Nil Karaibrahimgil

Gel konuşalım artık

20 Ocak 2014
İki gün önce bir asansöre benimle, tek gözü bantlı bir çocuk bindi. Haylaz bir çocuk. (Haylaz demeyeli çok olmuş.)

Sanki birbirimizi tanıyormuşuz da, asansörde rahat rahat konuşabilirmişiz gibi, direkt konuya girdim: “Ne oldu gözüne?”
Sanki bu soruyu bekliyormuşçasına hiç garipsemeden cevap verdi: “Küçük bir metal parçası kaçmıştı, onu çıkardılar.” Ben: “Acıdı mı?”
Çocuk: “Hayır.”
Ben: “Geçmiş olsun.”
Çocuk (asansörden inerken): “Teşekkürler.”
Niye biz büyükler aramızda bu rahatlıkta konuşamıyoruz? Büyürken arada ne oluyor da, bu doğallık, bu zaten olması gereken diyaloglar yok oluyor?
Çocukken bize “Yabancılarla konuşma” denildiği için olamaz, çünkü benim konuştuğum bir çocuktu.

Yazının Devamını Oku

Kadınlığa övgü gibi oldu

13 Ocak 2014
Ben hep böyleydim aslında. Kendimle acilen yalnız kalmam gerekiyormuş gibi, insanlardan kaçardım.

Sosyalleştiğimde çokça gülmek, sık sık kendi esprilerime gülmek gibi aşırılıkları da, herhalde ne yapacağımı bilememekten yaptım.
Herkes lego gibi birbirine uyumla birleşiyordu da, benim çıkıntılarım girintisiz kalacaktı sanki. Başka bir tür gibi hissediyordum belki bilmiyorum.
Yani sanki bir oda dolusu ördek arasında, fok balığı ya da bir grup zürafa arasında bal arısı kadar alakasız hissediyordum. Mevsimlerim başkaydı. Asıl derdim başkaydı. Demek istediğim başkaydı, ben başka şey diyordum. Sonra biraz büyüdüm ve erkekler girdi hayatıma.
Onları kategorik olarak insanlardan ayırma sebebim, onlarla yalnız olabiliyordunuz. Yani insan aşk meşk işlerinde, içini dışını fokluğunu ve bal arılığını doya doya yaşayabildiğinden işte. Hani böyle iki kişi dünyaya sırtını dönersin ve bambaşka bir manzara seyredersin.
Başkalarının sadece fazlalık olduğu zamanlardan bahsediyorum.
Ayrıca bu dönemle ilgili kötü bir şey ima ettiğim zannedilmesin.
Bence herkesin doya doya yaşaması gereken bir zaman bu tencereyle kapağın buluşup, tatlı tatlı kaynadıkları, birbirlerine şifa oldukları anlar.

Yazının Devamını Oku

Her düşündüğüne inanma!

6 Ocak 2014
İnsanı mahveden, eziyet eden cümleyi sonunda bulmuşlar:

BU OLMAMALIYDI! Bana olmamalıydı. Burada olmamalıydı.
Bu –meliydi –malıydı ekleri zaten bizim belalımız. Bizi içeriden çürüten bütün cümleler bu eklerle bitiyor. Artık kıskıvrak yakalandıklarına göre bu iki pişmanlık kokan, şikayet kokan, kendine acıma kokan ekleri hayatımızdan çıkarmanın zamanı geldi.
Gerçeği, şekli nasıl olursa olsun kabul etmemek, veri kabul etmemek ve onunla bilek güreşine girmek, ruhumuzu yenik duruma düşürüyor. Gereksiz bütün acı çekmelerimizin dibinde, gerçeği olduğundan başka türlü istemek var.
Karşılaştığımız her durumla, biriyle tanışır gibi tanışıp el sıkışabilsek keşke. Ve isteklere oradan başlasak, mücadeleye oradan başlasak.
Olana karşı çıkmadan, nefret etmeden, ondan kaçmadan. Olandan dolayı başkalarını suçlamadan. Deliler gibi sebep aramadan. Hikayeler uydurmadan ve nefesimizi kesmeden. Olanı, ne olursa olsun, mutluluğumuzun mutlak gerekeni yapmadan. Ondan daha fazlasını isteyip durmadan. Kendini olanlardan dolayı suçlamadan. Olanı genelleyip “hayat zaten böyle” demeden. Olanı yok sayarak, ondan başka şeylere sapmadan. Karşımızda bütün çıplaklığıyla duran şeye bakıp, onu olduğu gibi ve olduğu kadarıyla kabul ederek.
Bu büyük bir erdem olsa gerek. Yapması zor olsa gerek. Zira içimizde bir ses, haber spikeri gibi susmadan olup biteni kendince yorumlayıp duruyor. Ama o güzel cümle de ne diyor: Her düşündüğüne inanma!
Başımıza gelenleri hikayelendirip duruyoruz ya, bu hikayelere bu kadar inanmamak gerek. İnsanın kendince yorumladığı çoğu şey, bozuk korku filtrelerinden ve eskiden yaşanmış örneklerden yola çıkarak yazılıyor. Hayatımızı, o sırada olan şeyi önce hikayelendirip sonra ona tepki vererek geçiriyoruz.

Yazının Devamını Oku

Yeni yıl duası 2014

30 Aralık 2013
Nuri Bilge’nin dediği gibi ‘tutkuyla sevdiğim güzel ve yalnız ülkeme’...

Çoktan hak ettiği şeffaflık, demokrasi, huzur, özgürlük, eşitlik; rengi solan benzine güzel günlerin tazeliği, gözlerine gelecek umudu, bugününe kardeşlik...
Anayasasına Amerika’yı bile kıskandıracak ‘herkesin mutlu olma hakkı, herkesin eşitliği’ cümleleri...
Gazetelerine kelepçeler yerine kanatlar...
Sana...
Gönlünden geçenle senin için iyi olanın kesiştiği büyülü kavşaklar; hırslarınla tevekkülün arasındaki o sana ait yeryüzü cennetinde geçireceğin doyumsuz günler...
Yüreğine aşk, dudaklarına tutamadığın gülüşler, aklına dağ sularının berraklığı, ruhuna bir bebek uykusunun hafifliği, bakışlarına yaz meltemleri, ellerine seni sıkı sıkıya tutan avuçlar, düşlerine gerçek, gerçeklerine düş...

Sevdiğimiz kim varsa, yanı başımızda kanla canla atan sıcacık kalplerine selam, kollarımızı boyunlarına dolayıp içimize çektiğimiz o güzel kokularına devam; dualarına cevap, korkularına serap...

Umutsuzlara ışık, kaybolmuşlara yol, üşümüşlere sıcak, yılmışlara güç, bıkmışlara yenilik, yaralara pansuman, kaybedenlere zafer, hastalara şifa, iyilere şans...

Yazının Devamını Oku

Bir çocuğu çok sevmiş

23 Aralık 2013
Bu hafta size masal anlatmak istiyorum. 1964’te Shel Silverstein tarafından yazılmış.

Öyle güzel bir masal ki, Youtube’da yazarının sesiyle olan videosunu, Twitter’dan paylaştım.
Paylaşır paylaşmaz şöyle bir mesaj geldi: “Sen masal anlatıyorsun, memlekette neler oluyor.” Ben de şöyle cevap yazdım: “Çocukken bu masalı okusalardı, şimdi onların masallarını izlemiyor olurduk.”
Bizim dilimizde niyeyse, “Bana masal anlatma” diye bir cümle de var. Halbuki masallar daha çok anlatılmalı.
Şimdi, benim vaktim var bunlara diyenlere, benim anlatımımla; ‘The Giving Tree’ (Cömert Ağaç).
Bir zamanlar bir ağaç varmış ve küçücük bir çocuğu çok sevmiş. Kendinden bile çok sevmiş.
Arkadaşmış bu ikisi. Çocuk ağaca tırmanır, elmalarını yer, dallarında sallanır, gölgesinde uyurmuş. Ağaç da çok mutluymuş bu durumdan...
Sonra çocuk büyümüş. Bir sevgilisi olmuş çocuğun. Beraber gelip uzanmaya başlamışlar ağacın gölgesine. Ağaç da, her ne kadar çocuk artık tırmanıp dallarında sallanmasa da, mutluymuş bu durumdan. Kız arkadaşıyla çocuğa vermiş cömertçe elmalarından.

Yazının Devamını Oku

Bugün neden korkayım?

16 Aralık 2013
Ben yanlış biliyormuşum. Empatiyi sempatiyle karıştırıyormuşum.

Empati, kendini bir başkasının yerine koyarak, onun hissettiklerini hissedebilmek demek.
Son zamanlarda Türkiye’nin eksikliğini en çok hissettiği şey bu zaten.
Yani Türkiye bir insan olsa ve kan tahliline gitse, kanında en büyük eksiklik ‘empati’ çıkabilir.
Empati eksikliği çekmemizin en büyük sebebi, kendimizi ‘kolay incinir, yaralanabilir’ olmaktan korumamızmış.
Ben de bütün bunları, empatiyle sempatinin farkını, ‘kendini savunmasız kılabilme’ araştırmacısı Dr. Brene Brown’dan öğrendim.
Aslında her şey, kendimi savunmasız kılma yeteneğimin olmadığını fark etmemle başladı.
Diyeceksiniz ki, manyak mısın kendini niye savunmasız kılma ihtiyacı içindesin?

Yazının Devamını Oku

Hepimizi bir gün bir 20’lik tanımayıverecek

9 Aralık 2013
O yüzden sakin olalım.

Krallıklarının peşinde perişan insanlar görüyorum. Kendilerini gelip geçmez sanıyorlar. Ölümsüzlüğe kapılmışlar. Halbuki ne kadar başarılı olursan ol, bir gün 20 yaşında biri için hiçbir şey ifade etmeyeceksin.
Ve inşallah yaşarsan, ömrün bunu görmeye yetecek.
O yüzden, yaptığın şeyi güzel yap, seviyorsan ve severek yap, sonrasından da fazla bir şey umma.
Şan, şöhret, ün ve para un ufak oluyor.
Olacak. Bu böyle biline.
Örneğin, yeni eserlerini açık artırmaya koyup bir günde 200 milyon pound’luk satış yapan, modern sanatın en etkili ismi Damien Hirst, geçenlerde bir bara girmiş.
Barda 20 yaşında bir genç kızla konuşmaya başlamışlar. Kız ne iş yaptığını sorunca, “Sanatçıyım” demiş.

Yazının Devamını Oku

Kendinizi şanslı hissediyor musunuz?

2 Aralık 2013
Sağımda deniz vardı. Solumda sevdiğim bir arkadaşım. Ciğerlerime taze nefesler doldurup, boşaltıyordum.

Güneş vuruyordu yüzüme, gözüme.
Ellerimi sallıyordum canım istiyor diye. Rüzgar saçlarımla oynuyordu ve ben fazla bir şey düşünmüyordum aslına bakarsanız.
İşte iki kadın yan yana gelince neler konuşursa, onlardan konuşuyorduk.
Birbirimize birçok konuda katılmanın mutluluğu içinde kim bilir ne kadar oksitosin salgıladık.
Yürüdüğümüz yerde ağaçlar da vardı.
Hatta bir tanesi, resmen yere uzanmış, dirseğini yere koymuş, yılların rüzgarından bıkkın dinleniyordu.
Birileri yolun karşısında çay karıştırıyordu.

Yazının Devamını Oku