Paylaş
Bir ‘Arap’ tarafım var benim. Darbukayı, zili, udu duysun kalkar oynar hemen. Omuzları titretir, kalçasıyla sekiz yapar, elleri istemsizce kıvrıla kıvrıla yukarı kalkar. Bilmez miyim ben onu... En ufak nağme duysa, ruhunda girilmedik sokak bırakmaz. Derindir derin. O kadar abartabilir ki herhangi bir şeyi. Dili kıvrak. Net değildir kafası, her şey olabilir ona göre. Ona her şey yakın. Duygulardan korkmaz, üzerine ‘düşünce suyu’ döküp söndürmez. Havalandırır alevini. Yanar cayır cayır. Hayat nedir. Bir içimlik şerbet, gitgide dumanlanan rakıdır. Alt göz kapağının içine çeker kalemi. Çekinmez hiçbir şeyden.
Bir de ‘Anglo’ tarafım var benim. Bana dışımdan bakınca, ilk o görünür. Göz yanılması. Benimle bile bazen İngilizce konuşur. Ben teenager’ken çok yakındık. Odaya kapanır, saatlerce rock dinler, kafa sallardık. Onun vücudu başka hareket eder. Saçını başka türlü toplar. Başka kitaplar okur. Düşünür, bulur. İnceltmeye çalışır beni, törpüler aklımı. Bana medeniyet öğretir. Avrupa’yı, Amerika’yı öğretir bana. Japon kağıtlarına sarar. Onun yanında kendimi rahat bırakamam. Hep saate bakar. Yine de havalı olurum onunla. ‘Cool’ kelimesi daha çok onun için sarf edilir. Alaturka şarkılarıma tahammülü yoktur. Bu iki tarafım benim zenginliğimdir. İstanbul onların evidir.
İkisini tuttum ellerinden, Beyrut’a götürdüm. Delirdiler, delirdiler. Biri koşarak camilere, kebaplara giderken, öbürü lounge çalan gece kulüplerine attı kendini. Beyrut, büyüledi beni. Bütün zenginliğimi ve fakirliğimi gördüm onda. ‘Şükür ki yıllardır barış var’ dedi, Paris’teki Colette’e benzer butikteki çocuk. Oradan çıkıp, göğsüne kurşunlar, füzeler yemiş binaların yanından geçerken fotoğraf çektim. Niye çektim ki? İnsan hastanede, yaralıların fotoğraflarını çeker mi... Ne kadar acı, ne kadar neşe, ne kadar eski, ne kadar genç... Neresi burası, sarhoş etti beni! Music Hall’da yan masamızdakiler gibi Arapça şarkılar söylemek istedim Beyrut’a, Fairuz’dan söylemek istedim, arak içmek istedim sabahlarına kadar. Korniş’te güneş doğana kadar dağlarından.
Ben kimim ki onun yaralarını anlayacak, saracak? O yedi bin yıldır buradaydı, ben en fazla yetmiş yıl. Onun, zamandaki bir anını gördüm diye, onu anladığımı mı sandım? Tam tersi, içimdeki her hali, burada serbest bırakabileceğimi hissettim. Eski bir ud sanatçısının oğlu, babasının eşyalarından ‘Falamanke’ diye bir yer açmış. Bahçesinde kahvaltı yaparken, bu esmer insanların benim dişimi değil de içimi, içimdeki o koca Arap’ı görmesini isterdim. Turist değilim, ben burayı biliyorum demek isterdim.
Seni görmeyeceğinden emin olarak baktığın, çok güzel bir canlıya benziyordu Beyrut. Umurunda değil, gözlerini dikip bakman. Öyle alışık ki. Öyle çok hayat söndü ki kucağında, öyle çok aşk başladı ki Eşrefiye’de... ‘Sen sadece buradan geçen birisisin’ dedi bana rüzgarı. ‘Savaş görmedin, hiç sen evinde yemek verirken, karşıdaki bina bir bombayla dizlerinin üzerine çökmedi’... ‘Sen biliyor musun’ dedi ‘sıfırdan başlamak nedir? Bir sevgiliden ayrılıp, saç boyatmaya benzemez, ölüp dirilmeye benzer.’
Kimse benimle daha önce böyle konuşmadı. Ben daha önce hiçbir şehirde bu kadar eskiye giden bakış, bu kadar yorgunluğa böyle dirilik görmedim. Beyrut başımı döndürdün gecelerinle, yine gelicem sana. Yine Arap olucam, yine Anglo.
Paylaş