Ve yanlarında başımı eğmeyi, dizimi çökmeyi, cenin pozisyonunda yatmayı seviyorum... Çünkü hatırlatıyor herkes kadar insan olduğumu, evrende toz olduğumu...Ve de engelliyor böbürlenmemi, kibrimi, kendimi kıyasıya eleştirmemi... O halde yaşasın benden büyük, benden güzel, benden akıllı, benden çok, benden ölümsüz! Bana lazım olan, kendimi çevrelemem gereken sensin!
Bana bu koca cümleleri ettiren, Anish Kapoor sergisi oldu. Şu an Sabancı müzesindeki bu sergiyi, bir şeylerin içine çekilmek, içinde kaybolmak ve üstünde yansımak için gezmelisiniz.
Girişte güzel bir video var Kapoor ve eserlerini anlatan. Üşenmeyip sonuna kadar izleyin, içinde büyük bilgiler var. Derin düşüncelere giden cümleler, sanat eserleri var.
Derin düşünce, tıpkı nefesimizi tutup daldığımız denizlerdeki gibi, bize başka var oluşların mümkün olduğunu gösteriyor. Sonra nefesimiz bitip de yukarı çıktığımızda artık aynı insan olmuyoruz.
Aynı kalmamak için ihtiyacımız var derin düşünmeye, şaşırmaya. Büyük sanat eserlerinin de başardığı bu belki: Aslolanı hatırlatmak.
Söylediği iki cümleyi not ettim. Birincisi: Yeni olan her şey eskiden gelir. İkincisi de: Başarı, başarısızlıktan gelir.Özellikle ikincisini ezberlemek gerekir. Başarısızlıkla karşılaşınca onu kendisi sanan o kadar çok insan var ki. Yaptığını değil, kendisini başarısız görüyor. Halbuki o sırada yaptığı şey başarısız sadece.
Anish Kapoor, yaptığı bir eser istediği gibi olmayınca: “Harika! Hadi o zaman bir sonrakine geçelim” diyormuş. Ne güzel bakış açısı.
Daha doğrusu, Instagram’a bir hastane kahvaltısı post edince anladım ki, hastanede. Hemen merakla aradım çünkü 6 aylık hamile. Meğer, trenle seyahat ederken, sancıları başlamış ve hemen en yakın yerdeki hastaneye gitmişler.
Evinden 800 kilometre uzakta, bir hastane odasında dümdüz yatıyor bir haftadır. Kocası da işe gitmek zorunda olduğu için, yalnız. Karnında hâlâ bebeği olduğuna şükrederek bekliyor...
Bir yandan da küçük oğlunu özlüyor 800 kilometre uzaktaki.
Hepimizin hayatta, dipsiz zannettiği bir kuyuya düştüğü oluyor. Başımıza gelmez sandığımız şeyler geliyor.
Sağlığımız bozuluyor, hayret! İlişkimiz bitiyor, sevdiklerimizi kaybediyoruz ya da işimizi ya da gücümüzü.
Bazen kapkaranlık, hiç aysız yıldızsız zamanlarda, hepsi birden bile oluyor. Bir yerde böyle zamanlar için çok güzel bir cümle okumuştum, diyordu ki:
Başımıza bir kötülük geldiğinde haykırırız: Neden ben? Ve kozmoz hemen buna cevap verir: Neden olmasın?...
An be an, yaptığım şeylerin bir sonrakilere yön verdiğini düşündüm hep. Plana inandım.
İnanıp dümdüz gidersen, istediğin yere varacağına inandım. “Yaparsan olur”cuydum ben. Olmadıysa, yapmamışsındır.
Bu tabii, insanın omuzlarına yük binmesi demek.
Kimseyi hiçbir şeyden sorumlu tutamıyorsun. Çuvaldızı kendine batırmaktan delik deşik oluyorsun.
Fakaaat, bu hafta, hayat bana bir anlık göz kırparak, “Öyle değil” dedi, “ben devredeyim”.
“Senin için şu hayattaki en büyük challenge (çevrilmiyor bu, mücadele diyelim) kontrolü bırakmak” demişlerdi bana bir defasında.
Hakkımda söylenen az şeyi not eden biriyim, çünkü insanlar genellikle seni özne yapıp, kendilerinden bahsederler.Ama bu lafı yazdım bir köşeye. Peşime bir dedektif taktım.
Bir tekne seyahatindeydik. Herkes uyuyordu. Odada, yatağın iki yanındaki yuvarlak pencereler açıktı.
Onlara lumboz deniliyor. Yatağın sağıda üç lumboz, solunda iki lumboz. Aralarında ben. Rüzgârlar içinde uyuyordum ne güzel.
Derken o bahsettiğim kanat seslerini duydum. Pit pit... Pitipiti piti pit! Rüyada mıyım yoksa gerçekte mi diye ayıklamak gerekir bazen, o yüzden acele etmedim.
Yan yattığım için tek kulağım mı yanlış duyuyor derken, başımı yastığa düz koyup iki kulağımla sesi dinledim. Evet, odada canlı bir şey var.
Odaya kuş girmiş! Ama nasıl girebilir? Denizin olsun olsun iki karış üstü lumbozlardan bahsediyorum. Genişliği de olsun size bir buçuk karış. Nasıl olabilir?
Henüz beynimin nasıl olabilir bölümleri bile uykuda. Bir cevap bulamadım.
Karanlıkta ayağa kalkıp, kuşu aramaya karar verdim. Kalkar kalkmaz aklıma, Xavier de Maistre’nin, 1871’de kendi odasının içinde yaptığı yolculukları anlatan kitabı “A Journey Around My Room” (Odamda Bir Yolculuk) geldi. Mesafelerin de tıpkı zaman gibi göreceli olduğunu o kitaptan öğrenmiştim. Şimdi benim odadaki mesafelerim de büyümüştü. Öyle iki adımda sesin geldiği lumboza gidemiyordunuz.
Fakat o içli içli şarkı söyleyen kadın her ne yaşıyorsa, dibine kadar yaşıyordu.
İnşallah Tanrı bana öyle aşklar nasip ederdi.
Yok, bizim ilkokulda henüz öyle ‘ayrılığa hazır değilim’ filan bir çocuk yoktu.
Ama gelecekti o. O yüzden ben şimdiden aynada şarkıyı mükemmel söylemeliydim. Bir ayin gibi, aşkı çağırdığım yıllardı. Henüz aşık olmadan, aşkı şarkılardan öğrendim. Ankara’daydım zaten.
Etrafta fazla bir şey yoktu. Büyümek için mükemmel bir yerdi Ankara.
Sonra... Sonra evdeki Cem Karacalar, Barış Mançolar, babamın gitarla daha değişik söylediği Orhan Gencebaylar, Nilüfer’in ‘Erkekler Ağlamaz’ı, Nükhet Duru’nun bizi saran melankolisi, Erkin Koray’ın Kör Olası Çöpçüler’i filan derken kulaklarımız gönüllerimiz güzel müzik, kendine has ses doldu.
Bunlar öyle seslerdi ki, başkasınınkiyle asla karıştıramazdın. “Nükhet Duru mu?” sorusu olmazdı yani. Etraftaki sesler imza gibi, parmak izi gibi biricikti.
Yemekten çıkmışız.
Gökyüzü kapkaranlık, gökyüzünde sanki Fairuz çalıyor.
Ay bembeyaz kocaman, ayın denize vuruşunda sanki bir kadın arp çalıyor.
Yanımızda dağlar var, Nirvana unplugged çalıyor onlar.
Ay dağları aydınlatıyor. Bach’tan “Ich Habe Genug” (bendeki bana yeter) çalıyor.
Hepsini toplasan, sanırsın Erkan Oğur’un “Hiç” albümü çalıyor.Öyle bir yerdeyiz ki, hiç de burada hep de.
Motor sesi dışında pek ses yok.
Düşüncemi değişmez sanıyordum. Yani kolum, saçım, gözümün rengi gibi.
Veri kabul ettiğim düşüncelerim vardı. Sonra bir gün, hangi gün olduğunu hiç hatırlamıyorum, düşüncemin değişebileceğini fark ettim.
Düşüncemi değiştirmenin tek yolu, başka bir şekilde düşünmemdi.
Mesela, “Ben falancayı sevmiyorum” yerine; “Ben falancanın şu huyuna böyle karşılık verirsem daha iyi olacak” gibi basit, günlük şeyler. Düşünce eğilip bükülen esnek bir şeydi. Ona demir muamelesi yapmak, onu tanımamaktı.
Sonra, ne zaman sıkışsam, ne zaman düşüncem bana zorluk çıkarsa, onu değiştirme refleksim gelişti.
Önce, uzun uzun yeni şeyi düşünerek yapabildiğim şeyi, daha kısa sürede daha kolaylıkla yapabilmeye başladım.
Aynı olaya yazılan farklı tanım, olaya bambaşka tepkilere yol açıyordu.
Her yer gerçek mesafesi neyse ordaydı. Işıklar bile kimseyi durdurmaya kalkışmadı.
Sokaklar boştu. Bir ara taksiciye dönüp, “Sanki başka daha az nüfuslu bir şehirdeyiz” dedim. “Sahil dolu” dedi. Ama sahil yolu İstanbul’un nazlı bir opsiyonuydu zaten.
Annem, babam, amcam, dayım, yeğenlerim, dıdılarım bıdılarım herkes bir aradaydı. Bayram ‘bir aile iyice kaynaşıyor’ festivaliyse, bu sonuna kadar yaşandı. Buna müteşekkir olundu.
İstanbul sayfiye yeri gibi bir havaya büründü. Yine evdeydin ama ev sanki aynı ev değil. Yine kapının önü, yine o hep kahvaltı yaptığınız yer ama tam aynısı değil. İçindeki asidin çekilmiş haliydi, alkaliydi İstanbul!
Yazlıkçıların daha sıcak bir yere gitmeyi seçerek, aslında daha çok yorulduklarına dair şakalar yapıldı. “Bir mücadele içinde tatil yapmaya çalışmaktansa, burada kuru kuru otururum” denildi.
Bol bol kitap okundu. Uzanarak okundu. Oturarak okundu. Birbirine okundu. Gidilip yenileri alındı. Onlar da bitti. Sonuç olarak, daha akıllı bıdık haline gelindi.
Beyoğlu’nda ne güzel püfür püfür yüründü. Arter’de Mat Collishaw’ın muhteşem sergisi gezildi. (Dün son günüydü serginin.) Denizler Kitabevi’ne girildi, rastgele eski kartpostallar çekilerek hikayeler uyduruldu, miss pizza piza yemeden atlatılabildi. Aylaklık edildi. Aylaklık ruhun gıdası addedildi.
Kalanlar, sanki bir bilimkurgu filmi kasabasında son kalan canlılarmış gibi birbirleriyle buluşup uzun sohbetler ettiler. Ben onlara kâh çellolu, kâh udlu müzikler çaldım. Çaylar yaptım.