Biri, doğadaki bütün çiftleşme çağrılarında olduğu gibi, cayır cayır sesler çıkararak bizi baştan çıkarıyor, öteki de sonsuz gençlik güzellik vaadiyle...
Bense bu hafta sonu adada bisikletle bastırmış giderken bunları hiç düşünmüyordum. Daha çok kafamdaki düşünce şuydu: Araba olmayınca bisikletler ne hızlı!
Hayatın birazdan önüme koyacağı zincirleme rastlantılar sonucu, güzel bir evin deniz kenarındaki akşamüstü esintili bahçesinde, çok meşhur bir estetik cerrahla, Serdar Eren’le tanışacağımdan bihaberdim.
Canım bihaber olmasam, yüzüme üç beş bişey sürer, bisikletin direksiyonuna astığım için sık sık tekere kapılıp, beni aniden durdurarak zincirin yağına bulanan hırkamı çıkarırdım elbet!
Fazla kibarlık yapmadan direkt konuya girdim tabi. Orda ne kadar kalacağımızı bilmediğimden, aklıma gelen bütün soruları büyük bir hızla sormaya başladım.
Hani derinin altını ısıtıp kolajen üretmeye zorluyorlar ya o iyi mi? Dolgu nası? Demi Moore ne yaptırıyor? Yüze kök hücre enjekte ettirmek iyi bir şey mi? Bir arkadaşım şunu yaptı ok mi? Biri bunu yaptırdı doğru mu? Annemin yüzü hiçbir şey yaptırmadan çok gergin, genetik mi? Hmm demek bir kadının hormonal durumunu cildine bakarak anlıyorsunuz, nasıl olmalı yani? Gibi, cevabını dinlemeye vakit bulamadığım sorular taarruzundaydım.
Yemek için masaya geçtiğimizde, hem hızlı bisikletten hem de hızlı sorularımdan bitap düşmüş üçüncü ıspanaklı böreğimi yerkense şunu sordum: Genetik test yaptırmıştım, obezite çıktı bende. Allah aşkına söyleyin, imkan var mı ya benim obez olmama?!
Gencim ben!
gözlerim rüya görür
kulaklarım vaatler duyar
aklım gücümdür
düşüncelerim yüksek
vücudumsa diri!
Rüyamda, insanın insana, insanın eşyaya, insanın hayata sadece ve sadece sevgiyle bağlanabileceğini ima eden koca bir ağaç. Kalın borularla kendini bir sürü şeye bağlamış. Onlar sevgi damarlarıymış onun. Ve yeşermesini buna borçluymuş. Yeşeren insanlar böyle, sararanlar öbür türlü. Rüyadan önce de emindim bundan. İnsan sevdiği bardakla bile başka çay içmiyor mu?
Bütün insanlar, doğuştan kör bile olsalar, korku, tiksinti, mutluluk, memnuniyet, kızgınlık, üzüntü, gurur ve utanç anlarında surat ifadeleri aynı.
Dünya üzerinde yaşayan herkes, zamanı geçmiş, şimdi ve gelecek olarak üçe ayırıyor. Hemen hemen herkes, taş devrinden kalma bir refleksle en çok yılandan ve örümcekten korkuyor.
Bütün kültürlerde sanat yapılıyor. Ve hepsi, tecavüz ve cinayetin kabul edilemez olduğunda hemfikir. Hepsi uyum ve huzur düşlüyor, Tanrı’ya inanıyor.
“Human Universals” (İnsanın Evrenselleri) adlı kitabında Donald E. Brown bu listeyi uzattıkça uzatıyor.
Mesela bütün çocuklar, nerede doğmuş olurlarsa olsunlar yabancılardan korkar, şekerli suyu şekersiz suya tercih ederler. Hepsi hikayelerden, mitolojiden ve özlü sözlerden zevk alır.
Bütün kültürlerde erkekler daha saldırgan ve kadınlara nazaran daha uzak yerlere seyahat ediyorlar. Kocalar, eşlerinden yaşça büyük.
Her yerde insanlar statülerine göre sınıflandırılıyor. Herkesin ait olduğu bir grup var ve dünyayı ‘grup içi’ ve ‘grup dışı’ olarak ikiye ayırıyor. Ve bütün bunları hepimiz farkında olmadan yapıyoruz.
Ben karakteri önüne koyarım yeteneğin. Gövdesine bakarım, omuriliğine bakarım ruhların. Sağlam olmalı onlar. Eğilip, bükülmemeli kolay kolay. Söz verdi mi, yapmalı. Şeffaf olmalı. Düşündüğünü cebine koyup, ağzına başka şey atmamalı.
Ona halatı bağlayıp, şehirde rahat rahat gezeceğimi bilmeliyim. Fırtına oldu diye çekip gitmemeli. Yeteneğini de etkiler bu. Yansır o karakterin girinti çıkıntıları, renkleri, tadı yaptığı şeylere. Dolayısıyla severim zaten, karakterini sevdiğimin yeteneğini de. Diyelim ki sevmedim, canı sağolsun yine de. İnsan ya, o bana yeter... Karakteri çürükse, alsın yeteneğini gitsin.
‘Bence yetenek’. Yetenekli insan çok az, karakterlisini bulmak daha kolay. Yetenek çoğu zaman, karakterin bozuk uçlarından çıkan kıvılcım değil mi?
Olağanüstü şeyler yapan insanlar hakkında anlatılan tuhaf hikâyeler, acımasızlıklar çok. Mesela Picasso için hayatındaki kadınların çoğuna çektirdiği, zulmettiği söylenir. Resimlerindeki heykellerindeki gibi, etrafındakileri de eğmiş bükmüş, yamultmuş, parçalayıp başka birleştirmiş. Ne yani, sevmeyeyim mi ben şimdi resimlerini? Yetenek arıyorsam, karakteri geri alabilirim. Onlardan lüks karakterler beklemem. Yaptıklarının büyüsü yeter, karakterini idare etmeye değer.
Bence budur, sence odur. Karakterli olsun, yetenek sostur. Yetenekli olsun, karakter sostur. Bu böyle tartışıladurur.
Boğaziçi Üniversitesi’nde Felsefeye Giriş dersinde öyle bir kitap okumuştuk ki unutmam mümkün değil. Sayfaların tepesinde bir soru dururdu. Mesela: “Kürtaj yasak mı olmalı serbest mi?” ya da “Adamın çocuğu çok hasta parası yok, eczaneden ilaç çalsa suç mu değil mi?”
Sonra sol sayfada bir argüman, sağ sayfada da tam tersi argüman olurdu. Biri kürtajı savunur, öbürü yererdi. Biri adamı savunurdu, öbürü eczacıyı. İkisi de öyle iyi yazılırdı ki, benimki gibi değil yani, bir sağa bir sola döner hangisine inanacağını bilemezdin, ikisine de hak verdiğin noktalar olurdu. Zaten dersin amacı buydu, ahlak madalyonunun her zaman bir de arka tarafı olduğunu göstermekti.
Gülmemeye de, güldürmemeye de çalıştığım çok oldu. Yani çoğu insanın tam tersi. Hayatta gülünecek ne var diye düşünenler çok. Haklılardır da. Yine de gülmenin, insanı kahve gibi taşıran bir şey olduğuna eminim. Gülen insan, sanki içinden dışına büyük bir esinti yaşayan ev gibi, pencerelerini aniden dışarıya iter ve tüllerini dışarıya uçurur. Birini bu halde görmek, eşsiz geliyor bana. Ben insanların en çok bu hallerini seviyorum. Sığ deyin, of deyin, sırt çevirin, göz devirin ne yapayım, ben böyle hissediyorum. Böyle doğdum.
Bir odaya girince de, sahneye çıkınca da, sevdiğimi severken de niyetim belli. İnsanlara iyi gelmek, müjde vermek, üstlerinden yük almak istiyorum ben. Bu bir işse, bu işe yaramak için gelmişim en başta. Benim her türlü ilişkiden anladığım bu. Vakte böyle kıymet gösteriyorum. Bir gün fotoğraf çektirirken, “Gülmediğinde dudaklarını ne yapacağını bilmiyorsun” demişlerdi. Doğrudur. Bilmiyorumdur.
Geçen hafta, Ken Burns’ün 10 DVD’lik inanılmaz bir özenle hazırlanmış “Jazz” belgeselini izlerken, kendimce kendime benzettiğim bir ruha tesadüf ettim. O ruh, nefesiyle tarih yazan caz müzisyeni Louis Armstrong’du. Virtüöz çalışına ve o müthiş sesine gülümsemesini ekliyordu. Eklemeyebilirdi. Çünkü o kadar iyi ki, kimseye şirin görünmek gibi bir kaygısı olamaz.
O siyah beyaz yıllarda, üstelik siyahların zulüm gördüğü yıllarda, bembeyaz dişlerini ve içi gülen gözlerini yanından hiç eksik etmemiş. 70 yaşında artık çok hastayken bile sahnedeki halini görmeliydiniz.
Bütün gücünü, proteinini içinin sarısından alıyordu. Hani hava bulutludur da, arada güneş çıkar ya bazen, bazı insanların varlıkları öyle oluyor.
Ben de öyle olmak isterim. Etrafımdaki istisnasız herkes için.
Meğer, bana dedikleri gibi ona da demişler, “Ne bu böyle neşeni saçıp duruyorsun (beyazlara)?” O da içinden benim dediğimi demiştir sanıyorum: “Saçarım saçmam sana ne, benim değil mi neşe!”
Beraberce, kat kat inelim boğumları...
Bir şey düşünürüz. Düşündüğümüzü iyi bilmemiz lazım. Çoğu düşüncemiz kendimizin değil. Ödünç alınmış. Öyleyse bir laf etmeden önce, ilk yutkunmamızda soralım: Bu düşünce benim midir? Değilse, lafı da yut gitsin.
Bir şey söylemek isteriz, o söylemek istediğimiz söylenmeden önce, içimizde gezinir. Biz onu tamı tamına kelimelendirmediğimiz için, onu aşağı yukarı biliriz. Yine de soralım ikinci yutkunmada: Asıl söylemek istediğim ne?
Bir şey söylediğimizi sanırız... Ah! O kelimeler nasıl da cop gibi dökülür bazen ağzımızdan! Hiç şişede durduğu gibi durmaz yani. Bütün yumuşak sesliler, sert sessizlere döner! Biz bir şey dedik sanırız, altyazı başka olur. Üçüncü yutkunmada soralım: Söylemek istediğimiz o kelimelerle mi söyleniyor?
Bir şey söyleriz... Ve verilen laf geri alınmaz. Lafların tek kuralı vardır, o da budur. O halde kulakları iyi açıp dinleyelim kendimizi lafı etmeden, dördüncü yutkunmada: Bunu mu söyliycem ben? Yçimizdeki aynada küçük bir prova. Vakit bile almaz.
Her zaman karşımızdakinin duymak istediği bir şey vardır... Zaten hep bu yüzden eğip bükmüyor muyuz diyeceğimizi? Karşımızdakinin bir anahtar deliği var. Sen ne dersen de, o kapıyı deneyecek önce. Beşinci kere yutkunup, “Duymak istediği ne?” sorusunu atalım gitsin. Biz kendimizden sorumluyuz. Başkası gibi düşünemeyiz. Düşünmemeliyiz de.
Karşımızdaki bir şey duyar... Altıncı yutkunmada düşünelim: Bu insan bunu duyacak. BUNU duyacak. Duyuralım mı bunu?
Bu top, saatte binaltıyüzyetmiş kilometre hızla kendi etrafında dönüyor. Hem kendi etrafında dönüyor hem de masa lambasına benzettiğim sarı bir ateş topunun etrafında dönüyor. Ateş topunun etrafında dönme hızı saniyede otuz kilometre. Öyle deli işi bir hareket içinde.
Dahası var: Bu topun etrafında pinpon topu gibi dönen başka bir top daha var. O da ortadaki ateş topundan aydınlık aldığından, geceleri parlıyor. Bu küçük beyaz top da hem kendisi hem de mavi top etrafında dönüyor. Buraya kadar dikkatinizi çekmiştir, her şey büyük hızlarla dönüp duruyor. Phew! Bunu bazen unuttuğumuza inanamıyorum.
Yani şunu anlamıyorum, illa astronot mu olmak lazım, belgeseller mi izlemek lazım, dünyaya güneşe aya bu gözle bakabilmek için. Bu unutkanlığımız, belki de bizden çok daha küçük şeylerle oyalanabilmek için kimbilir. Belki de. Kimbilir. Binaltıyüzyetmiş kilometre hızla!
Bu anlattığım çok ama çok azı bile değil olup bitenin. Olup bitenin zerresini anlatmaya yetmez dediklerim. Samanyolu diye bir galaksinin içinde dönüyor bu toplar, bunun gibi daha bir sürü ateş topları, yanan sönen göz kırpmaları, taşlar kayalar düşünün. O kadar çoğunu düşünemezsiniz yani. Uzaktan bu samanyoluna bakınca, sanki kızarmış yumurtaya benziyor.
Ortasına ateş topunu almış, deli divane keşişler gibi dönen bu toplardan tam sekiz tane daha var. Ben çocukken dokuzdu da, birine ne oldu bilmiyorum. Ne biliyorum ki zaten.
Ayrıca, şu üzerinde yaşadığımız mavi topun neredeyse tamamının su olduğunu da sık sık unutuyorsunuz! Su diyorum su, balık da olabilirdiniz, o zaman gezip görecek daha çok yeriniz olurdu! Bir su topu turnuvasında olduğumuzu unutuyor gibisiniz, başınız önde işten eve dönerken, ağzınızda söyleyemediğiniz laflar gevelerken. Boşversenize! Çılgınlıklar içindeyiz! Ama romantik mistik hikayeler de var etraftaki bilinmezlikte. Mesela, bu toplardan jüpiterin etrafında dönen bir top var, onun da adı, europa. Derler ki, o buzlu yüzeyinin altında okyanus saklarmış.
Çok şaşırmayın, burada sağa sola bağırıp duruyorsunuz ya, şu mavi toptan biraz uzaklaşsanız sesiniz duyulmaz. Çünkü geceleri üzerimize örtü gibi örtülen o karanlık boşlukta çığlıklar duyulmaz olur. Fısıltı bile duyulmaz olur. Sesi taşımıyor çünkü. Işığı taşıyor sadece. Aksi takdirde şu an nasıl güneşlenirdik, otuzbin yıl önceki bir güneş patlamasının ışığıyla di mi?
Başka türlüsünü bilmeyiz. Havadan sudan bahsetmeyeli çok oldu buralarda.
Her sabah bir konumuz, tasamız, sansürümüz, modern ya da muhafazakâr endişelerimiz olur bizim. Bazen bir haberle, balinalar misali topluca kıyılarına vururuz şu Türkiye yarımadasının. Biz buna alışkınız. Aşılıyız.
Fakat bizi gölgede sanmayın. Bizim burada olan güzel şeyler de var. Bunları da kaçırmama marifetini göstermeyi bilmeli.
İstanbul kaynıyor. Parlıyor. Artık biz güzel şeyler için yabancı memleket tarafına gitmiycez. Onlar bizim tarafa gelicek.
Mesela örnek vereyim: Krek Tiyatro Topluluğu’nun “Güzel Şeyler Bizim Tarafta” oyununu izlemelisiniz. Hemen gitmelisiniz. Santralİstanbul’da oynuyor. Oyun, kulaklıkla izleniyor. Sahne camın arkasında. Yani akvaryum gibi.
Oyunu kulaklıkla izlediğin için nefesleri, iç geçirmeleri, küçük hıçkırıkları bile duyuyorsun. Hatta iç sesleri bile duyuyorsun. İnanılmaz bir özel ilişki kuruyorsun hikayeyle.
Kulaklık seni, o odaya Avatar’daki gibi bağlıyor. Hikaye çok güzel. Ve çok güzel yazılmış. Yazan ve yöneten Berkun Oya’ya tebrikler.