Paylaş
Mesela, 2014 Temmuz’una, 2016 Eylül’üne. Hiç öyle olmadığımı, tam tersi zaman miyopu biri gibi, yakın gelecek zamanlara odaklanabildiğimi söylemiştim ona. Ama Coachella planı öyle olmadı. O, 7-8 ay öncesinden aldığımız bir davetle başladı. “Yaşasın, geliriz!” dedik. Nisan geliverdi çabucak.
Heyecanla beklediğim Radiohead ve Florence and the Machine grupları son anda iptal olmuştu. Ama yine de program harikaydı. Sabahın köründen, gecenin 1’ine kadar sonsuz bir ses banyosu vadediyordu.
Festivali, Los Angeles’a iki saat mesafede, çölün ortasında, 20-30 futbol sahası büyüklüğünde bir polo sahasının içinde yapıyorlar. Yerler, at nalıyla basılmış kumla karışık çim. Gündüz sımsıcak, gece buz. 6 sahne var. Her sahnede başka bir müzik var.
Hiçbiri birbirine karışmıyor. Yaş ortalaması 20. Herkes modern hippi. Kıyafetler rengarenk. Kendini rengarenk parlak kablolara sarmış gezen de var, sadece göğsünün ucuna çiçek takıp gezen de.
Bir örtü serip, istediği konserin saati gelene kadar yerde uyuyan sevgililer de var, deli gibi dans eden arkadaş grupları da.
Üç gün boyunca 150 bin kişi müzik dinleyip dans ettik. Ne kavga gördüm, ne gürültü. Ne sıra gördüm, ne bayılma. Medeniyet gördüm galiba. Bir de harika müzikler duydum.
Ha, “Üç gün gittin oralara, en çok hangi müzik seni etkiledi?” diyecek olursanız, Nick Cave derim. Nick Cave’inki konser dışında her şeye benziyordu.
Bir şaman ayini, bir romanın en heyecanlı yeri, kutsal bir tören gibiydi. Sahneden inip seyircilerin elini tutarak söyledi.
Söylemekten çok, anlattı diyelim. İnce simsiyah saten bir takım giymişti. Saçları da simsiyahtı. Sanki bir tür uzun bacaklı kara kuştu. Sanki bir Tim Burton kahramanıydı.
Sahneye çıkışı ve inişi arasında, gözlerini kimse ondan ayırıp sağa, sola, telefonuna bakamadı. Ağzından tükürükler saçarak anlatıyordu acımasız Stagger Lee’nin hikayesini. ‘
Nick Cave ve Kötü Tohumlar’ grubunun adı. Ve üstlerindeki tişörtlerde ‘kötü tohum’ yazan bir çocuk korosu da vardı sahnede. Konserin sonunda onlarla beraber bağırdı:
Sana ne derlerse desinler, sen göğün sınırlarını zorlamaya devam et!
XX grubu da çok iyiydi.
Bu kadar genç yaşta, nasıl bu kadar olgun olabiliyor dediğim, bir de Beirut var herhalde. Bunlar genç bedenlerde yaşayan yaşlı ruhlar.
Seslerinin tonundan, bahsettiklerinden belli oluyor uzun yoldan geldikleri. Tipik İngiliz havalılığındaydı kostümleri de. Hiç süssüz. Siyah ceketler giymişlerdi. Sadece dirseklerinde yırtmaç vardı.
Fakat bir konser var ki, hâlâ gittiğime inanamıyorum. O Coechella’da değil. Sonrasında uğradığımız San Francisco’da.
DNA Lounge diye 350 kişilik bir barda, kimi iki metreden izledik dersiniz? Prince. Evet Prince! Söylerken bile bir tuhaf oluyor insan.
Twitter’dan biri bu konserle ilgili: Its the first time that Prince sees me live! demiş.
(Bu Prince’in beni canlı izlediği ilk konser.) En komik yorum buydu, çünkü hakikaten o kadar küçük bir yer ki, Prince hepimizi gördü! Sahneye, sadece davul bas ve gitardan oluşan bir kadın grubuyla çıkıp, damardan rock yaptı. Jimi Hendrix’le James Brown karışımı gibiydi. Şu sözleriyle, nedense gözlerim doldu: “Söylemek istediklerimin hepsini, Shakespeare çoktan söylemiş bile.”
Bu kadar çok insanı aynı anda mutlu edebilen müzikten gayri şey var mı şu hayatta? Shakespeare bunun da daha güzelini söylemiştir pekala!
Paylaş