19 Nisan 2007
Yetişkinler için felsefe yapmak kolay ama asıl önemli olan kişiliğin oluştuğu çağda çocukları felsefeyle tanıştırmak. Birkaç haftadır masal ve hikáye kitaplarını rafa kaldırdık. Uykudan önce felsefe kitapları okuyoruz. Memleketi kurtarmanın moda olduğu günler gerilerde kaldı. Artık herkes kişisel kurtuluş savaşı veriyor. Bireyleri kişisel kurtuluş savaşı başlatmaya motive edenler de kişisel gelişimciler. Özellikle 30 yaş civarında, kariyerinden ya da özel hayatından memnun olmayanların adresi artık psikologlar değil kişisel gelişim uzmanları. Oturup birlikte felsefe yapıyorlar.
Kişisel gelişimcilerden Mümin Sekman’la kahve içerken bana enteresan bir şey söyledi. İnsanları ikiye ayırmış. Kişiliğine göre kariyerini şekillendirenler ve kariyerine göre kişiliğini yeniden şekillendirenler. 30 yaşına kadar olanlar genellikle kariyerine göre kişiliklerini yeniden şekillendirme yoluna gidiyorlarmış. 35 yaşın üstündekilerin eğilip bükülmesi daha zor olduğu için kariyerini kişiliğine göre şekillendiriyorlarmış. Ben de ikinci gruba giriyorum. Kişilikten taviz yok.
Yetişkinler için felsefe yapmak kolay ama asıl önemli olan kişiliğin oluştuğu çağda çocukları felsefeyle tanıştırmak. Birkaç haftadır masal ve hikáye kitaplarını rafa kaldırdık. Uykudan önce felsefe kitapları okuyoruz. Ciddiyim. Nehir bayılıyor. İki günde bir kitap bitiriyoruz. Tartışmasını ise ertesi güne bırakıyoruz.
Günışığı Kitaplığı "Çıtır Çıtır Felsefe" adı altında 10 kitaplık bir seri çıkardı. Yedisi piyasada, üçü ise önümüzdeki aylarda çıkacak. Yaşamı ve dünyanın işleyişini anlamaya çalışan çocuklara temel kavramları doğru sorular sorarak düşündüren kitaplardan söz ediyorum.
Bazen çocukların sorduğu sorular karşısında ne yanıt vereceğimizi bilemediğimiz anlar oluyor. Çünkü çocuk anne-babasının doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, adaleti-haksızlığı, dürüstlüğü-yalanı nasıl gördüğünü bilmek istiyor. Bu tür somut olmayan kavramları çocuklara doğru aktarmak, anlayacağı dilden konuşmak gerekiyor.
Çocuklara haklarını öğretmek önemlidir ama en etkin yolu nedir? "Çıtır Çıtır Felsefe" serisinin "Adalet ve Haksızlık" kitabında bir örnek veriliyor. Çocuk iki hafta üst üste yüzme dersine mayosunu getirmeyi unutuyor. Öğretmen üçüncü kez unuttuğunda çocuğu çırılçıplak yüzmekle cezalandırıyor. İşte bu noktada Paris Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde profesör olan Michel Puech ve Brigitte Labbe’nin önerileri devreye giriyor.
İki uzman o noktada Çocuk Hakları Evrensel Beyannamesi’nden bahsederek çocuğa "Hiç kimse senin onurunu ayaklar altına alacak bir ceza veremez. Bu çocuk haklarına aykırı bir cezadır. Böyle bir durumla karşılaşırsanız itiraz hakkınızı kullanın" mesajını iletiyor.
Ben adalet konusunun işlendiği kitapta en çok doğum günü pastası örneğini sevdim. Nehir’e doğum günü pastasından en büyük dilimi kime vermek istediğini sordum. Nehir "Doğum günü benim olduğu için büyük bir dilimi kendim hak ediyorum. Sonra kuzenim Ateş, arkadaşım Ecem, Turgut, Melis..." diye başlayarak en az 10 kişinin adını saydı. "Hepiniz büyük dilim alırsanız diğer arkadaşlarına pasta kalmaz. Davet ettiğin arkadaşlarına ayıp olmaz mı? Doğum günü sahibi olarak senin adaletli davranman, herkese eşit pasta dilimi vermen gerekmiyor mu?" sorusunun karşısında birkaç dakika sustu. Hatasını anladı. Adalet demek bir başkasına haksızlık etmemek demek.
"İyi ve Kötü" kitabında ise yine enteresan örnekler var. Suzi tuvalete gitmek için sınıftan çıkarken arkadaşının paltosunun cebindeki çöreği fark ediyor. Sessizce alıyor ve midesine indiriyor. Çöreğini aldığı arkadaşının hiçbir şeyden haberi yok. Bu örneği naklederken Nehir’in görüşünü de almayı ihmal etmedim. Çöreği yiyen Suzi için bu olay o kadar da kötü değil. Çünkü karnını doyurdu, keyif aldı. Ama çöreğin sahibi için kötü bir olay. Çünkü çöreğinin başına gelenleri asla bilmeyecek.
Ayrıca kızımla küçük bir oyun oynadım. "Görünmez olsaydın neler yapmak isterdin?" diye sordum. Nehir saftır, iyidir. Kitapta verilen "Bedava üç kez sinemaya gittim, pastaneden çörek yürüttüm, arkadaşımın ödünç vermek istemediği oyuncakları aldım. Banka kasasını boşaltmak istedim" gibi örneklerin uzağından bile geçmeyen yanıtlar verdi.
Galiba görünmez olunca görünürken yapamadığımız şeyleri yapacağımız kesin. Hatta bunlar pek de iyi olmayan, kötü şeyler... Bu demektir ki, çoğunlukla kötü bir şey yapmamızı engelleyen başkaları. Çünkü başkaları bizi görür, kötü bir şey yaptığımızı söyleyebilir, bizi ele verebilir, cezalandırabilir, yargılayabilir ya da bazı şeyleri yasaklayabilir.
Ama zaman zaman iyi ve kötü duruma göre değişir. Yaşamak için kurtların kuzuları yemesi gerekir. Kurtlar için kuzuları öldürmek iyidir. Kuzuysa ölmek istemez. Kuzular için kurtların yaptığı şey kötüdür. Kuzuların yaşama isteği iyidir.
Çalmak, hırsızlık yapmak bize göre kötüdür. Oysa Siyu Kabilesi’nde ilk hırsızlığı yapan bir çocuk için kutlama yapılır. Yani çocuğunuza neyin iyi neyin kötü olduğunu anlatırken bu örnekleri vermekte yarar var. Ayrıca çocukları "Bu iyidir ya da bu kötüdür" diye yönlendirmek de yanlış. Çünkü iyinin ve kötünün başkaları tarafından söylenmesini bekleyen çocuk düşünmeyi bırakmış demektir. Bu da insan olmaktan vazgeçmek anlamına gelir. Çocuğunuz size "Anne bir şeyin iyi mi kötü mü olduğunu nasıl anlayacağım?" diye sorarsa şu yanıtı verin; "Bize yapılmasından hoşlanmayacağımız her şey kötüdür, bize yapılmasından mutluluk duyacağımız şeyler ise iyidir."
Bu basit denklemi çocuklara anlatmak kolaydır ama ya biz yetişkinler anlamakta neden bu kadar zorluk çekiyoruz? İşte ben bunu anlamıyorum.
emleketi kurtarmanın moda olduğu günler gerilerde kaldı. Artık herkes kişisel kurtuluş savaşı veriyor. Bireyleri kişisel kurtuluş savaşı başlatmaya motive edenler de kişisel gelişimciler. Özellikle 30 yaş civarında, kariyerinden ya da özel hayatından memnun olmayanların adresi artık psikologlar değil kişisel gelişim uzmanları. Oturup birlikte felsefe yapıyorlar.
Kişisel gelişimcilerden Mümin Sekman’la kahve içerken bana enteresan bir şey söyledi. İnsanları ikiye ayırmış. Kişiliğine göre kariyerini şekillendirenler ve kariyerine göre kişiliğini yeniden şekillendirenler. 30 yaşına kadar olanlar genellikle kariyerine göre kişiliklerini yeniden şekillendirme yoluna gidiyorlarmış. 35 yaşın üstündekilerin eğilip bükülmesi daha zor olduğu için kariyerini kişiliğine göre şekillendiriyorlarmış. Ben de ikinci gruba giriyorum. Kişilikten taviz yok.
Yetişkinler için felsefe yapmak kolay ama asıl önemli olan kişiliğin oluştuğu çağda çocukları felsefeyle tanıştırmak. Birkaç haftadır masal ve hikáye kitaplarını rafa kaldırdık. Uykudan önce felsefe kitapları okuyoruz. Ciddiyim. Nehir bayılıyor. İki günde bir kitap bitiriyoruz. Tartışmasını ise ertesi güne bırakıyoruz.
Günışığı Kitaplığı "Çıtır Çıtır Felsefe" adı altında 10 kitaplık bir seri çıkardı. Yedisi piyasada, üçü ise önümüzdeki aylarda çıkacak. Yaşamı ve dünyanın işleyişini anlamaya çalışan çocuklara temel kavramları doğru sorular sorarak düşündüren kitaplardan söz ediyorum.
Bazen çocukların sorduğu sorular karşısında ne yanıt vereceğimizi bilemediğimiz anlar oluyor. Çünkü çocuk anne-babasının doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, adaleti-haksızlığı, dürüstlüğü-yalanı nasıl gördüğünü bilmek istiyor. Bu tür somut olmayan kavramları çocuklara doğru aktarmak, anlayacağı dilden konuşmak gerekiyor.
Çocuklara haklarını öğretmek önemlidir ama en etkin yolu nedir? "Çıtır Çıtır Felsefe" serisinin "Adalet ve Haksızlık" kitabında bir örnek veriliyor. Çocuk iki hafta üst üste yüzme dersine mayosunu getirmeyi unutuyor. Öğretmen üçüncü kez unuttuğunda çocuğu çırılçıplak yüzmekle cezalandırıyor. İşte bu noktada Paris Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde profesör olan Michel Puech ve Brigitte Labbe’nin önerileri devreye giriyor.
İki uzman o noktada Çocuk Hakları Evrensel Beyannamesi’nden bahsederek çocuğa "Hiç kimse senin onurunu ayaklar altına alacak bir ceza veremez. Bu çocuk haklarına aykırı bir cezadır. Böyle bir durumla karşılaşırsanız itiraz hakkınızı kullanın" mesajını iletiyor.
Ben adalet konusunun işlendiği kitapta en çok doğum günü pastası örneğini sevdim. Nehir’e doğum günü pastasından en büyük dilimi kime vermek istediğini sordum. Nehir "Doğum günü benim olduğu için büyük bir dilimi kendim hak ediyorum. Sonra kuzenim Ateş, arkadaşım Ecem, Turgut, Melis..." diye başlayarak en az 10 kişinin adını saydı. "Hepiniz büyük dilim alırsanız diğer arkadaşlarına pasta kalmaz. Davet ettiğin arkadaşlarına ayıp olmaz mı? Doğum günü sahibi olarak senin adaletli davranman, herkese eşit pasta dilimi vermen gerekmiyor mu?" sorusunun karşısında birkaç dakika sustu. Hatasını anladı. Adalet demek bir başkasına haksızlık etmemek demek.
"İyi ve Kötü" kitabında ise yine enteresan örnekler var. Suzi tuvalete gitmek için sınıftan çıkarken arkadaşının paltosunun cebindeki çöreği fark ediyor. Sessizce alıyor ve midesine indiriyor. Çöreğini aldığı arkadaşının hiçbir şeyden haberi yok. Bu örneği naklederken Nehir’in görüşünü de almayı ihmal etmedim. Çöreği yiyen Suzi için bu olay o kadar da kötü değil. Çünkü karnını doyurdu, keyif aldı. Ama çöreğin sahibi için kötü bir olay. Çünkü çöreğinin başına gelenleri asla bilmeyecek.
Ayrıca kızımla küçük bir oyun oynadım. "Görünmez olsaydın neler yapmak isterdin?" diye sordum. Nehir saftır, iyidir. Kitapta verilen "Bedava üç kez sinemaya gittim, pastaneden çörek yürüttüm, arkadaşımın ödünç vermek istemediği oyuncakları aldım. Banka kasasını boşaltmak istedim" gibi örneklerin uzağından bile geçmeyen yanıtlar verdi.
Galiba görünmez olunca görünürken yapamadığımız şeyleri yapacağımız kesin. Hatta bunlar pek de iyi olmayan, kötü şeyler... Bu demektir ki, çoğunlukla kötü bir şey yapmamızı engelleyen başkaları. Çünkü başkaları bizi görür, kötü bir şey yaptığımızı söyleyebilir, bizi ele verebilir, cezalandırabilir, yargılayabilir ya da bazı şeyleri yasaklayabilir.
Ama zaman zaman iyi ve kötü duruma göre değişir. Yaşamak için kurtların kuzuları yemesi gerekir. Kurtlar için kuzuları öldürmek iyidir. Kuzuysa ölmek istemez. Kuzular için kurtların yaptığı şey kötüdür. Kuzuların yaşama isteği iyidir.
Çalmak, hırsızlık yapmak bize göre kötüdür. Oysa Siyu Kabilesi’nde ilk hırsızlığı yapan bir çocuk için kutlama yapılır. Yani çocuğunuza neyin iyi neyin kötü olduğunu anlatırken bu örnekleri vermekte yarar var. Ayrıca çocukları "Bu iyidir ya da bu kötüdür" diye yönlendirmek de yanlış. Çünkü iyinin ve kötünün başkaları tarafından söylenmesini bekleyen çocuk düşünmeyi bırakmış demektir. Bu da insan olmaktan vazgeçmek anlamına gelir. Çocuğunuz size "Anne bir şeyin iyi mi kötü mü olduğunu nasıl anlayacağım?" diye sorarsa şu yanıtı verin; "Bize yapılmasından hoşlanmayacağımız her şey kötüdür, bize yapılmasından mutluluk duyacağımız şeyler ise iyidir."
Bu basit denklemi çocuklara anlatmak kolaydır ama ya biz yetişkinler anlamakta neden bu kadar zorluk çekiyoruz? İşte ben bunu anlamıyorum.
Yalan söylemekle ilgili bir örnek
Zakari’nin babaannesi ona bir Kızılderili çadırı alıyor. Bu, rengárenk, harika bir çadır... Hem de o kadar büyük ki, Zakari yazın iki arkadaşıyla birlikte çadırının içinde uyuyabilir. Yalnız küçük bir sorun var; bu babaannesinin ona Kızılderili çadırı aldığı üçüncü yılbaşı. Zakari neredeyse yıkılıyor. Başka bir hediye bekliyordu. Özellikle de geçen yılbaşı babaannesine zaten bir Kızılderili çadırına sahip olduğunu söyledikten sonra...
Ne yapmalı? Doğru mu, yalan mı söylemeli? Doğruyu söyleyip babaanneyi üzmeli mi, yoksa yalan söyleyip onun kalbini kırmamalı mı? "Her zaman doğruyu söylemeliyiz, yalan çok kötüdür!" ile "İnsanları üzmekten kaçınmalıyız!" arasında seçim yapmak hiç kolay değil.
Zakari’nin birkaç seçeneği var:
Gerçeği söyler: "Babaanne, bana zaten daha önce iki Kızılderili çadırı aldın, bu üçüncüsü. Üçüncü çadırımın olması beni mutlu etmiyor. Yani, ya beni hiç önemsemiyorsun ya da hafızanı kaybettin."
Tamamen yalan söyler: "Teşekkürler babaanne; hediye almış olman çok hoş. Bu çok güzel bir çadır, çok sevindim."
Yarı yarıya yalan söyler: "Teşekkürler babaanne, hediye almış olman çok hoş. Biliyor musun, gelecek yılbaşı ben de seninle birlikte hediye seçmeye gitmek isterim."
SONUÇ: Herkes kendi seçimini yapmalı, gerçeğe ne ölçüde yer vermek istediğini kararlaştırmalı. Eğer Zakari babaannesine yalan söylerse bunu kendini korumak için, cezalandırılmaktan ya da kendi yerine başkasının suçlanmasından kaçınmak için yapmayacak. Çikolata yiyip de "Hayır çikolatayı yiyen ben değilim" diye yalan söyleyen, kendini korumak için gerçeği saklar. Ama başka birini korumak için yalan söylemenin, birini üzmemek için gerçeği saklamanın aynı türden olmadığı düşünülebilir. Eğer Zakari biraz rol yaparsa kimse buna kızmaz. Bu biraz sahtedir ama mutluluk yaratır.
İyi ve kötü üzerine bir örnek
- "Beni partisine davet etmedi diye Selva’yı öldürsem mi, öldürmesem mi?"
- "Alamadığım oyuncağı çalsam mı, çalmasam mı?"
- "Kardeşimin benimle paylaşmadığı ayısını çöpe atsam mı, atmasam mı?"
- "İtfaiyecilerin yangını ne kadar zamanda söndürmeyi başaracaklarını görmek için ormanı ateşe versem mi, vermesem mi?"
- "Annem arkasını döner dönmez makarnanın üzerindeki peynirleri köpeğe versem mi, vermesem mi?"
- "Pastayı başkalarına bırakmadan bitirsem mi, bitirmesem mi?"
Normalde bir şeyi yapmadan önce kendimize sorular sorarız. Onu yapıp yapmamayı düşünürüz. Bu davranışları yapıp yapmamaya karar vermek için tereddüt ederiz. Ama bir şeyin iyi mi kötü mü olduğu konusunda çok da tereddüt etmeyiz! Çünkü azıcık düşündükten sonra o şeyi yapmak iyi midir, kötü müdür hemen anlarız. Bu sanki kafamızdaki şeylerin üstünde "iyi" ya da "kötü" yazan çekmecelere kendiliğinden girivermesi gibidir. Gerçek sorun iyi ve kötü çekmecesinin düzenlenmesi değildir. Gerçek sorun, çocuğunuzun aslında hangisini yapmak istiyor olması...
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2007
Anne-babaların kafalarının karışmasının en önemli nedeni, çocuk eğitimi konusunda fazla kitap okumaları... Çocuk yetiştirmek kitapla olacak bir iş değil. Çocuklar teknik kurallarla yetiştirilemiyor. Psikologlar bana kızacaklar ama ne zaman çocukların psikolojileri, anne-baba ilişkileri ile ilgili bir konu gündeme gelse hep aynı örnek veriliyor: "Tanıdığım tüm psikologların çocuklarıyla sorunları var." Aslında onları çok iyi anlıyorum. Bu işin eğitimini alıyorlar. Ama hayat bambaşka sürprizler yapıyor. Kitapla, hayat birbirine uymuyor. "Bu durumda çocuğum bu tepkiyi vermeli, ben de bunu söylemeliyim" diye kendi kendine iç diyalog kuran uzman ebeveynler, çocukları farklı bir söylem geliştirince şaşırıp kalıyorlar.
Anne olduğum günden beri hep aynı şeyi söylüyorum. Her çocuk farklı ve her çocuğa farklı strateji geliştirmek gerek. Öyle "Ben çocuğumu tanıyorum, stratejimi belirledim" demekle de olmuyor. Sonuçta çocuk büyüyor, gelişiyor, değişiyor, talepleri farklılaşıyor. Siz aynı stratejiyi uygulayınca da sökmüyor.
Sanıyorum gelenekleri de göz ardı ediyoruz. Oysa ailelerde büyük kırılmalar yaşamadan biraz gelenek, biraz yaratıcılık biraz da sağduyuyla yeni bir senteze gidilebilir. Anne-babaların yanıldığı konu şu: Çocuk yetiştirmenin bir kuralı olduğunu zannetmek! Oysa böyle bir kural yok. Çünkü her çocuk farklı, her çocuğun kendine has özellikleri var.
Yeni bir sentez oluşturun
Konunun uzmanları bu farklılığı çok net bir örnekle anlatıyorlar. Kaynayan bir su düşünün. İçine bir yumurta ve havuç attığınızda kaynayan su yumurtayı sertleştirir, havucu yumuşatır. Eğer çocuk yetiştirme kitabında suyu kaynatma gibi bir kural olsa, çocuğunuzun havuç mu, yumurta mı olduğunu bilmeniz gerekir. Bu nedenle sabit kurallardan yola çıkarak çocuk yetiştirmemek gerekiyor.
Arkadaş toplantılarında bir probleme çözüm arandığında anneler "Böyle bir sorunla karşılaştığımda ben şunu yaptım, çok etkili oldu şekerim. Sen de dene!" diyebiliyor. Diyor da bakalım o çocuk kendi çocuğuyla aynı karakter özelliklerini mi taşıyor? Ya ters teperse ne olacak?
Eğer çocuğunuzla ilgili bir problemi çözemiyorsanız doğaya bakın. Doğanın dengeyi nasıl kurduğu önemli... Talim ve Terbiye Kurulu eski Başkanı Profesör Ziya Selçuk, aynı zamanda rehberlik konusunda uzman bir hoca. Yeni nesil ailelerde yaşanan problemlerin nasıl çözüleceği konusundaki soruya verdiği yanıt çok önemli:
"Atomun yapısı ile ailenin yapısı arasında çok doğrusal bir ilişki vardır. Eğer ailede atomun çekirdeği anne-baba ise nötronlar, protonlar çocuklar olmalı. Ama çocuk çekirdek, anne-baba nötron-proton olmuşsa o zaman sorun çıkıyor. Çünkü işin doğasından uzaklaşma var. Bu merkezi korumak lazım! Ne kadar modern, çağdaş olursak olalım aile kendi otoritesini her zaman sürdürmeli. Çocuğun bir merkeze, bir referans noktasına hayat boyu ihtiyacı var. Mesela çocuklar asla annelerinin önemsemediği bir konuda sorun çıkarmazlar. Anne neyi önemsiyorsa o konuda sorun çıkarırlar. Anne için yemek önemliyse çocuk yemek konusunda sorun çıkarır. Anne için ders çalışmak önemliyse çocuk mutlaka ders çalışma konusunda sorunludur. Bir anne bir şeyi çok vurguladığında çocuk ’Bu konu annem için çok önemliyse ben bunu pazarlık konusu yaparım’ diyor. Mesela çocuk istediği oyuncak alınmadığı için alışveriş merkezinin ortasında çişini yapabiliyor. Annesi de ’Gözümün içine baka baka çişini yapıyor’ diye şikáyet edebiliyor. Ders çalışırken zıtlaşarak iletişim kurulduğunda bilin ki sorun ders konusunda çıkıyor. Olayları pazarlık konusu haline getirmemek gerekir. Sonuçta çocuk içinden ’Amerika’nın nükleer gücü, Rusya’nın doğalgazı varsa benim de yemek yememe, ödev yapmama gücüm var. Bunu pazarlık konusu yaparım’ diyebiliyor."
Tekrarlamak bıktırır
Ziya Selçuk Hoca’nın bu sözlerini kulağınıza küpe yapmanızı öneririm. Çoğu sorunun temelini bunlar oluşturuyor.
Çocuklar arasında karşılaştırma yapmamak gerekiyor. Her çocuğun belirli bir olgunluğa erişmesi farklı dönemlere denk gelebiliyor. Sınava hazırlanmak, ders çalışmak istemeyen bir çocuğun üzerine gitmemekte de yarar var. Çünkü bir atı zorla suya götüremezsiniz. Ya kendiliğinden susayacak ya da ot vererek susamasını sağlayacaksınız. Anne babalar çevrelerindeki çocukların başarılarından yola çıkarak atı zorla suya götürmeye çalışıyor, yapamayacakları bir şey için çocuklarını yıllarca baskı altında tutuyor.
Ayrıca bazı anne-babalar çocuklarını sürekli uyarıyor. Eğer "Ödevini yap" dediğiniz halde çocuk ödevini yapmıyorsa, bunu 50 kez tekrarlamak sadece moral bozuyor. Uyarılarınız çocuğunuzu harekete geçirmiyorsa, aynı sözü tekrar etmek bıktırıcı olmaktan öteye geçmiyor. Anne-baba çocuğuna "Sana 40 kez söylediğim halde aynı şeyi yapıyorsun" diyorsa, çocuk da "Bir kez söyledin, beş kez söyledin ama sözlerin beni etkilemiyor. Niye 50 kez söylüyorsun? Bunu anlamayacak kadar akılsız mısın?" diyor. Anne-baba bu metodun bir işe yaramadığını görüyorsa başka bir yol denemeli. Ama hangi yolu denemesi gerektiğini sağduyusuyla bulmalı. Sağduyunuzu kaybettiğinizi düşünüyorsanız, gazeteye "Hükümsüzdür" ilanı verin, bari başkası alıp kullanmasın. Ne de olsa herkesin sağduyusu kendine...
Siz hangi gruptansınız
Bu grup içinde yer alan anne-babalar, ebeveyn merkezli ve kuralcıdırlar. Sınırlar kalın çizilmiştir ve anne-babalar eğer bu limitleri koymazlarsa çocuğun kötü bir çocuk olacağını düşünürler. Çıtayı çok yüksek belirlerler, mükemmeliyetçidirler, çocuğu sürekli eleştirirler, emirler verirler, emirlerin sorgulanmadan uygulanmasını isterler. Amaç sanki çocuğun bir an önce büyümesi ve anne-babanın istediği şekilde biri olmasıdır. Çocuklar elbette bu katı otorite karşısında kurallara uyar, anne-babanın istediği şekilde davranır, saygıda kusur etmez, okulda başarılı olur, fazla davranış problemi yaşamazlar. Her şeyden önce kuralların uygulanmasına çok fazla odaklandıkları için çocukla sevgi bazlı sıcak ilişkiyi kaçırırlar. Çocuklar da büyümek ve olgunlaşmak için bir iç disiplin geliştirmek yerine, dışsal bir etken olan anne-babayı memnun etmek için böyle davranmaları gerektiğini düşünürler. Doğruyu yanlıştan içsel olarak ayırt edebilme becerisini geliştiremezler. Bu çocuklarda bireyselliklerine ve seçimlerine saygı duyulmaması nedeniyle, zaman içinde öfke ve intikam duyguları birikmeye başlar, özellikle ergenlik dönemine geldiklerinde başkaldırı çok fazla görülür.
Bu ebeveynlik tarzı çocuk merkezlidir. Çocuğun sevilmesi ve kendisini değerli hatta biricik hissetmesi her şeyden daha önemlidir. Bu tarzın kullanılmasında en büyük problem kuralların bulunmaması, tutarlı kuralların bir türlü yaşama geçirilememesidir. Anne-babalar hiçbir kural koymak istemezler, kuralların çocukla arasındaki ilişkiyi bozacağından ve çocuk tarafından artık sevilmeyeceklerinden korkarlar. Kuralsızlık sonucunda çocukla baş etmenin de mümkün olmayacağını görüp kural koymaya çalışırlar, fakat bu işlem kuralların tutarsız uygulanmasıyla sonuçlanır. Böylece çocuk, anne-baba üzerinde yanlış bir otorite geliştirmeye başlar. Büyüdükçe istekler de büyür. Anne-baba da bir süre sonra kendisini çocuğun kölesi gibi hisseder ve doğal olarak bu noktada öfke başlar. Çocuk anne-babasını sever fakat sınır çizemeyen bir anne-babaya saygı duymaz. Bu çocuklar bir süre sonra yalnız kalırlar veya isteklerine boyun eğecek, tıpkı anne-babaları gibi arkadaşlar seçmeye çalışırlar.
Çocuğu reddedici, çocuk gelişimine duyarsız, ebeveyn merkezli, kuralsız ve talepsiz tutumlar izleyen anne-babalardır. Bu ailelerde çocuk şans eseri doğmuş gibidir. Anne-baba için öncelikle kendi istekleri vardır, çocuk hep ikinci plandadır. Çocuk da "Aman beni rahat bıraksın da ne olursa olsun" şeklinde bir tavır geliştirir. Dayak korkusu nedeniyle istekleri bazen yerine getirir, bazen getirmez, zaten anne-baba da kurallar için çoğu zaman uğraşmaz. Bu ebeveynler anne-babalık becerilerini geliştirmek için hiçbir uğraş göstermezler. Çocukta temel güven duygusunun oluşmaması nedeniyle, özgüven problemleri ve depresyona yatkınlık en fazla bu tarzda görülür.
Bu gruptaki anne-babalar çocuk merkezli, çocuğa karşı duyarlı ve kabul edici tutumlar sergilerler. Fakat bu olumlu tutumların yanında, hoşgörülü ebeveynlik tarzının tersine bu anne-babaların talepleri ve kuralları vardır. Ebeveyn-çocuk ilişkisine karşılıklı sevgi ve saygı hákimdir. Çocuğun bireyselliğine, kişisel gelişimine ve seçimlerine saygı gösterirler, ancak kural ve sınırları koymakta da tutarlı davranırlar. Anlayışlı olmakla kuralsızlığı birbirine karıştırmazlar. Öfke ile net tavrı birbirinden ayırabilirler. Çocuklarına arkadaşça davranırlar ama onların arkadaşı değil anne-babası olmaları gerektiğini bilirler.
Bu anne-babalar dış disiplin yerine çocuğun iç disiplin geliştirmesini amaçlar. Çocuklarının neyi yapıp yapamayacaklarını bilirler, çocuklarını teşvik ederler fakat asla zorlamazlar. Sadece başarıyı değil, çocuğun gösterdiği çabayı takdir ederler. Hatalar karşısında suçlama, aşağılama yerine kabul edici bir tutum sergilenir, çocuk hata yaptığı için suçluluk hissetmez, bir daha yapmamak için çaba gösterir. Bu çocukların merak duygusu yüksek olur, başarmaktan zevk duyarlar, onlar için hayat eğlencelidir.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2007
Geçen yazdı. Evimizin yanındaki çocuk parkında Nehir’in kaydıraktan kayışını izliyordum. Hemen yan tarafımda oturan üç arkadaşın sohbetine ister istemez kulak misafiri oldum. İçlerinden en genç olanı oğlunun yaramazlıklarından bıktığını söyledi. Oğlu yerinde duramıyormuş, zaman zaman şiddete başvuruyormuş, cümlesini tamamlamasına izin vermeden çekip gidiyormuş. Genç anne, televizyonda izlediği bir programda anlatılanlardan yola çıkarak oğluna hiperaktivite teşhisi koymuş. Zeki çocukların yaramazlık yaptığını, onların da çoğunlukla hiperaktif olduğunu söyleyerek bu durumdan kendine pay çıkardı.
Normalde bu tür bir konuşma olduğunda atlarım ama sıcağın verdiği rehavet yüzünden dinleyici olarak kalmayı tercih ettim. Birkaç ay sonra annem televizyonda uzmanların "dürtü bozukluğu" hakkındaki konuşmalarını aktardı. "Bence bu çok önemli bir konu. Mutlaka bu konuyu yaz" diye de tembih etti. Tembelliğim mi tuttu yoksa yazacak konu bolluğundan mıdır nedir, bir türlü bu konuya sıra gelmedi. Geçenlerde yeniden konu çocukların yaramazlığına, davranış kontrolsüzlüğüne, hiperaktifliğine gelince, araştırdım.
Parkta oğluna hiperaktiflik teşhisi koyan annenin yanıldığını sanıyorum. Çünkü büyük ihtimalle oğlu "dürtü kontrol bozukluğu" (impulsivite) yaşıyor. Annenin anlattıklarıyla dürtü bozukluğunun belirtileri hemen hemen aynı...
Karnımız acıktığında yemek yemeyi isteriz. Açlık, susuzluk, uykusuzluk gibi temel gereksinimlerimizi çocukken ertelemek güçtür. Büyüdükçe bu dürtülerimizi kontrol etmeyi, doyurmayı ertelemeyi öğreniriz. Yani öğrenmemiz gerekir. Öğrenemediğimizde veya öğrendiğimiz halde bunu uygulamayı başaramadığımızda, uzmanlar dürtü kontrol bozukluklarından bahsediyorlar.
Travmaya maruz kalanlar
Dürtü kontrol bozukluğu, ruhsal hastalıklar içinde yer alıyor ve tedavi edilmesi gerekiyor. En sık karşılaşılanı saldırganlık duygularının kontrol edilememesiyle mala ve cana zarar vermek. Çocukluğundan itibaren etrafı kırıp dökenler çevresi tarafından "Yine nöbete girdi" diye adlandırılıyor. Çoğu zaman da bu davranışlar huy olarak kabul ediliyor.
Herhangi bir nedenle ani başlayan vurup kırma, elindekini fırlatma, duvara yumruk atma gibi davranışlar gösteren çocuklar var. Ya da sıraya giremeyen, girse de rahat duramayan, soru tamamlanmadan cevap veren, konuşmaları bölen... Eğer çocuğunuzda bu tip davranışlar gözlemliyorsanız ve bu tip davranışları tekrar ediyorsa, durup düşünün.
Birçok insanın yaşamında buna benzer olay bir kerelik yaşanabilir. Çok sıkıcı, üzücü, altından kalkılamayan bir neden olduğunda duvara, masaya vurarak kendine ya da elindekini fırlatarak eşyalara, başka insanlara zarar verenler olabilir. Uzmanlar, buna "dürtü kontrol bozukluğu" diyebilmek için birkaç kez benzer olayın tekrarlanmış olması gerektiğini vurguluyorlar.
Uzmanlara dürtü bozukluğunun kimlerde görüldüğünü sordum. Çocukluk döneminde sık şiddete ve travmaya maruz kalan kişilerde daha sık görülüyormuş. Bunun sadece psikolojik etkilenmeden mi yoksa özellikle kafaya ilişkin darbelerin oluşturduğu fizyolojik sorunlardan mı kaynaklandığı tartışmalıymış. Ya da aile büyüklerinden biri benzer şekilde davranıyorsa çocuk model alabiliyormuş.
Kendini yetersiz hisseden, yapmak istediklerini yapacak gücü olmadığını düşünenlerde de buna benzer tepkilere sık rastlanıyormuş. Bana enteresan gelen ayrıntı, dürtü kontrol bozukluğunun her yaşta başlayabilme ihtimalinin olması.
İstenmeyen adam
Sonunu düşünmeden eyleme geçme olarak tarif edilebilecek olan dürtü kontrol bozukluğu (impulsivite) yaşayan çocukların tipik özellikleri; sabırsızlıkları, sırasını beklemekte güçlük çekmeleri ve yönergeleri dinlememeleri... Sonuçta kendisi ve çevresindekiler için zararlı olabilecek fevri hareketleri ve sınır tanımadaki zorlukları, davranış sorunlarının ilk habercileri sayılıyor. Yaşıtlarıyla birlikte olduklarında olaylara aşırı tepki veriyor, eylem veya sözle arkadaşlarını rahatsız ettikleri için toplum içinde istenmeyen adam ilan ediliyorlar.
İlginç olan bir ayrıntı daha var. İnternette okudum, sizinle de paylaşmak istedim. "Piromani" yangın çıkarma ve ateş yakmaya karşı dayanılmaz bir istek duyulması, "Trikotilomani" saç, kirpik gibi vücuttan kıl koparılması, "Kleptomani" kişinin kendini kontrol edemeden, ihtiyacı olmadığı halde maddi değeri çok küçük bile olsa çalma dürtüsüne karşı koyamaması, "Patolojik kumar oynama" ise kumar oynamaktan kendini alıkoyamaması durumu... Bütün bu alt başlıklar dürtü kontrol bozukluğu içinde yer alıyor.
Amerikan Pediatri Birliği Çocuk Birimi’nin yaptığı bir araştırmaya göre 6-12 yaş arasındaki çocuklarda dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtü kontrol bozukluğu olma olasılığı yüzde 4-12 arasında değişiyor.
Dürtü kontrol bozukluğu ise toplumun genelinde ortalama 2,5-8 oranında görülüyor. Erkek çocuklarda kız çocuklara göre 2-3 kat daha sık rastlanıyor. Erkek çocuklarda genellikle hiperaktivite ve dürtü kontrol bozukluğu (impulsivite) belirtileri ön planda iken, kız çocuklarında daha çok dikkat eksikliği öne çıkıyor. Belirtiler genellikle 4-5 yaşlarında belirgin hale geliyor.
Sonunu düşünmesini sağlayın
Bazı çocuklar bebeklikten itibaren huysuzlukları, az uyumaları ve az yemeleri ile dikkat çekiyor. Okul hayatı ile beraber dikkat eksikliğine bağlı öğrenme zorlukları ve arkadaşlarıyla olan sorunlar başlıyor. Bu tür rahatsızlıkları olan çocuklar durup düşünmekte güçlük yaşıyor. Ergenlik döneminde ise okul başarısızlığı yanında, davranış sorunları ve aileyle olan sorunlar daha yoğun yaşanıyor.
Bunlar alt alta gelince aile tedirgin oluyor ve bir uzmana gitmeyi tercih ediyor. Çocuk ya öğretmeni tarafından uyarı alıyor ya da saldırganlık nedeniyle diğer çocukların aileleri tarafından... Çocuklara ilaç tedavisinin yanı sıra iç görü terapisi uygulanıyor.
Tedavinin parolası ise "Dur-Düşün-Eylemini yap!" Çocukların bu sıralamayı hem okulda, hem de evde uygulaması, içselleştirmesi gerekiyor. Böylelikle çocuk yaptığı işi neden yaptığını, yaparsa ne kazanacağını, yapmazsa ne kaybedeceğini düşünüyor, muhakeme ediyor ve karar veriyor. Beyninde bu işlemleri yapan bölgeler sürekli uyarılıyor ve bunu sürekli hale getirmesi sağlanıyor.
Dürtü kontrol bozukluğu kısaca sonunu düşünmeden eyleme geçme olarak tarif edilebilir. Her ne kadar gençleri "Sonunu düşünen kahraman olamaz" sloganıyla etkileyenler olsa da biz çocuklarımıza "Sonunu düşünmeyen adam olamaz" sloganını benimsetelim.
Hiperaktivite özellikleri
á Oturduğu yerde kıpırdar, ellerini ayaklarını oynatır
á Belli bir süre bir yerde oturamaz
á Çoğunlukla "eyleme hazır, motoru çalışıyor" gibi davranır
á Sessizliği koruyamaz
á Sağa sola koşturur, tırmanır
á Sakin bir biçimde oyun oynayamaz
á Sürekli olarak hareket eder
á Çok konuşur
Dikkat eksikliği özellikleri
7 Belirli bir işe dikkatini vermekte zorlanır
7 Dikkati kolayca dağılır
7 Dikkatsizlikten kaynaklanan küçük hatalar yapar
7 Başladığı işi yarım bırakır
7 Kendisiyle konuşulurken dinlemiyormuş gibi görünür
7 Görev ve etkinlik düzenlemede zorlanır
7 Ev ödevi, sınav gibi düşünsel çaba gerektiren işleri yapmaktan kaçınır
7 Eşyalarını kaybeder
7 Günlük etkinliklerde unutkanlık yaşar
Dürtü kontrol bozukluğu özellikleri
7 Dikkat etmeden topun arkasından caddeye koşar
7 Oda içinde koşarken bir eşyaya çarpıp devirir
7 Öğretmeninin, annesinin yönergesini sonuna kadar dinlemez
7 Sorulana cevap verirken; soru bitmeden sözel ya da yazılı olarak cevap vermeye çalışır (çoğu zaman anlamadan cevap verdiği için hata yapar)
7 Arkadaşlarına nasıl uyum sağlaması gerektiğini düşünmeden oradan oraya koşturur ya da konudan konuya atlar
7 Sürekle hareket halindedir ve isteklerini erteleyemez
7 Başladığı işin sonunu getirmekte güçlük çeker
7 Sırasını bekleyemez, 5 dakikalık işi 2-3 saatte yapar.
Çocuk beden dili
Çocukları doğru anlamak, onlarla doğru iletişim kurmanın birinci adımıdır. Çocukları anlamak ve doğru tepkiler vermek için bir rehber arıyorsanız "Çocuk Beden Dili" kitabına bir göz atın.
Dünyanın önde gelen vücut dili uzmanlarından Profesör Samy Molcho, çocukların üzerinde fazla düşünmeden yaptıkları, yapmacıksız mimikleri ve davranışları açıklayarak, yetişkinlere çocukların dünyasını tanıtmaya çalışmış. Delta Yayınları’ndan çıkan "Çocuk Beden Dili" kitabında fotoğraflar eşliğinde bebeklerin ve çocukların davranışlarının, beden dillerinin nasıl yorumlanacağı da anlatılıyor. 180 sayfalık kitabın satış fiyatı 12 YTL.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2007
Rekabet doğumla birlikte başlar. Yan odada yatan hamilenin başlayan sancıları ile kendi sancılarını karşılaştırırsın önce. Kim daha önce doğumhaneye alınmışsa, 1-0 öne geçer. Doğan çocukların kilo ve boy ölçüleri, ilk bir saatte anneleri tarafından emzirilip emzirilmediği, kaç günde taburcu olunacağı da rekabet konularının arasında yer alır. Akran çocukların büyüme dönemleri birebir takip edilir. Kahvaltıya 5’inci ayda mı başlandı yoksa 6’ncı ayda mı? Seninki sebze çorbasını yarım káse mi yiyor? Bir yaşın altındaki çocuğa hazır yoğurt mu yediriyorsun şekerim? Ben günlük taze yoğurt yapıyorum.
Anneler arasındaki bu rekabet zamanla çocuğa geçer. Kendi özelliklerinin farkına varan çocuk bu kez çevresindeki çocukları rakip olarak görmeye başlar. "Ne zaman konuştum, ne zaman yürüdüm, ilk cümlemi ne zaman kurdum, kaç yaşında okula başladım? Komşunun çocuğu benden önce mi yürüdü, kuzenim daha önce mi konuştu?" sorularıyla anne-babalar sık sık muhatap olur. Bu rekabet çevre genişledikçe daha ciddi bir hál alır. Anaokulu, ilkokul, lise, üniversite, iş yaşamı ve özel yaşamda tutturulması beklenen çizginin aşağısında kalanlar mutsuzlukla, yukarıdakiler de mutlulukla boğuşur...
Günümüz dünyasının rekabet koşulları ağır. Bırakın evin dışını, iki kardeş varsa ev içindeki rekabet bile bazen dayanılmaz oluyor. Anne, ailenin anahtarı olduğu için çocuklar genellikle annenin sevgisi için rekabet ederler. Bazen hayat boyunca bilinçli yahut bilinçsiz sürdürülen bu kardeş rekabeti, aile çevresinin dışındaki bireylerle kurulan ilişkileri de etkiliyor. Bu sefer en yakınındaki arkadaş rakip olarak görülüyor.
Başarıyı önce siz tattırın
Çocuklara artık "Şu okula gireceksin, iki lisan öğreneceksin, piyano çalacaksın, sporda başarılı olacaksın" diye baskı yapılıyor. Anne ve babalar çocukların üzerinde kartal gibi durmuş, başka çocuklarla arasındaki mesafeyi açmasını bekliyor.
Rekabet duygusu insan doğasının bir parçasıdır ama hem yapıcı, hem de yıkıcı bir biçimde kullanıldığında sonuçlar değişir.
Bazı aileler çocukların arasında rekabetçi yaklaşımları yüreklendirmenin, gelişme konusunda yararlı olacağına, bu duygu olmadığı takdirde çocukların kesinlikle gayret göstermeyeceğine inanır. Belki bu durum gözüktüğünden daha karmaşıktır. Yetenekli çocuklar kendi sınırları içinde yapabilecekleri işleri kolayca üstlenirler ve daha fazlasını başarmak için çaba gösterirler. Arkadaşlarıyla aynı düzeye varmak konusunda zorlanan çocuklarsa başarısız olmaktan korktuklarından başarıya pek seyrek ulaştıkları için herhangi bir konuda çaba göstermekten kaçınırlar.
Rekabet konusunda ikilem yaşayan çocukların daha sonraki yıllarda öğrenme konusunda zorluklarla baş edebilmeleri için okul öncesi dönemde kesinlikle başarıya ulaşacakları alanları bulması gerekir. Her çocuk başarılı olma duygusunu tanımaya gereksinim duyar. Çünkü kazandığı her başarı öğrenmesine yardımcı olur.
Bu en fazla önem verdiğim konular arasında yer alır. Nehir öğrendiği her yeni bilgiyi hayatının bir yerinde kullandığında mutlaka takdir eder, bir sonrası için zemin hazırlarım. Kızım başarıyı önce kendi evinde yaşar. Bu duygunun onu dışarıda daha mutlu edeceğine inanırım. Ama Nehir bu konuda istediğim sınırların biraz ötesine geçmiş gibi görünüyor. Bir ay kadar önce öğretmeni Hülya Hanım, bana derste yazdığı bir cümleyi okuttu. Nehir’in sınıf içinde en korktuğu şey, soru sorulduğunda bilememekmiş. Hülya Hanım, bu konuda Nehir’in takıntılı olduğunu, bu kaygıdan kurtulması gerektiğini söyledi. Geçenlerde Nehir en yakın arkadaşı Ecem’in anket defterini doldurdu. Getirip bana gösterdi. Anket defterinde "Gelecekle ilgili idealiniz nedir?" gibi bir soru vardı. Nehir bu soruyu "Sorulan her soruya cevap verebilmek" şeklinde yanıtlamış. Demek ki önümüzdeki günlerde bize rehberliğin yolu gözüktü.
Rekabetçi bir model oluşturmadım
Yaptığım işin iyisini yapmayı isterim ama iş rekabete gelince çevremdekilerle değil kendimle rekabet etmeyi tercih ederim. Kızımın önünde böyle hırslı, rekabetçi bir model de yok. Benim Nehir’e, belirli bir miktarda başarısızlığı hoşgörüyle karşılamasını da öğretmem gerekiyor. Çünkü hepimiz hatalarımızdan ders alırız. Başarıya pek seyrek ulaşmış çocukların ise bu deneyimi daha fazla yaşamaya gereksinimleri var. Yeterince başarılı oldukları duygusuna kapıldıktan sonra, başarısızlığa hoşgörü ile bakmayı kabul ediyorlar. Başarıları başarısızlıklarından fazla olduğu takdirde çocukların çoğu kolayca gelişme gösteriyor ve zamanı gelince öğrenmeye başlıyor.
Okul döneminde rekabet daha fazla öne çıkıyor. Sınıf içi başarının dışında giyilen ayakkabılar, kıyafetler, montlar da rekabetin başka alanlara kaymasına neden oluyor. Nehir’in bu alanlara kaymaması için sürekli kulağına üfleme yapıyorum. Dış görüntünün önemli olmadığını, giyilen kırmızı mantonun başarı veya birine hava atmak için bir anlam taşımadığını söylüyorum.
Ama ne kadar başarıyorum bilmiyorum. Çünkü Nehir ara sıra arkadaşlarında yeni gördüğü bir şeyi benim de ona almam için kafamda yumurta pişiriyor. Yüzde 80’ine itiraz ediyorsam, akla yatkın olanları alıyorum.
Daha büyük yaşlarda rekabet alanları genişliyor. Ama küçüklerin dünyasındaki rekabet koşulları da artık çok farklı... Sürünün onayını kazanmak için ne pahasına olursa olsun kazanma çabalarımızla aslında kendimizi sürünün diğer üyelerinden ayırıyoruz. Başkalarının acı çekeceğini düşünmeden büyüyenler, gelecekte onların kaybını kazancı olarak görüyor. Arkadaşı sınavda düşük not alınca sevinenler, yere düşünce gülenler, sözlüye kalktığında bilemediği her soruda arkadaşını aşağılayanların sayısı hiç de az değil. Bu gerçeği biliyoruz ama hálá dehşet içinde izlediğimiz olayların kahramanlarına neden şaşırıyoruz anlamıyorum.
Çocuklara kazanma yöntemini öğretmek
Çocuklarınıza bir ilişki, bir anlaşmazlık ya da bir başkasıyla başka türlü bir etkileşim içinde olduklarında her zaman üstün olan taraf olmak zorunda olmadıklarını öğretin. Aslında üstün olmaktansa etkin olmak daha iyidir.
Sürekli haklı olduğunda ısrar etmek yerine "Bilmiyorum" demenin bir sakıncası olmadığını anlatın. Bunun anlamı, yanılmaktan ya da tüm cevapları bilememekten korkmamız gerekmediğidir.
Rekabeti ödüllendirmemek ya da teşvik etmemek için çaba gösterin.
Yenilgiyle başa çıkabilecek kadar büyüyene kadar çocuklarınızı rekabete dayalı oyunların dışında tutun. Yenilginin kendilerine verilen değerden ayrı, gelip geçici hadiseler olduğunu görecek kadar olgunlaşmış olmaları gerektiğini unutmayın.
Eğer çocuğunuz rekabete dayalı spor yapıyorsa, kazanmayı karşı takımı yenmek ve yüksek skor elde etmek olarak değil, karşı takımla yüzleşmek ve iyi bir meydan okuma olarak tanımlamalarına yardım edin. Gerçek anlamda kazanmak, ellerinden gelenin en iyisini yapmaları, gelişme göstermeleri, tüm takımın işbirliği yapması ve harika zaman geçirmeleri demektir.
Eğer yarışıyorlarsa, yarıştıkları geçmişteki performansları olmalıdır. Böylelikle azim ve kendini disipline sokma gibi özelliklerini besleyerek kişisel gelişimlerini destekleyin.
Çocuklarınızı "Bakalım kim okul için önce hazırlanacak" gibi yarışmalar ortaya atarak harekete geçirmeyin. Bu yaklaşım çekicidir ve mükemmel şekilde işe yarar. Ancak çevrelerindeki herkesi potansiyel rakip olarak görmeye teşvik eder.
Çocuklara müzakere etme, işbirliği yapma ve uzlaşma sanatlarıyla herkesin kazançlı çıkmasına yönelik diğer taktikleri öğretin.
Her uzlaşmada, tüm tarafların kazançlı çıkacağı çözümlere ulaşabileceklerini anlatın. Bu araçların, onlara böyle bir anlayışa varmaları için gerekli anahtarı sunacağını aklınızdan çıkarmayın.
Bebeğin gözüyle görün
Prima, sağlıklı bebek gelişimiyle ilgili bilgileri anne adayları ve ebeveynlerle paylaşmak amacıyla www.prima.com.tr internet sitesini hayata geçirdi. Site, geniş kapsamlı bir başvuru niteliği taşıyor. İçeriği, anne-bebek sağlığı konusunda uzman doktorları bir araya getiren Prima Enstitüsü tarafından hazırlanan sitede ziyaretçilere keyifli ve farklı deneyimler sunuluyor.
Sitedeki "Benim dünyamı keşfet" ve "Bebeksel meseleler" adlı bölümlerde yetişkinler dünyayı bir bebeğin gözüyle görme ve bebeğin hareket kabiliyetiyle oyun oynayabilme olanağına sahip. İnteraktif bölümler sayesinde bebeklerin dünyasında neler olup bittiğini anlatan sitede ziyaretçilere sürprizler de sunuluyor. Siteye üye olan ilk bin kişi, özel kutusunda Prima ıslak mendil ve losyonlu aktif bebek deneme paketi kazanma şansına sahip olacak. Benden söylemesi!
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2007
Çoğunlukla herhangi bir sebepten dolayı anne-babasına kızan, onlara karşı öfke duyan, okulda arkadaşlarına kendini doğru biçimde ifade edemeyen çocuklar bu nedenle kaygılanıyor ve bu sıkıntısını tırnak yiyerek ifade ediyor. Tırnak yeme alışkanlığı o kadar yaygın ki, her üç çocuktan, her iki ergenden biri tırnaklarını yiyor. Aynı ofisi paylaştığım iş arkadaşım Pınar’ın keyfi kaçmıştı. Bu yıl birinci sınıfa başlayan oğlu Tunacan’ın tırnaklarını yediğini fark etmiş. Pınar "Birkaç kez tırnaklarını kesmek istedim. Baktım tırnakları kısa. Okul çıkışı anneannesine gittiği için onun kestiğini zannettim. Anneme Tunacan’ın tırnaklarını kestiği için teşekkür edince, kendisinin kesmediğini söyledi. O zaman Tunacan’ın tırnaklarını yediğini anladım" dedi.
Pınar, Tunacan’ı uyardıkça Tunacan daha fazla tırnak yemeye başladı. Bir psikoloğa danıştılar. Psikolog acı oje sürmelerini tavsiye etti. Acı oje yöntemini deneme fikrine çok sıcak bakmayan Pınar’a göre oğlunun tırnak yemesinin altında başka nedenler var.
Bir anne olarak Pınar’ı çok iyi anlıyorum. Biliyorsunuz Nehir de parmak emiyor. Neredeyse doğduğu günden beri... Üç-dört yaşına kadar günün her saati parmak emerdi, şimdi sadece uykuya dalarken emiyor. Sonra ben başparmağını ağzından çıkarıyorum. Uykusu arasında birkaç kez daha parmağını ağzına götürüyor. Çevremdekiler bana da aynı yöntemi önermişlerdi. "Acı oje sür, gece yatarken eldiven giydir, kollarını vücuduna sabitleyecek şekilde bağla"...
Ben kızıma kıyamadığım için yöntemleri denemedim. Fikir kötü geldi işte! Parmak emme alışkanlığımız sürüyor. Nehir, yaptığının doğru olmadığını bildiği için kimsenin öğrenmesini istemiyor. Ne zaman konu gündeme gelse bırakma sözü veriyor.
Tunacan’a gelince, annesinin her uyarısından sonra elini ağzından çekiyor ama her fırsatta tekrar parmakları ağzının içinde. Tunacan gibi tırnak yiyen çocukların oranı azımsanmayacak kadar yüksek. Çocukların yüzde 33’ü, ergenlik çağındakilerin de yüzde 40-45’i tırnak yiyor. Yani ergenlik çağına doğru çocukların yarısında bu davranış görülebiliyor.
Sinir bir durum olduğunu söylemeye gerek yok. Ama bu alışkanlığı terk etmek de zor görünüyor. Mesela çocukluklarından itibaren tırnaklarını yiyen yetişkinler var. Ayşe Arman, Sibel Can, Tülin Şahin, Nükhet Duru, Ayşe Hatun Önal da tırnak yiyen ünlülerden sadece birkaçı... Çoğu bu alışkanlığını bırakamadığı için çözümü protez tırnaklarda buldu.
Kızların oranı yüksek
Yapılan araştırmalara göre kızlar, erkeklere oranla daha fazla tırnak yiyor. Tırnak yemeye başlamanın nedenleri o kadar çok ki! Herhangi bir sebepten dolayı anne-babasına kızan, ailesine öfke duyan çocuk tırnak yemeye başlayabiliyor. Okulda arkadaşlarına kendini doğru biçimde ifade edemeyen çocuk bu sebeple kaygılanıp bu sıkıntısını tırnak yiyerek ifade edebiliyor.
Öğretmeninden veya ailesinden korkan ve cezalandırılma kaygısı taşıyan çocuk da tırnak yiyebiliyor. Aile içinde yaşanan huzursuzluklar, boşanma ve ayrılıklar sorunun ortaya çıkmasında etken... Ayrıca, uzmanlar kendine güveni olmayan çocuklarda tırnak yeme davranışının daha çok gözlemlendiğine dikkat çekiyor.
Tırnak yeme davranışı hem çocuklukta hem de ergenlik döneminde çok sık karşılaşılan bir sorun olduğu için hem anne-babalar tarafından, hem de tüm toplum tarafından çok kanıksanmış bir davranış olarak görülüyor. Yalnızca çocukluk ve ergenlik döneminde değil, yetişkinlik döneminde de bu davranışı sergileyen, devam ettirenler var. Ancak bu davranışın çocukluk ve ergenlik döneminde yeterince önemsenmeyerek giderilmemesi, birçok sıkıntıya yol açıyor.
Örneğin, okul veya iş hayatında, tırnağını yediğini gizlemeye çalışan, ancak bu davranışı bırakamadığı için de daha fazla gerginlik yaşayanların sayısı hiç de az değil. Tırnakları nedeniyle ellerinin berbat göründüğünü düşünüp sevgilisine elini tutturmayanlar var. Sadece bu durum bile kişide gerilim, suçluluk ve öfkeye yol açabiliyor.
Bu nedenle, tırnak yeme davranışı iyice kalıplaşmadan, erken dönemde kalıcı bir çözüm bulunması gerekiyor.
Uzmanlar sorunun ortaya çıkmasına sebep olan faktörleri bulup, onları ortadan kaldırmanın en kalıcı ve doğru çözümü sağladığına inanıyor. Anne-babalara, uzun süren tırnak yeme davranışıyla karşılaştıklarında, bunun altında yatan psikolojik faktörlerin neler olabileceğini öğrenmek ve gerekli önlemleri alabilmek için bir psikologdan yardım almalarını öneriyorlar.
Korkutmayın, ceza vermeyin
Bazı aileler tırnak yeme sorununu ortadan kaldırabilmek için geçici ve sağlıksız yöntemlere başvuruyor. Tırnaklara biber, boya gibi maddeler süren anne-babaların yanında çocuklarının ellerini bağlayan, tırnak yediğinde cezalandıran, aşağılayıcı, suçlayıcı veya engelleyici ifadeler kullananlar var.
Bu tip engellemelerin tırnak yeme alışkanlığının daha fazla pekişmesine neden olduğunu ve yeni davranış sorunlarının ortaya çıkmasına neden olabileceğini unutmayın.
Tırnak yeme güvensizlik belirtisi olarak kabul ediliyor. Aile içinde aşırı baskılı ve otoriter bir eğitimin uygulanması, çocuğun sürekli azarlanarak eleştirilmesi, kıskançlık, yeterli ilgi ve sevgi görememe, sıkıntı ve gerginlik başlıca nedenleri olarak sayılıyor ama Tunacan bunların hiçbirini yaşamıyor. Pınar sınırları oldukça geniş tutan bir anne... Baba derseniz aynı özelliklere sahip... Tunacan’ın sıkılmasına, baskı altında olduğunu hissetmesine neden olabilecek bir ortamları yok. Pınar’ın tek istediği oğlunun tırnak yeme davranışının altındaki nedeni bulabilmek.
Pınar’a tırnak yemenin taklit yoluyla da edinilebilen bir davranış olduğunu, ailede biri tırnak yiyorsa doğal olarak bu davranışın çocuğun ilgisini çektiğini hatırlattım. Ailede tırnak yiyen biri yokmuş. Şu ayrıntıyı unutmamakta yarar var; tırnak yeme davranışı olaylara bağlı olarak gelişebiliyor. Çocuğu tedirgin eden herhangi bir olay veya çevrede onun için hoşnutsuzluk yaratacak herhangi bir durum tırnak yemesine yol açabiliyor.
Eğer çocuğunuz tırnaklarını yiyorsa, ona tırnak yemenin ve ısırmanın çok kötü bir alışkanlık olmadığını ve bunu isteyenlerin kolaylıkla terk edebileceklerini anlatın. Eğer çocuğunuzu buna inandırabilirseniz en azından tırnaklarını yeme alışkanlığından vazgeçmek için çaba gösterecektir.
Çoğu aile çocuklarındaki bu davranışın kendiliğinden kaybolmasını bekliyor. Ancak kendiliğinden geçmeyeceğini bir köşeye yazın. Tırnak yeme alışkanlığı, bu alışkanlığa neden olan sebepler ortadan kaldırıldığında geçiyor. Çocuğunuzda uzun süren tırnak yeme davranışı varsa bunun altında yatan psikolojik faktörlerin neler olabileceğini öğrenmek ve gerekli önlemleri alabilmek için bir psikologdan yardım almanızı öneririm.
Diyeceksiniz ki, yolunu biliyorsun da kızının parmak emme meselesini neden bunca yıldır halledemedin? Kel olarak ilacım var ama kendi kafama süremiyorum. Bu kadar kusur kadı kızında da olur.
Tırnak yeme alışkanlığının nedenleri7 Üzüntü ve sıkıntı duyguları yaşaması
7 Gerilim ve kaygı duyması
7 Öfke ve saldırganlık duyguları içinde bulunması
7 Korkuları olması
7 Değersizlik ve güvensizlik hissetmesi
7 Aile içi iletişim sorunlarının varlığı
7 Aile içinde aşırı baskılı ve otoriter bir eğitim
7 Çocuğun sürekli azarlanarak eleştirilmesi
7 Kıskançlık, yeterli ilgi ve sevgi görememe Alınabilecek önlemler 7 En etkili yöntem, 3-4 yaşlarına kadar bu alışkanlığın anne-baba tarafından görmezlikten gelinmesi.
7 Daha sonra bu alışkanlık devam ederse; çocuğun gerginlik ve uyumsuzluk nedenleri iyice araştırılmalı ve bunlar saptanarak çözüm getirilmeli.
7 Çocuğu azarlamak, korkutmak, ceza vermek gibi zorlayıcı yöntemler yarar sağlamaz.
7 Zorlayıcı yöntemler kimi zaman daha ağır duygusal problemlerin çıkmasına neden olabilir.
7 Çocukları korku, kaygı yaratacak durumlardan uzak tutmak gerekir.
7 Küçük çocukların kaygı, korku verici televizyon filmlerini izlemeleri, kavgalı olaylarda bulunmaları çocuğu heyecanlandıracağı için sakıncalıdır.
7 Tırnak yiyen çocuklara geceleri yatarken eski hafif eldivenleri giydirilebilir. Bu, çocuk gece tırnaklarını yemek veya ısırmak istediğinde hatırlatıcı olması bakımından yararlı olabilir.
7 Çocukların ilgisi başka yöne çekilebilir. Sinema, televizyon izlerken veya radyo dinlerken ağzını çiğneyecek bir şeyle meşgul etmek, tırnak yemenin ve ısırmanın yerine gelecek bir etkinlik olabilir.
7 Çocukları ara sıra başarılarından dolayı ödüllendirme, bazı durumlarda yarar sağlayabilir. Ancak bunun kısıtlı ve uygun şekilde kullanılması gerekir. Aksi takdirde çocuk yeni ödüller almak için bunu kullanabilir.
7 Tırnak derin kesilebilir. Çocuğun kendi tırnak bakımıyla uğraşması da yararlı olabilir. Bunun için çocuğa manikür ve pedikür malzemeleri alınabilir.
TEK EKSİKLERİ VİTRİNGeçen hafta yüzlerce e-posta gönderdiniz. Güzel sözlerinizle yanımda oldunuz, destek verdiniz, tecrübelerinizi paylaştınız. Her birinize yürekten teşekkür ediyorum. Tek tek yanıt verme imkánı bulamadığım için de özür diliyorum. Dualarıyla, güzel enerjileriyle yanımda olan herkese müteşekkirim.
Bu hastalık tecrübesiyle bir önyargımdan kurtulmuş oldum. Özel hastanelerin dışındaki hastanelerde itilip kakılacağımızı düşünürdüm. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yaşadığım dört gün boyunca şunu gördüm; bizim hastanelerimizde görev yapan doktorlarımız müthiş. Her biri yabancı dizilerde hayranlıkla izlediğimiz doktorlara beş basar. Bir dakika bile oturmuyorlar. Hasta tedavilerinde uyguladıkları doğru protokol sayesinde çocuklarımız kısa sürede sağlığına kavuşuyor. Bizim hastanelerin tek eksiği vitrinleri. Hastalıkla boğuşurken zaten beş yıldızlı otel hizmeti aramıyorsunuz. Ama yardımseverler bu hastanelerin konfora yönelik eksiklerine el atarlarsa "tam süper olacak"...
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2007
Bir annenin yaşamak istemeyeceği bir dört gün yaşadım. Nehir, yüreğimizi ağzımıza getirdi. Türkiye’de çok da bilinmeyen bir hastalık, sinsi bir şekilde kızımı hedef seçti.
Geçen hafta bugündü. Öğleden sonra Tuzla Belediyesi’nde, akşam da Ümraniye Belediyesi’nde 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle düzenlenen panelde konuşmacıydım. İkinci panelin daha erken biteceğini düşünürken akşam 21.00’i buldu. Normalde Nehir uyuma saatlerine sadıktır. Altunizade civarındayken evi aradım. Nehir suçlu suçlu "Ben de şimdi uyuyacağım anne" dedi. "Bekle beni bebeğim, 5-10 dakika sonra oradayım" dedim. İşte bu cümle bugün yaşama ihtimalimiz olan acı olayı engelledi.
Eve geldim. Nehir’i öperken dudağının kenarında küçük bir kanama gördüm. Dudağını dişiyle kanattığını zannettim. Daha dikkatli bakmak için ağzını açtığımda damak içlerinde de kanamalar vardı. Hemen üst ve alt eşofmanını sıyırdım. Vücudunda mor noktalar oluşmuştu. En önemlisi kasık bölgesinde 10 santimetre çapındaki morarmaydı. Annem, alerjik bir durum olabileceğini söyledi.
Belki de annem doğru söylüyordu. Kızım alerjikti ve bir gün önce yüzmüştü. Belki de klor nedeniyle cildinde reaksiyon meydana gelmişti. Kasığındaki morluğun nedeni de havuzdan çıkarken havuzun kenarına çarpması olabilirdi. Ama içim rahat etmedi, en yakındaki hastaneye gittik.
Çocuk doktoru Nehir’i görür görmez kan ve idrar tahlili istedi. Tahlil sonuçları geldiğinde elimize bir not verip çocuk hematoloji bölümü olan bir hastaneye acilen başvurmamız gerektiğini söyledi. Kanın pıhtılaşmasını sağlayan trombositlerin sayısı 23 bine düşmüştü. Olması gereken sayı ise 200 bin-450 bin arasıydı. Nehir’de gördüğümüz mor lekeler kanamanın başladığını gösteriyordu.
Hemen özel bir hastaneye gittik ama çocuk hematoloji bölümü yoktu. Diğer şubelerine sevk ettiler. Çocuk Hematoloji Bölüm sorumlusu profesör arandı, o bizi Marmara Üniversitesi’ne sevk etti. Hastaneye ulaştığımızda ortalama 1,5 saat geçmişti. Yeniden kan alındı. Nehir’in trombosit seviyesi 3 bine kadar düşmüştü.
Beyin kanaması riski
Doktor durumun ciddi olduğunu, ciddi bir iç kanamayla karşı karşıya olduğumuzu, en önemlisi beyin kanaması gerçekleşebileceğini söyledi. Bir anne olarak nasıl bir tablo ile karşı karşıya kaldığımı tahmin edebilirsiniz.
Hızla müdahale gerekiyordu. İki yol vardı. Ya insan iliğinden özel olarak üretilen ve piyasada bulunması zor olan bir ilaç gece yarısı bulunacaktı ya da kemik iliği açılıp incelenecek ve kortizon tedavisine geçilecekti.
Pınar bir taraftan laboratuvara koştururken, annem Nehir’in yanındaydı. Kardeşim ise "Ben bulurum" diye tek başına istenen özel iliği aramak istiyordu. Kızımın o iliğe ihtiyacı vardı ve benim o anda yapmam gereken tek şey o iliği en kısa sürede bulup, getirmekti. Zamanla yarışıyorduk. Arabaya nasıl bindim, nasıl kullandım ve neden nöbetçi eczaneleri tek tek gezmeden direkt bir ecza deposuna gittim, bilmiyorum. Gece yarısını geçmişti ve ecza deposu kapanmıştı.
Güvenlik görevlisine "Kızım elden gidiyor, o henüz 8 yaşında. Lütfen bize yardım edin, zamanımız yok!" diye yalvardığımı hatırlıyorum.
Deponun bir çalışanı arandı, evden çağrıldı. Adam 15 dakika sonra yanımızdaydı ama bana bir asır gibi geçti. Çünkü Pınar sürekli kardeşimi arıyor "Çabuk olun, 5 dakika içinde burada olmanız gerekiyor, durum kötüye gidiyor" diyordu.
Depoyu açtırdık ama iliği bulmama ihtimalimiz yüksekti. Bizden 6 kutu istenmişti. Oysa depoda sadece 5 kutu vardı. Prosedürlere uymamız da gerekiyordu. Depo çalışanı bizimle nöbetçi eczaneye geldi, parası ödendikten sonra hastaneye ilikleri yetiştirdik. Nehir gerçekten kötüydü. Yüzünde mor lekeler oluşmuştu, kulağında ve gözünde de kanamalar vardı. Dayısıyla birlikte biz bir mucizeyi gerçekleştirmiş, çok kısa sürede, bulunma ihtimali olmayan bir ilacı bulmuştuk. Ama tehlike sürüyordu. Gece yarısı 8 ünite trombosit bulundu. Dayısı yarım saat içinde Çapa Kan Merkezi’nden trombositleri bulup getirdi. Nehir’i servise çıkarırken babasını arayıp, durumun kötü olduğunu söyledim.
Yalnız değildik
İlk dozun gitmesi 6 saati buldu. Ama yeterli değildi. Trombosit sayısı sadece 18 bine çıkmıştı ve risk sürüyordu. Sabah erken saatlerden itibaren ikinci doz için arayışa geçtik. Kızımın okulu seferber oldu ve 3 saat içinde ikinci iliği bulduk. Tedaviye cevap verdi.
Nehir iki kez yüreğimizi ağzımıza getirdi. İkinci gün baş ağrısıyla birlikte kusma başlayınca bize tomografi yolu göründü. Beyin cerrahından cevap gelene kadar ömrümüzden ömür gitti. Nehir sayesinde Türkiye’de çok fazla bilinmeyen İTP (İdyopatik Trombositopenik Purpura) hastalığını tanımış olduk. Akut İTP’ler bir anda belirti veriyormuş. Eğer Nehir’inkine benzer bir tablo ile karşılaşırsanız vakit kaybetmeden çocuk hematolojisi olan bir hastaneye başvurun. Yoksa bizim gibi şanslı olmazsınız ve yüksek risk nedeniyle geri dönülmez bir noktayla karşı karşıya kalabilirsiniz.
Eve döndük ama hálá her sabah trombosit saydırıyoruz. Çünkü bir iniyor, bir çıkıyor. Hastanede dört gün kaldık. Sabah ezanıyla birlikte koşuşturmanın başladığı serviste gece de erken oluyordu. O gecelerde şunu düşündüm; biz sıcacık evlerimizde çocuklarımıza sarılıp, mutlu ve huzurlu yatarken hastanelerde acı çeken binlerce çocuk ve aile vardı. Sabaha kadar gözlerini kırpmayan anneler, kapı önünde iyi bir haber bekleyen babalar...
Açlığa, susuzluğa, uykusuzluğa ve yorgunluğa dayanamayan ben, dört günü aşan bir süre eve gitmeden Nehir’in başında bekledim. Tıpkı diğer anneler gibi...
Hastanede kaldığımız süre içinde telefonlarımız bir dakika bile susmadı. Ne kadar çok dostumuz, arkadaşımız, sevenimiz varmış, bunu anladım. Hepsi Nehir için dua etti. Allah kızımı bana bağışladı. Hastaneden çıkarken Candan Erçetin’in bir şarkısının sözleri dudaklarımdan dökülüyordu: "Elbette bugün ağlıyorsak, yarın güleceğiz..." Ben zaten umudumu hiç yitirmemiştim.
Bundan sonra Nehir uzun bir süre çok dikkatli hareket edecek. Benim gözüm ise hep kızımın üzerinde olacak. Hastalığımızın akut mu yoksa kronik mi olduğunu 6 ay sonra öğreneceğiz. Zor ve riskli bir süreç bizi bekliyor.
Bulduğun parayı ne yaparsın?
Bir kafede, Stefani kimsenin oturmadığı bir masanın altında 50 liralık bir káğıt para görüyor. Bu bir aylık cep harçlığı demek! Parayı alıyor, ama sonra tereddüt ediyor. Bunu almak kötü mü acaba? Belki de, parayı kafenin sahibine götürmek daha iyi!
Eğer parayı kaybeden kişi geri dönerse, kafenin sahibi ona parasını geri verebilir. Ama káğıt paraların üstünde isim yazmadığına göre, paranın gerçekten de o kişiye ait olduğu nasıl kanıtlanabilir ki? Peki, kafenin sahibinin 50 liranın üstüne yatmayacağı nereden belli?
"Eğer o böyle yapacaksa, parayı kendime saklamam daha iyi" diye düşünüyor Stefani.
Bu durumda iyi olan ne: Parayı almak mı? Kafenin sahibine vermek mi? Kafede, "Kim 50 lira kaybetti?" diye bağırmak mı?
Kafedeki bu öykü epeyce karışık. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilmiyoruz. Öyküdeki durumu hiçbir cevaba ulaşamadan saatlerce tartışıp durabiliriz.
Belki de her zaman yalnızca bir tek iyi ve bir tek kötü yoktur. Varsa bile, bu her zaman herkes için aynı değildir!
İyi nedir, kötü nedir?
Yaşamak için, kurtların kuzuları yemesi gerekir. Kurtlar için kuzuları öldürmek iyidir. Bu, kurdun yaşamasını, küçük kurtların büyümesini sağlar. Kuzuysa ölmek istemez: Kuzular için kurtların yaptığı şey kötüdür. Kuzunun içindeki yaşama isteğiyse, iyidir.
Kurt için iyi olan, kuzu için iyi değildir. Kuzu için iyi olansa, kurt için kötüdür. İyi ve kötü herkes için aynı şey değildir.
Yaşamı ve dünyanın işleyişini anlamaya çalışan çocuklara, temel kavramları doğru sorular sorarak düşündürmek gerekir. Büyüklerin dünyasında bile ikilemler yaşatan bu kavramları çocuklara aktarma görevini yapacak olansa bizleriz. Peki, bunu nasıl yapacağız? Çocuklara doğru ve etkili düşünmenin yollarını yaşamın içinden küçük örneklerle öğreteceğiz.
Daha fazlasını öğrenmek için çok güzel kitaplar var. Mesela Brigitte Labb, felsefe eğitiminden edindiği birikimi yazdığı kitaplarla çocuklarla paylaşıyor. "Çıtır Çıtır Felsefe" dizisinin danışmanlığını ise Paris Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Profesör Michel Puech yapıyor. Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan dizinin "İyi ve Kötü" bölümünde çocuklarınıza en temel iki kavramı nasıl öğreteceğiniz örneklerle anlatılıyor. Belki bizler de kendimiz için bir şeyler öğreniriz.
İTP nedir?
İTP (İdyopatik Trombositopenik Purpura), vücudun kendi trombositlerine karşı ’antikor’ denilen bazı proteinler üreterek, trombositleri yıkmasıyla ve böylelikle trombosit sayısının azalmasıyla (trombositopeni) ortaya çıkıyor. Vücuttaki trombositlerin azlığı ise herhangi küçük bir yaralanmada kanamanın durmamasına neden oluyor. Trombositlerin olması gereken normal değeri milimetre küpte 200 bin ila 400 yüz bin arası. Trombosit değeri 30 binin altındayken morluklar ve kanamalar görülüyor. Ağız içindeki kanamalar genellikle trombositler 10 binin altına düştüğünde ortaya çıkıyor.
Neden olur?
Bu hastalığın nedeni hálá bilinmiyor. Ama en çok ilkbahar ve sonbaharda görülüyor. Çoğunlukla çocuklar bir enfeksiyon geçirdikten 2-3 hafta sonra bu hastalık ortaya çıkabiliyor. En çok kızamık, suçiçeği gibi hastalıklar ve virüsler hastalığı tetikleyebiliyor. İTP’de ayrıca aşılar, antibiyotikler ve ağrı kesiciler tetikleyici olabiliyor. Aspirin türevi ateş düşürücüler ve ağrı kesiciler kullanırken dikkat edin.
Belirtileri neler?
Her şey normal giderken birdenbire çocuğun vücudunda kocaman morluklar, nokta kanamalar, şiddetli bir burun kanaması ya da ağız içinde kanamalar görülebiliyor. Bazı çocuklarda ise bağırsakta ve idrarda da kanama olabiliyor. Geçirilen virüs enfeksiyonuna bağlı olarak geçici dalak büyümesi de olasılıklar arasında. En korkutucu olanı beyin içi kanamalar. Bu durumda çocukta uykuya aşırı meyil veya baş ağrısı, kusma gibi belirtiler görülüyor ve bilinç giderek kapanıyor.
Risk grubu çocuklar
İTP, çocuklarda en sık 2-7 yaşları arasında görülüyor. Kızlarda erkeklere oranla daha fazla görülüyor. 2 yaş altı ve 7 yaş üstü çocuklarda tedaviye direnç daha fazla görülüyor. Tıpkı Nehir’de olduğu gibi... Üçüncü günün sonunda trombosit sayısı 110 bine çıktı ama dördüncü gün 55 bine indi.
Tedavi yöntemi nasıl?
Birkaç çeşit tedavi yöntemi var. Bunlardan en sık kullanılanı ilaçlarla yapılan tedavi. Ancak kemik iliği incelemesi yapmak gerekiyor. İlaç tedavisiyle birkaç gün içinde trombositler yükseliyor. İkinci seçenek daha pahalı ama kemik iliği yapmayı gerektirmeyen, iki gün üst üste damardan verilen ilik serumu. Biz iliği bulabildiğimiz için Nehir’e ikinci yol uygulandı. Tedaviye hiç cevap alınamayan riskli durumlarda ise dalak alınıyor.
Dalak niçin alınıyor?
Vücut yabancı olarak algıladığı trombositleri dalakta yok ediyor. Dalak alındığında yok etme yeri olmadığı için trombositlerin sayısı yükseliyor.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2007
Aile bütçesinin hatrı sayılır bir bölümünü çocukların giyim-kuşamına ayırmaktan şikáyetçiyseniz, bu yazıyı kesip saklayın. Çünkü İstanbul’da yaşayanların bütçelerini rahatlatacak tüyolar vereceğim. Şehir’in giyimi söz konusu olduğunda annemle konuşurken dejavu duygusu yaşıyorum. Çünkü aramızda hep aynı konuşmalar geçiyor:
"Nehir’e artık bir çorap bile alma, gardırobunda boş yer kalmadı. Farkında mısın, pembe elbisesi giyemeden küçüldü. Mor eteği aldırmak için ağladı da şimdi neden giymiyor? Diğerleri eskimeden yeni eşofman alıyorsun, sonra sadece biriyle yatıp kalkıyor. Bir çocuğun kaç tane ayakkabısı olur? Bunlarla 10 çocuk daha büyür"...
Aslında annem bir yerde haklı... Nehir’in gardırobu giysiden yıkılıyor. Yazlığı, kışlığı derken 10 tane ayakkabısı var. Ama ne yapayım? Ben alışveriş yapmayı, yeni giysiler giymeyi seviyorum. Armut dibine düştü. Kızım da benim gibi alışverişi, yeni giysileri seviyor.
Günümüzde anne-babalar kendilerinden önce çocuklarını giydirme isteği duyuyor. Zaten çocuklar da kendi tercihlerini ortaya koyuyor. Ama çocukların giyim zevklerini tatmin edeceğiz diye bütçelerde büyük delikler açmanın bir anlamı yok.
"Çocuğun yediği helal, giydiği haram" sözünden yola çıkarak bazı alışveriş tercihlerimi alışkanlık haline getirdim. Mesela çok zorunlu olmadıkça yeni sezonda alışveriş yapmıyorum. Çünkü etiketler yarı yarıya, yüzde 70 oranında düşünce içim gidiyor. Resmen bir elim diğer elime vuruyor, kendime çok kızıyorum.
Ayrıca sezon sonlarında bir sonraki yılı düşünerek alışveriş yapıyorum. "Bedeni ya da numarayı nasıl tutturuyorsun" diye sorarsanız, tahmin etmeye çalışıyorum. Tutturamazsam da çevrede o giysileri giyecek bir sürü çocuk var, hiç üzülmüyorum. O giysiler mutlaka doğru adresi buluyor.
Mağazaları ezberledim
Nehir beş yaşına gelinceye kadar tam ortopedik ayakkabıdan şaşmadım. Çocukların yere düzgün basması çok önemli. Tam ortopedik ayakkabı için Kifidis ve Panda markalarını tercih ettim. İki marka da öyle ucuz ürün satmıyor. Ama siz Kifidis’in Şişli Bomonti’deki fabrika mağazasını tercih edin. Hem sezon ürünleri daha ucuz, hem de geçmiş sezonlara ait ürünler neredeyse üçte bir fiyatına satılıyor. Panda’nın bildiğim tek mağazası Kozyatağı Carrefour’un alt katında. Panda’da ’fırsat ürünlerinin’ satıldığı bir köşe vardır. O köşede her şey tek fiyata satılır.
Mothercare, Laura Ashley gibi markaların outlet’i Kozyatağı’nda açıldı. Aynı adreste hamile giysileri, beşik bile bulmak mümkün. Kozyatağı Acıbadem Hastanesi’nin hemen arkasında Demsa adıyla faaliyet gösteriyorlar. Mağaza kolay yerde.
LC Waikiki, Seven Hill, Adidas, Reebok, Tommy Hilfiger gibi markaların outlet’leri ise Güneşli’de. Hürriyet’in önünden geçip Yenibosna sapağından girdiğinizde hepsini elinizle koymuş gibi bulabilirsiniz. Yenibosna’ya gittiğinizde Hangar’a uğramayı unutmayın. 12 ay indirim var. Sezon ürünleri de satılıyor. İndirim zamanlarında gittiğinizde Benetton, Goose gibi Boyner’de satılan markaları dörtte bir fiyatına satın alabilirsiniz. Boyner’e her ayın son günü gitmenizi öneririm. Kelebekli ürünlerde yüzde 50 indirim yapılıyor.
Zamanınız varsa üşenmeyin
Güneşli Metro’nun hemen arkasındaki Zeyneyland’ı da bir kez görün. Şimdi Maltepe köprüsünde, E5 karayolu üzerinde yine üç-dört katlı bir mağaza açtılar. Üst katlardaki ürünlere indirim üzerinden indirim yapılıyor.
Artık her semtte bir Kanz mağazası var. Fabrika satış mağazalarında indirimli ürünler satışa sunuluyor. Özellikle bebekler için çok güzel ürünler var. Chicco’da yılın yarısı indirimle geçiyor. Biraz daha indirim için Kadir Has Alışveriş Center ile Sultanhamam’daki mağazalarına gidebilirsiniz.
Zara’nın outlet’i yok. O yüzden sezonda almak istemiyorsanız tek fiyat dönemini bekleyin derim. Beşte bire kadar fiyatlar düşüyor. Tabii şansınız yaver giderse... Çünkü bu kez de beden kalmıyor.
Nehir için beğendiğim bir diğer marka da B&G (Boys&Girls). Özellikle kaban ve mantolarına bayılıyorum. Kızlar için hem şık hem de yaşlarına uyan, abartısız koleksiyonları var.
Aksesuvar için Accesorize ve Claire’s gibi mağazaları tercih edebilirsiniz. Ama zorunluluğunuz yoksa indirim zamanlarını bekleyin. Çünkü Çin’den ithal edilen bir atkıya 49 YTL vermeye ne gönlüm ne de bütçem razı oluyor.
Ayrıca hemen her semtte bulunan Peros’lara da gidin. Ünlü markaların ihraç fazlalarını bulmak mümkün! Etiketleri görünce küçük dilinizi yutacaksanız! Mesela mağazasında 90 civarında satılan triko bir pançoyu Peros’dan sadece 9 YTL’ye aldım.
Gördüğünüz gibi bizim küçük hanımı memnun ederken kendimi memnuniyetsiz bırakmamak için kırk adres buluyorum. Üşenmiyorum da. Siz de üşenmeyin. Başka bir sefere belki sizi memnun edecek diğer adresleri paylaşırım (Belki diyorum çünkü arkadaşlarım yazmamı istemiyorlar)...
İndirimdeki mağazalar
Kifidis: (0212) 296 83 03
Demsa: (0216) 464 66 24
Kanz: (0216) 530 02 50
Chicco: (0212) 520 53 14
Adidas: (0212) 657 08 03
Tommy Hilfiger: (0212) 653 49 39
Sporting Shop: (0216) 499 01 99
B&G: (0212) 282 04 81
Zeyneyland: (0212) 656 37 77
Hangar: (0212) 335 75 75
Seven Hill: (0212) 653 42 94
LC Waikiki: (0212) 446 40 52
ANNELER
Sayın Kas, 18 Ağustos 2006 günkü yazınızın konusu olan nafaka ile ilgili tekrar bir yazı yazmadınız. O gün Bakan Başeskioğlu’nun sözlerinden devletin bu konuya el attığını düşünüp sevinmiştim. Sanıyorum bir kez daha yanıldım. 5 yıldır nafaka mahkemelerinde uğraşmaktan çocuğum da ben de bıktık. Sadece biz mi? Çevremizdeki insanlar da bıktı. Bir kez daha kendi kaderimize terk edildik. Sesimizi hiç değilse sizin aracılığınızla duyurabilseydik! Konunun ne aşamada olduğunu merak ediyorum. á F. E
Bu memlekette verilen sözler ne yazık ki havada kalıyor. Tıpkı nafaka konusu gibi... Ne yazık ki ne Çalışma Bakanlığı ne de Adalet Bakanlığı bir adım attı. Meclisteki kadın milletvekilleri de duyarsız. Kimsenin kılı kıpırdamıyor. Her biri yapılacak seçime kilitlenmiş. Size iyi haberler veremediğim için üzgünüm. Galiba vatandaş olarak kendi çözümümüzü kendimiz bulmalıyız.
Ben kötü bir anne miyim?
Merhaba tavsiyenize ihtiyacım var. Sizinle daha önce de yazışmıştık. Sorunum şu: Kızım 19 aylık ve evimizin yanında sadece 0-2 yaş arası çocuklara bakan tek kreş var. Kızımı oraya yazdırdım. Kreşe gidince ağlamıyor ama benden de ayrılmıyor. Pazartesi gününden itibaren artık tüm gün yalnız kalmaya başlayacak. İlk birkaç hafta ağlayarak ayrılacağız, bunu biliyorum. Anneyim, yüreğim sızlıyor. Sizce hata mı yapıyorum? İşten çıkıp kızıma mı bakmalıyım? Onu bırakmakla ben kötü anne mi oluyorum? Bana yardım edin, ne yapmalıyım? á S. Z
Milyonlarca annenin düştüğü ikilemi yaşıyorsunuz. Eğer bırakmayı planladığınız kreş içinize sinmişse, gözünüz arkada kalmasın. İçinde bulunduğunuz tereddütleri çok yakın bir arkadaşım yaşadı. Üç yaşındaki oğlunu bırakıp bırakmama konusunda tereddütlüydü. Çünkü oğlu henüz konuşmuyordu. İlk hafta kötü geçti. Çünkü bırakırken oğlan ağlamaya başlıyormuş. Kendisini sizin gibi çok kötü hissetti. Hatta geri almayı bile düşündü. Eşi o dönem almaması konusunda onu ikna etti. Aradan sadece üç ay geçti ve çocuk şimdi gülerek, isteyerek anaokuluna gidiyor. Anlaşılır bir şekilde konuşmaya, hatta şiir bile okumaya başladı. Çocuklar bir şekilde büyüyor. Çalışma hayatınıza ara vermeyin derim. Bıraktığınız için kötü anne olmazsınız. Eğer öyle olsaydı hepimiz kötü anneydik.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2007
Çocuklarla anne-babalar arasındaki mesafe giderek açılıyor. Babalar çocukları hakkındaki 10 sorudan yalnızca ikisine doğru yanıt veriyor. Babalar bana kızacaklar ama "Çocuk annenindir" diyenler doğru söylemişler. Bence de çocuk her zaman annenindir. Ayrıca bu tespiti araştırmalar da onaylıyor. Geçtiğimiz günlerde Hacettepe Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ferhunde Öktem başkanlığında bir araştırma sonucu yayınlandı.
Aslında bu araştırmanın ilki 12 yıl önce yapılmış, bir ay önce ise tekrarlanmış. 300 anne, baba ve çocukla görüşülmüş. Önce çocuklara "Ayakkabı numaran kaç? En sevdiğin arkadaşın kim? Bir öğretmeninin ismini söyle. Hangi takımı tutuyorsun? Hangi dondurmayı seversin? En sevdiğin yemek hangisi? Kaçıncı sınıfa gidiyorsun?" gibi son derece basit 10 soru yöneltilmiş.
12 yıl önce babalar bu sorulardan ortalama 2,5 tanesini bilirken, günümüzde bu sayı 2 doğru cevaba düşmüş. Anneler ise 12 yıl önce çocukları hakkında sorulan soruların 7,5’unu bilirken, bugün ancak 7’sine doğru yanıt verebilmişler.
Bunun anlamı nedir? Çocuklarla anne-babalar arasında mesafe giderek açılıyor. Ebeveynler, çocuklarını daha az tanıyor. Araştırmayı yapan Hacettepe Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı Hastalıkları Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Ferhunde Öktem, bu konuyu anlatırken ilginç bir örnek de veriyor. İbretlik bu durumu Profesör Öktem şu sözlerle anlatıyor: "Bir milletvekili babayla görüşüyordum. Çocuğunda çok ciddi problemler vardı. Milletvekili görüşmelere gelmiyordu. Babaya ’Bakın, çocuğunuz şunu yaptı, bunu yaptı. Hayatı elden gidiyor. Neden gelmiyorsunuz’ diye sordum. Bana ’Hocam, karar aldım. Ortaokulu bitirinceye kadar annesi, ortaokuldan sonra ben ilgileneceğim’ dedi. Bu konuşmalar yapılırken çocuk da aynı odadaydı. ’Baba, ben lise 2’deyim’ dedi. O hiç unutmadığım bir örnektir."
Anneler de bilmiyor
Bu örneği okuyunca hemen "cık cık" yapmayın. Bu memlekette hocanın anlattığı milletvekili babadan istemediğiniz kadar var. Bizim memleketin babaları tek bir soruda ful çekiyor. Hepsi çocuklarının tuttuğu takımı firesiz doğru yanıtlıyor. Adamlar çocuklarının en sevdiği arkadaşının adını, ayakkabı numaralarını, hangi sınıfa gittiklerini, öğretmenlerinden birinin adını, hangi çeşit dondurma sevdiklerini bilmiyorlar.
Sanki çok lazımmış gibi, babalık değil amigoluk yapma konusunda iddialılarmış gibi trajikomik bir tablo çiziyorlar. Çocuklarına hiç dondurma ısmarlamamış gibi sevdiği dondurma çeşidi sorusunda bile sıfır alıyorlar. Babaların hepsi böyle mi? Sanmıyorum. Çocuğu büyürken hep ilgili olan babalar da var ama sayıları o kadar az ki!
Topa tuttuğumuz sadece babalar değil, aynı durumda olan anneler de var. Anneler de çocuklarıyla ilgili 10 sorudan ancak 7’sini biliyor. Yani onlar da çocuklarını tam anlamıyla tanımıyor.
Bu araştırma kanıma dokundu. Biz ilgili ellerde büyüdük, ilgili ellerde çocuklarımızı büyütmeye çalışıyoruz. Peki, sizin durumunuz ne, hiç merak ettiniz mi? Önce çocuğunuzu ne kadar tanıyorsunuz, bunun yanıtını verin.
Sonra çekin anne-babanızı karşınıza, ilk oyuncağınızın ne olduğunu, ezbere söyleyebildiğiniz ilk şarkıyı, söyleyemediğiniz ilk sözcükleri, ilk küfrünüzü, ilk kalp çarpıntınızı, en sevdiğiniz çiçeği, yemeği, böceği sorun. Bu imtihanı hangi yaşta olursanız olun yapın. Aranızdaki bağın ne kadar kuvvetli olduğunu öğrenmeye ihtiyacınız varsa, káğıt-kalemi alın, anne-babanızı ayrı odalarda imtihan edin!
Kimsesiz çocukları giydirirken altın kazanın
Seninle dergisi ve Anchor’un ortaklaşa düzenlediği "Sevgiyle Sarmalayalım" adlı yarışmaya katılarak, çocuk esirgeme kurumlarında barınan kimsesiz çocukların giyimine katkıda bulunabilir, bu el emeğiniz sayesinde ödüller kazanabilirsiniz.
Çocuklarınızı çok seviyor, her ihtiyaçlarını elinizden geldiğince gideriyorsunuz. Ama sizin çocuklarınız kadar şanslı olmayan minik kalpler de var.
Seninle dergisi ve Anchor firması, yaklaşan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı çerçevesinde çocuk esirgeme kurumlarında barınan çocukları sevindirmek için bir yarışma düzenledi. Yurtlarda kalan ve yaşları 3-12 arasında değişen çocuklarımızın ilmek ilmek sevgiyle örülmüş yepyeni hırkaları ve kazakları giyebilmeleri için yarışmaya siz de katılabilirsiniz.
Yarışmaya gönderilen tüm ürünler, değerlendirme ve ödül töreni sonrasında, nisan ayında, Türkiye’nin çeşitli illerindeki çocuk esirgeme kurumlarına teslim edilecek. Bu kurumların isimleri Seninle dergisinde yayınlanacak. Sevgiyle giydirdiğiniz bu minik kalpler, size el emeğinizle kazanmanın kapılarını da açacak. Yarışmada dereceye giren 15 kişi, birer tam Cumhuriyet altını kazanırken, mansiyon ödülüne hak kazanan 15 kişi ise, 50 YTL değerinde Anchor El Örgü İpliği ve Anchor Butik dergilerinden oluşan birer setin sahibi olacak. Dereceye giren hırkalar dergide yayınlanırken, ödül sahipleri ile de röportajlar yapılacak.
Yarışmaya katılmak için istediğiniz herhangi bir marka iple, 3-12 yaşa uygun hırka, kazak veya süveter örmeniz, Seninle dergisinde yer alan katılım kuponunu doldurmanız ve ördüğünüz eseri en geç 19 Mart akşamına kadar Seninle dergisine ulaştırmanız yeterli. Yarışmaya istediğiniz kadar çok ürünle katılmanız mümkün. Yarışma detaylarını ve katılım kuponunu Seninle’nin mart sayısında bulabilirsiniz.
Annen Mağara Kadını Olmuş
Eski bir ilkokul öğretmeninin dünya tarihini konu ettiği komik kitaplar dizisi, okumayı sevmediğini sanan çocukları bile kitap okumaya teşvik ediyor. Jon Scieszka’nın yazdığı "Zamanda Gezinen Üç Kafadar" dizisinin iki kitabı "Annen Mağara Kadını Olmuş" ve "Ne Halin Varsa Gör Gladyatör" çıktı. Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan dizinin kitaplarında arkadaşlık, tarih öncesi, hayvanlar, doğa olayları, sanat, Arşimet, matematik, aile gibi temalarla yenilikler, gelişmeler, dünya ve uzay konuları işleniyor. Dizi özellikle 5 ve 6. sınıf öğrencileri için ideal.
Yazının Devamını Oku