pencereden sallanıp bahçeden firar ederiz.’’

‘‘A benim gerzek evladım, belki sen tutunursun ama benim 95 kilomu o çarşaflar çekmez. Zaten biz 4. kattayız. Aşağıya düşünce karpuz gibi yarılırız. Ayrıca, devletin çarşafına da zarar vermenin cezası fenadır. Ahyaak!’’

‘‘Yani kaçamıyor muyuz abi?’’

‘‘Kaçıyoruz ama pencereden değil kapıdan kaçıyoruz.’’

‘‘Gece bekçisi bizi o dakka yakalar.’’

‘‘Yakalayamaz!.. Hatta, bize iyi geceler bile der. Çünkü ben bir doktorum. Sen de benim hastam değil misin? Biz dahiliye binasına gidiyoruz, tahlil yapılacak.’’

‘‘Bu düzen nasıl olacak?’’

‘‘Ben gündüzden bir hastabakıcı önlüğü tedarik ederim. Zaten gözlüğüm de var. Sen de kolunda serumunu taşımakta değil misin? Ahyaak!..’’

‘‘Helal olsun be abi... Sana deli diyenler halt etmişler. Hepsinden uyanıkmışsın.’’

*

‘‘Parkta iki herif yakaladım komserim.’’

‘‘Tinerci filan mıymışlar?’’

‘‘Yok komserim, birbirlerine sokulmuşlar... Üstlerinde de pijamaları var.’’

‘‘Yoksa cinsel sapık olmasınlar?’’

‘‘Sapıklıktan değil, garipler soğuktan kakırdayıp birbirlerine sarılmışlar. Bence bunlar hastaneden kaçmışlar.’’

‘‘Allah Allah!.. Bunca millet hastane kuyruğunda sıra beklerken bu enayiler, hastaneden niye kaçsınlar yahu?.. Getir bakayım şunları.’’

‘‘Getirdim komserim, nah bunlar.’’

‘‘Gecenin köründe ne halt ettiniz lan?’’

‘‘Biz hastaneden kaçtık komserim.’’

‘‘Niye?’’

‘‘Hayatımız tehlikedeydi efendim. Hele Mahmut 3. ameliyatı kaldıramazdı.’’

‘‘Abim doğru dedi komserim. Önce, apandisit ameliyatı oldum. Tam taburcu olurken midemin yarısını aldılar. Şimdi de ciğerlerimden şüphe ediyorlar.’’

‘‘Ya sana ne yaptılar?’’

‘‘Benim aslında basit bir safra taşımı aldılar. Ama sonra kalbim sıkıştı anjiyo yaptılar. Derken beyinde ödem başladı... Şu anda gördüğünüz gibi göz kırpıyorum, boynumu sağa sola sallıyorum, arada bir de
'Ahyaak!' diye bağırıyorum. AHYAAK!..’’

‘‘Domates-patatesçi gibi ne bağırıyorsun lan? Burası karakol.’’

‘‘Affedersin komser bey, ama arada bir bağırmadan duramıyorum. Aslında bu ormanlar kralı Zagor'un narasıydı. Ben nara atmaya hastanede başladım.’’

‘‘Hastanede ne oldu da hastalandınız?.. Doktorlar, ilaçlar, bakım filan mı kötüydü?’’

‘‘Tövbe komser abicim. Doktorlarımız en birinciye doktorlar olup bizimle uğraşmaktan evlerine bile gidemiyorlardı garipler. Allah devlete zeval vermesin. Ameliyathanelerimiz, ilaçlarımız, yemeklerimiz sanki lüküs otel... Hele hemşire kızlarımız gül kokulu annelerimiz olmuş, çişimizi bile yaptırıyorlar.’’

‘‘Mahmut çok haklı komserim, devletin, üniversitelerimizin hastaneleri valla can havliyle çalışıyorlar. Hatta en gelişmiş teknoloji aletini, edavatanı kullanıyorlar.‘‘

‘‘Öyleyse size ne oldu?’’

‘‘İlgi, şefkát ve sevgiden oldu komserim. Allah eksik etmesin dostlarımız, arkadaşlarımız bizi yalnız bırakmadılar.’’

‘‘Hele hısım-akrabamız hamdolsun ziyareti eksik etmediler. Hatta benim emmi ve karı sülalesi geçmiş olsuna karşı yüzümüz yere bakmasın diye onca yolu tepip memleketten geldiler. Ama koca yengem bir çiğ köfte yoğurup getirdi ki, İstanbul'un en namlı sosyetesinin kebapçısı kaç para...’’

‘‘Benim oda arkadaşım Mahmut sabaha kadar bir lenger çiğ köfteyi yeyip bitirdi.’’

‘‘Bilenler bilir, koca yengemin çiğ köftesinden iliklerine kuvvet gelir, pelvan bile olsan sırtın yere gelmez.’’

‘‘Bu nedenle Mahmut'un midesi ertesi gün delindiği için apar topar ameliyata aldılar. Hatta, iki tane ikram olsun diye ben yedim de hemoroid ameliyatı olmama çeyrek kaldıydı. Ama benim akraba şefkátten değil de arkadaş sevgisinden... Örneğin can kardeşim Kemal, beni daha ameliyat kapılarında beklemiş. Ayılıp gözlerimi açınca zaten ilk Kemal'i gördüm. Herif bir ağlama tutturmuş ki dur durak bilmiyor. Bir yandan,

‘‘Bizi bırakıp nerelere gidiyorsun... Sen gitme ben öleyim!’’ diye yırtınıyor, bir yandan üstüme yapışmış, hemşireler Kemal'i zaptetmeye uğraşıyor. Kemal'e 'Salaklığı bırak, altı üstü bir safra kesesi... Elalemin kalbini kesip biçip yerine yerleştiriyorlar da Ağrı Dağı'na keçi gibi tırmanmaya başlıyor. Zırlamayı kes artık' diyeceğim ama uyuşturma ilacından ötürü dilim dönmüyor ki. Ama eski milli boksör arkadaşım Hasan, moralimi düzeltti.

‘Hadi be, sana bir halt olmaz. Sen maçta dört kere düşersen kedi gibi beş kere zıplayıp kalkarsın’ diye böğrüme hafif bir kroşe kondurdu. Patlayan dikişlerin yerine yeni dikiş yaptılar. Ama suratımdaki tikler derdimi merak eden dostlarımdan ötürü...

Ülkemizdeki medeniyet icabı bizim hastane odasında da özel telefonumuz var. İster istemez yattığın yerden santral memuru gibi geceye kadar konuşuyorsun. Onca arkadaşın, dostun, tanışın meraka düşüyor... Hatta endişeleniyorlar. Bir yandan yaran acıyor, ama bir yandan da tekmil veriyorsun,’’

‘‘Geçmiş olsun ne oldu yahu?’’

‘‘Hiç basit bir ameliyat işte.’’

‘‘Hiçbir ameliyat basit değildir. Doktorun kim?..’’

‘‘Eski bir profesör arkadaşım.’’

‘‘Profesör Ziya'ya göründün umü?’’

‘‘Görünmedim. Zaten tanımıyorum.’’

‘‘Ohoo, Profesör Ziya'yı dünya alem tanır. Patoloji ne dedi?’’

‘‘Hiçbir şey demedi.’’

‘‘Senin doktor dalgaya düşmüş. Temiz çıkıp çıkmadığını nereden biliyor?.. Zaten sen yaşlı bir adamsın.’’

‘‘Hattir lan ben yıkanan dökünen temiz bir herifim. Hatta titizimdir!..’’

‘‘Ben patolojiden bahsediyorum cahil.. Yani kanser hücresi var mı?.. En iyisi hastaneden sonra seni Ziya Hoca'ya götüreyim!’’

Zor günümde hal hatır soran arkadaşlarım, sevenlerim bir yandan da dert ortağı olurlar.

‘‘Ne oldu, kalp miydi?’’

‘‘Yok safra taşı...’’

‘‘Ohoo, sen ucuz kurtulmuşsun. Bende bir böbrek taşı vardı ki, nah çakıl taşı gibi... Tam onbin titreşimle bile kıramadılar. Biri parçalanıp mesaneyi yırtmaz mı?.. Ah çektiğimi bir Allah bilir bir ben...’’

‘‘Büyük geçmiş olsun... Vallahi hiç haberimiz olmadı...’’

‘‘Kapat şu telefonu konuşma be...’’

‘‘Olur mu komserim. Önce dostlar, endişelenip bir kötülük mü var diye dertlenir... Sonra, beni aramazlarsa ben de alınıyorum vallahi... Öldüm mü, kaldım mı diye insan bozuluyor açıkçası... Hatta bazılarına telefon bile ediyorum.’’

‘‘Ohhoo, bunun dostlarının lafı olur mu komser abi... Bana, tam takım mahalledeki kahveden arkadaşlarım, ailecek minibüsle gelip dört ziyaret gününü boş bırakmadılar. Ama bitişik odanın namı bizim servisi tuttu. Açık kalp ameliyatlı bir Ziya vardı. Ziyaretçiler önce bir çilingir sofrası kurup fasıl geçtiler. Birileri de dümbelek getirmiş öttürüp durdu. Sonra halay çekenleri de hemşire kovduydu. Bizim odada sadece yigenim Hurşit'le enişte tavla getirmişlerdi. Yenişemeyince hastanede icap olmaz diye bahçeye gidip güreştiler komser abi.’’

‘‘Vah vah, geçmiş olsun yahu çocuklar. Allah dert verip derman aratmasın. Benim de ikide bir romatizmalarım tutar. Ne meretli bir ağrıdır bilmezsiniz. Bir de iki lokma yesem midem gaz yapar. Kalbime bile vuruyor... Ne oluyorsun lan gözlüklü, üstüme varma çarparım tek dur herif!..’’

‘‘AHYAAK komserim!’’
Yazının Devamını Oku