Türk sporunun belleği Orhan Ayhan

‘‘1942 yılında Tokat Depremi olmuştu. Kazım Orbay Paşa, deprem bölgesini tetkik için gezerken üstü başı perişan ama gözlerinin içi gülen cin gibi bir çocuğu hayvan güderken gördü. Çocuğun sevimliliği Paşa'yı etkilemişti. Yanındakilere,

‘Bu yavruyu askeri okula yazdırın!’ diye emir verdi. Fakat, Ali'nin eni ve boyu okulun standartlarının çok altındaydı. Kavruk bir çocuktu. Ali'yi sanat okuluna yazdırdılar. Ama haylazlığı yüzünden iki yıl aynı sınıfta çakınca okuldan ayrıldı. Çünkü, Türkiye Başpahlivanı Tekirdağlı Hüseyin'in oğlu arkadaşıydı ve ha bire okuldan kaçıp güreş seyrine gidiyorlardı. Ali'nin 2 elbisesi vardı. Birini satıp İstanbul'a geldi ve Gureba Hastanesi'ne marangoz çırağı olarak girdi. Bir gün, 100 kiloluk yağız bir delikanlı olan hastane aşçısıyla iddia üzerine güreş tuttu ve 40 kiloluk sıska bedeniyle aşçıyı bir dakikada şilte gibi yere yaydı. Bir güreş tutkunu olan hastane doktoru Muhterem Gökmen'in de ısrarıyla güreş sporuna başladı.

Olimpiyat ikincisi Halit Balamir'i yenince milli takıma seçildi ve Avrupa, dünya şampiyonlukları serisine başladı. Ali Yücel, artık bir efsaneydi. Serbestte ve grekoromende dünyada yenmediği güreşçi kalmamıştı. Ulusal başarılara susamış Türk halkı Ali Yücel'i baştacı etmişti. Fakat bir gün adı aptalca bir hırsızlık skandalına karıştı ve ömür boyu boykot yedi. 10 yıl sonra masum olduğu anlaşıldı. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel Ali Yücel'i 1960 yılında affetti. Ama en parlak devrinde güreşsiz geçirdiği 10 yıl kendisinden çok şeyler götürmüştü. O da güreşi bıraktı.’’

Orhan Ayhan, bir yandan çayını yudumluyor, bir yandan gözlerini bizim pencereden görünen denize daldırmış düzgün Türkçesiyle anlatıyordu. Biraz sonra gidip Sinan Şamil Sam'ın maçını anlatacağı için maalesef sadece çay içebiliyordu. Oysa ne mezeler vardı...

‘‘Yıllar önce bir gün, Beşiktaş'ın abide futbolcularından Şeref Görkey'le röportaj yapıyordum. Hani ünlü Voleci Şeref... Tam 99 golü voleyle atmıştı ve bu bir dünya rekoruydu. Guinness Rekorlar Kitabı'na da geçmişti. Kendisine bu rekorla ilgili soru sorduğum zaman beni adeta azarlamıştı.

'Baba Hakkı, Şükrü Gülesin gibi topu ayağına lokum misali oturtan arkadaşların varsa o voleleri sen de atarsın!..'

Voleci Şeref'in bir tutarağı daha vardı. Beşiktaş'ın golcüsü olduğu halde 'Erkek adam penaltıdan gol atmaz!' deyip penaltıları başkalarına attırırdı. Yani penaltıdan gol atmayı kendine yediremezdi.’’

Orhan, tam bir ‘‘Bir dokun bin ah işit!..’’ duygusu içindeydi. Sporsever geçinen bir toplumun bunca bellek özürlü ve kadir kıymet bilmez oluşunu hálá hazmedemiyordu.

‘‘Biliyor musun ilk Avrupa üçüncümüz Halit Ergönül, antrenmanlarına Aksaray'dan Galatasaray'a koşarak ve leblebi yiyerek giderdi.’’

‘‘Bilmez miyim, Halit benim hocamdı.’’

‘‘Çünkü tramvaya binecek ve yemek yiyecek parası yoktu.’’

‘‘Zaten hiç olmadı. Ölümüne yakın cebindeki son meteliği de çalıştırdığı kulübe ring yaptırmak için harcadı.’’

‘‘Bir kapıcı çocuğuydu. 16 yaşında Türkiye 51 kilo boks şampiyonu oldu. 18 yaşında da Avrupa üçüncüsü. Ama öyle bir hakem haksızlığına uğramıştı ki, Amerika'ya giden Avrupa karmasına 1. olan Macar'ı, 2. olan İngiliz'i değil, Halit'i seçtiler. Sonra dönüp profesyonel oldu. Fakat tam ünlenip de ailesinin nafakasını çıkaracakken tüberküloza yakalandı. Yani verem olup boksu bıraktı.’’

‘‘Destanın gerisini de izninle sana ben anlatayım. Sonra şoförlük yaptı ve hastalığı yenince yıllar sonra ringlere hoca olarak döndü. Boks İhtisas Kulübü'nde benim hocamdı. Ama içine boks kurdu girmişti bir kere. 37 yaşında tekrar amatör boksa döndü ve tekrar Türkiye Şampiyonu oldu. Üstelik apandisit ameliyatı geçireli 2 hafta filan olmuştu. Finalde rahmetli İsmet Atıcı'ya bir sağ vurdu. İsmet'i düşerken yakalayıp ayakta tuttu ve dövüşür gibi yaptı. Köşesindeydim. 'Oğlanın düşmesine niye izin vermedin?' diye sordum. 'O daha genç ve geleceği parlak. Benim gibi bir ihtiyara nakavt olursa boks hayatı yara alır' demişti.’’

*

Orhan Ayhan'ı tanıdığım yıllarda 20'sine değmiş değmemiş filiz gibi bir delikanlıydı. Tercüman'da spor gazetecisiydi ve tabii her parlak genç gibi şımarıktı. Şımarık gençler, öteki şımarık gençlerden pek hoşlanmazlar. Ben de Orhan'dan pek hoşlanmazdım açıkçası... Ama sadece futbolun batağına devekuşu misali kafasını gömen diğer spor yazarları gibi davranmayıp boks, basketbol, güreş, voleybol gibi sporların da var olduğunu okuruna hatırlattığı için, tertemiz ve aksansız bir İstanbul Türkçesi’yle en zor milli maçları anlatmayı becerdiği için ve de en önemlisi yıllardır televizyonda hemen unutup bir köşeye ittiğimiz ‘‘Destan Sporcularımızı’’ anımsattığı için hoşnutsuzluğum saygı ve sevgiye dönüştü.

*

‘‘Babam bir zamanların ünlü Vefa Kulübü'nün başkanıydı. Vefa o yılların Trabzonspor'u gibiydi. 3 büyüklere kök söktürürdü. Ben de futbol, basketbol oynayarak büyüdüm ve okudum. Babam ve arkadaşlarından ötürü evde spor soluyarak yetiştim. Yöneticilik dahil spor gazeteciliğinin her dalında 45 yıla yakın çalıştım. Sadece Tercüman gazetesinde 30 yılım geçti. 40 yıldır da spor karşılaşmalarını radyo ve televizyonlardan izleyiciye aktarıyorum.’’

‘‘Maç sunuculuğu nasıl bir meslek?’’

‘‘Halit Kıvanç Ağabey'in ve benim çağımda mutsuz bir meslekti. 1964 yılında İtalya'da milli takımımızın 7-0 yenilgisini anlatmak ya da 1975'te Fenerbahçe'nin Benfica'dan 7 gol yemesini yurda duyurmak nasıl bir azaptır bilir misin?.. 2-1 ya da 3-1 yenilip yurda döndüğümüz zaman hiç olmazsa gümrükçülere bakacak yüzümüz olurdu. 'Şerefli mağlubiyet' sözü de buradan kaynaklanmıştır. Ayıptır söylemesi ama Avrupa'yı sallayan, dünya üçüncüsü olmuş bir milli takımın maçlarını anlatma şansını bulabilmiş genç arkadaşlarımı bazen gıpta ile dinliyorum, bazen kıskançlık duyuyorum.’’

‘‘Yenileri beğeniyor musun?’’

‘‘Beğeniyorum ama, ciyak ciyak bağırmalarına gerek yok. Maç sunucusu Cuma Pazarı'nda patates satan bir tezgáhtar değildir. O enerjilerini maçtan önce ders çalışarak hiç olmazsa yabancı oyuncuların adını doğru telaffuz ederek harcayabilirler. Çekoslovak oyuncunun adını İngilizce söylemek komik oluyor.’’

‘‘Adın Fenerli'ye çıkmıştı.’’

‘‘Hayır ben doğma büyüme Vefa'lıyım. Ünlü bir futbol takımının şanı şöhreti arkasına saklanıp gazetecilik ya da televizyonculuk yapmayı zül addederim. Fener yazarı, Galatasaray yazarı ne demek?... Nasıl bir saçmalık?.. Dünyanın neresinde var?.. Siz hiç Real Madrid yazarı, Arsenal yazarı diye bir meslek duydunuz mu?.. Futbol sahipsiz bir Halil İbrahim sofrası... Yeyin efendiler yeyin... Aksırınca, tıksırıncaya kadar yeyin... Öyle bir lezzetli sofra ki futbolcu ve hakem emeklilerine amenna dedik, ama birtakım işadamları bile üste para verip futbol bilgesi olarak televizyonlarda konser veriyorlar artık!..’’

‘‘Eskileri anmak, anımsatmak için bunca çaba neden?’’

‘‘Hafızayı nisyan ile malül yani bellek özürlü bir toplumumuz var. Biz, buralara nasıl ve kimler sayesinde gelebildik diye düşünen yok. Çınar bile olsan kökün yoksa bir gün devrilir gidersin. Onca televizyon kanalımız var. Üstelik spordan reyting yapıp nemalanıyorlar. Ama yine de TRT kadirşinas çıkıp bize eski değerlerimizi anımsatmak olanağı veriyor. 'Orhan Ayhan'la Spor Yorum' programı tam 600 diziye ulaştı. Bu bir rekordur.’’

‘‘O kadar anılması gereken sporcumuz var mıymış?’’

‘‘Sen ne diyorsun Oğuz'cuğum, onları bitirmeye ömrüm vefa etmeyecek.’’

Orhan, tıfıl bir delikanlıyken şımarıktı. Bakıyorum, altmış beşinde hálá şımarık gibi... Ama şımarmaya artık hakkı var sanıyorum.
Yazarın Tüm Yazıları