Nil Karaibrahimgil

Takip edilecek kadınlar

20 Mayıs 2013
Takip edilecek kadınlarBu hafta bir şey oldu ki, gururumu okşadı. O da Mediacat ve Advertising Age’in düzenlediği ‘Women to Watch’ (takip edilecek kadınlar)dan biri olmak. Bu ödül 15 işkadınına verildi aslında. Reklam ve pazarlama dalında, artık dalı geçmiş ağaç olmuş, yeşermiş meyveler vermiş kadınlara.

Bir tek Gülse Birsel ve ben, ayrık otuyduk. Çok da ayrık otu değildik bir yandan, çünkü ikimiz de reklam sektörünün içinde, markalarla da işler yapıyoruz. Ödülümün üzerinde, ‘sanat öncüsü’ yazıyor.
Vay be yazıyor yani. O gece, sahnedeki 15 koltuktan birinde oturmak beni diğer ödül törenlerinden farklı bir hisse sürükledi: Bütün kızlar toplandık, biz ne işler başardık! Dünyada, kadınların kariyerlerinde ancak bir yere kadar yükselebildiklerini anlatmak için ‘glass ceiling’ (camdan tavan) diye bir terim var. Kadınlar, basamakları ne kadar çıkarlarsa çıksınlar, kafalarını bu görünmez tavana toslayıp orada kalıyorlar, deniliyor.
Belki bu biraz doğru.
Türkiye’de ise tavanlar, duvarlar hatta zeminler camdan. Kadınsan, böyle cam bir kutudaymış gibi izleniyorsun. ‘Nesin, kimsin, güzel misin değil misin, kilon mu var, sevgilin mi var, yaşın kaç, amacın ne, niye hırslısın, niye onunla berabersin, bu işi kendin mi yaptın yardım mı aldın, çocuğun var mı?’ gibi yüzlerce açıdan değerlendirilip durduğun, cam bir fanus içinde 360 derece taramalara maruz kalıyorsun.
Puanların, abartma katsayısıyla çarpılıyor. Hormonları devreye girip saçmalayan da, duygusallaşıp ağlayan da, evlenemediği için gergin olan da, çocuğu olduğu için yarım akılla işe gelen de kadınlar oluyor.
Ne yaparsan yap bazen, eksik olduğun yer, koca fosforlu bir kalemle çizili. Evet, hep fosforlu Cevriye’sin sen!

Bu şikayet paragrafından sonra, bir de şükür paragrafı gelsin.

Yazının Devamını Oku

Ümit Benan’ın dövmeleri ve H12 vitamini

13 Mayıs 2013
Beyrut’tan döndüğümde, vücudumun içinde hâlâ Fairuz çalıyordu. Çocukluğum, Sezen Aksu şarkıları çaldığından mı ne, biraz melankolik geçmişti.

Ya da ben öyle hatırlıyorum.
Ne bileyim, Justin Bieber gibi şeyler de vardı belki ama “Değer mi hiç?” dökülüyordu evlerin pencerelerinden. Belki sekiz yaşındaydım ama aşkı benden öğrenebilirdiniz. 
Fairuz, içimdeki Sezen Aksu’ya, o çocukluğuma, o da başka şeylere çarpıp beni sarsmıştı.
Beyrut beni sarsmıştı. Benim kadar doğulu, oryantal, kıvrak, macunlu, benim kadar batılı, modern, meraklıydı. Bütün baharatları, ağzımdaki tada benzer bir şehir bulmuştum.
Döner dönmez bir bileklik yapmanın peşine düştüm.
Hazır unutmak istemediğim her şey aklıma gelmişken, onlara birer sembol bulup ölümsüzleştirmek istedim. Hep gözümün önünde durmasını istediğim hisler ve bilgiler vardı.
Bu bileziği henüz yaptırmadım fakat bir çizimi, kütüphanedeki “Beirut I Love You” kitabının bir sayfasında var. Bunlar B12 eksikliğinden unutulan şeylere benzemiyor.

Yazının Devamını Oku

Turunculu adam ve ben

6 Mayıs 2013
Yanına bir sandalye çekip oturmak istedim. Los Angeles’ta Sunset Bulvarı’nda iki erkenci kuştuk. Ben karşıdaki kitapçının açılmasını bekliyordum. Sen hiçbir şey beklemiyordun ve seni harika yapan da buydu!

Sen ‘olan’la dans ediyordun. Olacak olanlara göz koymuş değildin.
Önünde laptop’ın, sağ yanında kahven vardı. Yanında bir ağaç vardı. Şanslıydın, gölgen vardı.
“Bugün çok sıcak olacak” kadar boş bir şey söylemek istedim sana. Asıl sormak istediğimi şimdilik gizlemek için.
Asıl sorum, “Sabahın bu köründe nasıl bu kadar turuncu olabiliyorsunuz?”du.
Soramadan kursağımda kaldı.
Ne de olsa ben, kitapçıların açılmasını bekleyen biriyim.
Bekleyenler, o ana balıklama dalmaktan çekinebilirler bazen.

Yazının Devamını Oku

Coachella’ya niyet Prince’e kısmet

29 Nisan 2013
Birkaç yıl önce birisi bana “Hayatta genç kalmak için ileri tarihlere planlar koy” demişti.

Mesela, 2014 Temmuz’una, 2016 Eylül’üne. Hiç öyle olmadığımı, tam tersi zaman miyopu biri gibi, yakın gelecek zamanlara odaklanabildiğimi söylemiştim ona. Ama Coachella planı öyle olmadı. O, 7-8 ay öncesinden aldığımız bir davetle başladı. “Yaşasın, geliriz!” dedik. Nisan geliverdi çabucak.
Heyecanla beklediğim Radiohead ve Florence and the Machine grupları son anda iptal olmuştu. Ama yine de program harikaydı. Sabahın köründen, gecenin 1’ine kadar sonsuz bir ses banyosu vadediyordu.

Festivali, Los Angeles’a iki saat mesafede, çölün ortasında, 20-30 futbol sahası büyüklüğünde bir polo sahasının içinde yapıyorlar. Yerler, at nalıyla basılmış kumla karışık çim. Gündüz sımsıcak, gece buz. 6 sahne var. Her sahnede başka bir müzik var.
Hiçbiri birbirine karışmıyor. Yaş ortalaması 20. Herkes modern hippi. Kıyafetler rengarenk. Kendini rengarenk parlak kablolara sarmış gezen de var, sadece göğsünün ucuna çiçek takıp gezen de.
Bir örtü serip, istediği konserin saati gelene kadar yerde uyuyan sevgililer de var, deli gibi dans eden arkadaş grupları da.
Üç gün boyunca 150 bin kişi müzik dinleyip dans ettik. Ne kavga gördüm, ne gürültü. Ne sıra gördüm, ne bayılma. Medeniyet gördüm galiba. Bir de harika müzikler duydum.

Ha, “Üç gün gittin oralara, en çok hangi müzik seni etkiledi?” diyecek olursanız, Nick Cave derim. Nick Cave’inki konser dışında her şeye benziyordu.

Yazının Devamını Oku

Yeni doğan bebeklerin bir ricası var

15 Nisan 2013
Bir filmin başlangıcı gibi, kamerayı taa bulutlara koyalım. Oradan gökyüzünün masmavi olduğu bir şehre inelim. Kaldırımında kol kola bir karı kocanın, ellerinde market torbalarıyla evlerine yürüdüğü bir sokağa girelim.

17 yaşında bir kız, karşı eczaneden bir şey alıp bizim sokaktaki hastaneye girsin. Asansöre binsin. Asansör 2. katı geçip gitsin, biz inelim. Burası, yeni doğan yoğun bakım ünitesinin olduğu kat olsun.

Güzel bir kadın, gözlerinden ant içmiş gibi bırakmadığı gözyaşlarıyla, prematüre doğmuş kızına baksın.

Sanki tamamı değil de, yarısı dünyaya gelmiş bu bebek, hayatta kalabilecek mi? Sorumuz da bu olsun.

Kol kola eve giren karı koca, eve gelince torbayı mutfak masasına koysunlar. O torbada bir gazete, o gazetede bir yazı olsun. Mutlu olmanın 10 yolu gibi bir şey.

Hani şu hep okuyup, hah tamam artık böyle yapacağım deyip, bir türlü uygulamadığımız maddeleri olsun bu yazının.

Bir tanesi: “Mutluluk için birinci şart başkalarına iyilik yapmaktır” desin. Bu, en son yapılan araştırmalara dayandırılsın.

İkincisi: “Kendinden büyük bir şeyin parçası ol” desin. İçimizde, asıl kahramanlığın, kimsenin bizi görmediği zamanlarda, herkes için bir şey yapmak olduğuna dair bir his belirsin. Bu his alev alsın.

Güzel kadının gözlerinde inatla biriktirdiği yaşlar, yoğun bakımdan gelen uzun biiip sesiyle akmaya başlasın artık.

Yazının Devamını Oku

Aklını başına alma düğmesi

8 Nisan 2013
23 yaşındaki mega pop yıldızı Taylor Swift’in bir röportajında duydum bu lafı.

Ne zaman hakkında çıkan yalan yanlış haberlerden, hayatının gidişatından, yetişememekten, hayal kırıklığından filan ‘ruh burkulması’ (tamamen şu an uydurduğum bir kavram) geçirse, hayali bir ‘aklını başına alma düğmesi’ne bastığını anlatıyordu.
Henüz yolun başında, üstelik binlerce spot altındayken, karanlığa düştüğünde böyle bir düğme uydurabilmesine hayran oldum.
Şişelerin diplerine de dalabilirdi, bir sürü sakinleştirici, yatıştırıcı, unutturucunun tadına bakabilirdi, terapistlerin koltuklarına uzanabilirdi.
Genç, güzel ve çok yeteneklilerin girdiği ‘çok sıkıcı’ kategorisine girmek istemeyip, kendine çizikler de atabilirdi.
Bunlara girmedi. Bir düğmeye basmayı tercih etti:
Aklını başına alma düğmesine.

Yazının Devamını Oku

Senin neyin yok Bill Cunningham?

1 Nisan 2013
82 yaşında dipdiri bir adam. Adı Bill Cunningham. O, New York Times gazetesinde her hafta, ‘sokakta’ adlı fotoğraf köşesini hazırlıyor.

New York’ta enteresan tiplerin fotoğrafını çekiyor.
Adeta Manhattan denilen adadaki renkli balıkları toplayıp akvaryumuna koyuyor. İnanılmaz bir stil anlayışı var. Kim neyi, hangi yıldan ve modacıdan referans alarak giymiş, şak diye görüyor.
Okyanustan gelen rüzgar, Manhattan’da, köşeyi hızla dönen egzantrik bir adamın pelerinini uçurursa, bisikletiyle her nasılsa orada olan Bill, bunu fotoğraflıyor.
Vogue dergisinin efsanevi moda editörü Anna Wintour’un “Hepimiz Bill için giyinip sokağa çıkıyoruz” diyeceği kadar mühim, bugünün stil dünyasında.
Bazen kendine bir tema seçiyor, mesela diyor ki: Bu hafta sadece siyah beyaz giyenlerin fotoğrafını çekeceğim ve ortaya inanılmaz bir kolaj çıkıyor.
Bir kafede, bacak bacak üstüne atmış bir kadının ayağında gururla sallanan siyah beyaz bir topuklu ayakkabıyı, bir başkasının yağmurdan sırılsıklam olmuş siyah beyaz trençkotunun yanına konduruveriyor. 

Yazının Devamını Oku

Her şey kafandaki temsil heyetinde

25 Mart 2013
Düşünceden çoğu zaman kaçmayı denedim. Düşünceyi beğenmiyorum.Gitmediğin bir filmin eleştirisini okumak gibi çoğu zaman. Ne kadar güzel tartılmış da olsa, yaşarsan ne hissedeceğini bilemiyor.

Ya tahminler yürütüyor, ya eleştiriler sıralıyor ya da futbol anlatıcısı gibi, maça bakıp bakıp konuşuyor.

Bir gücü yok, ama sen onu gücün yapabilirsin. Böyle de tuhaf bir ilişki var aramızda.

Sana, seninle ilgili hikayeler uyduruyor mütemadiyen. Yok sen şöylesin, böyle değilsin.

Dışarıya karşı göstermen gereken, aslı sen olmayan ama senin senmişsin gibi yapacağın başka bir tip yaratmaya çalışıyor çoğu zaman. Bir anne gibi işaret
parmağını sallayarak ‘sakın’lar yapıyor sana. Halbuki sen öyle misin?

Değilsin. “İçine bakınca gördüklerini, dışarıdan sana bakanlar görmesin” diyor düşünce.

Görseler ne olur? Bir insanın iç dekorasyonu, bir başkasınınkinden ne kadar farklı olabilir Allah aşkına?

Hepimiz sandalyelere oturup, lambalar yakıp, yataklara yatıp uyumuyor muyuz?

Yazının Devamını Oku