Paylaş
Yemekten çıkmışız.
Gökyüzü kapkaranlık, gökyüzünde sanki Fairuz çalıyor.
Ay bembeyaz kocaman, ayın denize vuruşunda sanki bir kadın arp çalıyor.
Yanımızda dağlar var, Nirvana unplugged çalıyor onlar.
Ay dağları aydınlatıyor. Bach’tan “Ich Habe Genug” (bendeki bana yeter) çalıyor.
Hepsini toplasan, sanırsın Erkan Oğur’un “Hiç” albümü çalıyor.
Öyle bir yerdeyiz ki, hiç de burada hep de.
Motor sesi dışında pek ses yok.
Sadece hayranlık cümleleri. Teslimiyet cümleleri. Dünyanın kapkara saçlarını açıp, parlak ay küpesini takınca ne kadar güzel olduğuna dair iltifat cümleleri.
Doğa karşısında toz oluşumuzun idrakıyla gelen bir sükûnet...
Derken kaptan, motoru da kapadı... Denizin ortasında duran bir bot olduk... Sonra olanlar oldu.
Birimiz dayanamayıp bütün bu saydıklarımın içine atladı. Suya atladı! Kıyafetleriyle!
“Kıyıya kadar bekle” diyenlere, “O zaman hiçbir anlamı olmaz” dedi. Haklıydı da. Kıyı da, kıyafetler kadar anlamsızdı böyle bir büyülü anın ortasında.
Kıyıya kadar beklemekle, şu an suya atlamak arasında dağlar kadar fark vardı. Ve o dağlar tam karşımızda bize bakıyordu.
Suya atlayanın cesaretine nefesler tutuldu önce, sonra hepimiz teker teker suya atladık. Üstümüzdekilerle. Hiç hesaplar yapmadan. Hiç sarhoş değildik. Cin gibi ayıktık.
Olayın açıklaması şu kadar basitti: Biz altı kişi olağanüstü bir ana şahitlik yaparken, bununla yetinemeyip, onun içinde erimek istedik. Efervesan tabletler gibi, o anda suyun içine kendimizi bırakışımız bundandı.
Su ılıktı. Birimize göre tıpkı hava gibi ‘yok’tu. Öyle hafif bir suydu ki, kendini sırt üstü bıraksan, seni yatağına taşıyan anne gibiydi.
Yüzümüze hafif bir rüzgâr vuruyordu. “Su biter ben başlarım” diye hatırlatma yapan bir rüzgâr.
Öyle bir şey hissettim ki, öyle bir bütünleşme... Kelimelerim burada kifayetsiz kalacak. Ama size anlatmak için yanıp tutuştuğum için, ağzımda bir şeyler geveleyeceğim...
Hissettiğim şeyde ben yoktum. Ben bir gözdüm sanki. Ya da sadece nefes. Ben bildiğim benden çıktım. Tek bir şeye indim.
O tek bir şey, diğer şeyleri yakinen tanıyordu. Suyun akışını, kayaların sertliğini, altından geçen, teninde kıpırdayan binlerce canlıyı, rüzgârı, ayı, yıldızları çok iyi biliyordu.
Hepsinin dilini konuşan bir tercüman gibiydi o dönüştüğüm ‘tek şey’.
Suda altı arkadaş, bir su balesi takımı gibi, sırt üstü yüzüyorduk.
Sırt üstü yüzmez de yüz üstü dönersen, hem ayı göremiyordun hem de kıyıyı görüyordun uzakta hayal meyal.
Derhal kafamızı oradan çevirdik. Çünkü biz, ne yaşadığının gayet farkında olan altı kişiydik.
Ne ‘kıyıya yüzmeyi’ amaç edinmek, ne de ‘uzak’ gibi kelimeler duymak istiyorduk.
Biz sadece, o an orada ‘olmak’ istiyorduk. O anın bir parçası ‘olmak’ istiyorduk.
Hedefler ve sıfatlar bizi batırırdı, üşütürdü, ürkütürdü, yarıştırırdı, etrafın şaheserinden koparırdı.
Bu tuzağa düşecek kadar aptal insanlar değildik.
Sadece bir tek kural koyduk: Bizi o andan kopartacak hiçbir şey yapmayacaktık.
Suyun ortasında, el ele tutuşarak bir çember olduk. Gözlerimizi kapattık.
Ben gözlerimi kapatınca sadece çırpan iki bacak ve tutan iki el oldum. Başka her şeyim yok oldu. Bir de nefesim kaldı.
O an içimden koca bir şükür geçti. Ya da her şey bir şükürdü, ben içinden geçtim.
Bunu niye mi anlattım. Siz siz olun, böyle bir anla karşılaştığınızda kıyıya kadar beklemeyin, suya atlayıp o anın bir hücresi olun diye. Çünkü kıyı başka bir yer. Kıyıya yüzmek de başka bir şey. Bunu hep hatırlamak için.
Paylaş