Orada, karnın içinde konuşan, guruldayan, çekiştiren, fısıldayıp susan biri ya da bir şey var. Kendimiz ya da bizim bir suretimiz. Ruhumuz ya da bir güç. Bunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey orada bir şey olduğu. Kalpte, beyinde olmayan bir şey. Biri yaşıyor orada. Hobitler gibi küçük bir evde. Büyücülük özelliği, bilgelik özelliği var. Ha, dinliyoruz dinlemiyoruz; tanışıyoruz tanışmıyoruz o bize kalmış. Yabancıların ‘gut feeling’ dediği, içgüdüsel bir his duyuluyor orada dinlersen. Normal hislerden farklı, bence daha yabani bir his. Evcilleşmemiş. Beyin gibi kurallarla, alışkanlıklarla yollara ayrılmamış. Emir kipinde konuşan bir anne gibi.
‘Blink’ (göz kırpmak) diye bir kitap vardı. Türkçeye çevrildi mi bilmiyorum. Mutlaka okuyun. Orada, bizim kararlarımızı göz açıp kapayana kadar çoktan verdiğimizi, geri kalan düşünüp taşınma dönemininse tamamen bu karara tekrar vardıran lüzumsuz bir dönem olduğunu anlatıyordu. Kitap harika bir örnekle başlar. Çok eski antik bir heykel bulunmuştur. Dünyadaki en iyi arkeologlar, heykelin orijinal olup olmadığını incelemek üzere toplanırlar. Bir tanesi hariç hepsi, tuhaf bir şekilde gerçekten kusursuz olan ve antik duran bu heykelin ‘yeni’ olduğu hissine kapılırlar ilk nefeste. Ah işte o ilk nefes. İlk göz açıp kapamanın yavaş çekim hali. Her şeyin gerçek gerçeği, o zaman diliminde gizli. Fakat insanlar, bu içgüdülerine teslim olmuyor. Yıllar süren araştırmalar, parça incelemeler, kimya testleri sonucu orijinal olduğu ortaya çıkmak üzereyken, bir bakıyorlar ki, orijinal değil. Mükemmel bir taklit. Peki bu iki senede ne oldu? Akıl devreye girince bize niye yıllar kaybettiriyor? İşte kitap bunu da çok iyi anlatıyordu.
Aklın ağzı laf yapıyor da gerçek, karnın içindeki o göz kırpması zamanında duyulan fısıltıda. Kitabı okuduktan sonraki yıllarda, evde çok değerli bir şeyimi kaybetmiş gibi yüzüm asıldığında, soranlara ‘bu konuyla ilgili karnımdaki ilk hissi kaybettim’ diyordum. Eğer o ilk fısıltıyı kaçırırsanız, bir daha tren yok! Akıl devreye giriyor. Herkese, her şeyi sormaya, her yönden düşünmeye çalışmaya başlayan zihin basit bir konuyu en kazık algoritma hesaplarına çeviriveriyor. Sanki çok önemli bir karar da, her açıdan incelenmesi gerekiyor gibi raporlar sunarak kararı erteliyor. Bizi düpedüz oyalıyor zihin.
Zihnime hiç itimadım yok benim. İçgüdülerimin atlarını koşturmak istiyorum ben sadece. Bunun için de yakalamam gereken şey, bir kelebek gibi kısa ömürlü, masalsı bir varlık. Bir anlık iç çekiş. Akla düşüveren bir soru. Ya da bir anda havaya çiziliveren bir ok. O işareti de siz hariç kimseler görmüyor. İnsan kendi öz annesine, onu en çok tanıyanlara bile anlatamayabiliyor. Açıklaması olmuyor. Sadece ‘öyle bir his geldi’ deniliyor.
Bu hafta, tam da böyle bir his tekmesi yaşadım ve doğruluğunu gördüm. Bir uyarı gibi, işaret fişeği atıldı içimde. Allah Allah deyip, gösterdiği yöne gittim. İyi ki gitmişim. Ne güzel oldu sonucu. Kimselere sormadan, kendi kendime uygulamaya koyduğum bir içgüdü programı, beni olası bir iş kazasından korudu. Siz siz olun, göz açıp kapayana kadar gelip geçen şeylere karşı uyanık olun.
Halbuki bedavadan, çok eğlenmek ve üretmek de mümkün. Bu hafta bunu hatırlatan güzel bir yazı okudum ve bize uyarladım.
Evdeki eski gazete ve dergilerden resimler keserek, sana ait büyük bir sırrı, kolaj tekniğiyle poster yap. Alakasız bir sokağa as. Tamamen içinden gelen yönlere saparak, değişik bir yoldan yürü.
Sana sevgi, emek, ilham vermiş, üzerinde etkisi olmuş herkese uzun bir teşekkür mesajı at.Yogaya başla. Çok güzel online kurslar var.
Mutfakta ne bulursan onunla, yepyeni bir yemek uydur. Ve ye!
Parkta sadece kuşları dinleyerek yürü.
İnternetten bir podcast dinle, bilmediğin bir şey öğren. Birine anlat.
Pencerene kağıttan süsler yapıp as, o günü kutla.
Uyuyacağımıza uyanıktık. Uyanacağımıza uyuyorduk. Fark etmiyordu.
Bir yere yetişmiyorduk. Güneşi takip etmesek oluyordu.
Hep takip ediyorduk da ne oluyordu değil mi?
İnsan bazen rutinlerini kırmalı, hep yaptığı şeyleri yapmamalı demiyor mu bütün ‘insan yardımcısı’ kitaplar?..
Seninle yürümek başkasıyla yürümeye benzemiyordu.
Seni durup durup öpebiliyordum. Ya da seninle yürürken durabiliyorduk bir anda.
Sarılıyorduk. Garip olmuyordu.
Bence derin göğüs dekolteli bir kadınla, başörtülü bir kadın, birbirini hiç ayıplamadan saatlerce bol kahkahalı bir sohbete girebilirler.Bu ikisine uzaktan baktığımızda, birbirlerinin konuşmalarına onay veren kafa hareketlerini görebiliriz.
Gözlerinde yargıya, dillerinde şiddete rastlanmaz.
İki kadının ortak noktaları o kadar çok o kadar çoktur ki, akıllarının ucundan geçmez saça başa dekolteye takılmak.
Kadınlar birbirlerinin alanlarına saygılıdır.
Çünkü o alanların neler pahasına elde edildiğini ve muhakkak takdir edilecek çabalarla genişletildiğini bilirler.Eğer pazarda domates reyonunun önündelerse, daha güzel domatesi satan tezgahı birbirlerine işaret ederken, pişecek yemeğin tadından başka kriterleri olmaz.
Hayatımda hiç, başka bir kadının başörtüsünü bayrağı kabul edip onu kalbimden sınır dışı etmedim.
Boğaziçi Üniversitesi’nde not alışverişi yaptığım başörtülü Ayşe’nin, konserlerimin ön sıralarında benimle ‘ben buraya çıplak geldim!’ diye bağıran türbanlı Ayşe’nin, hiçbir farkı olmadı mini etek giyen Ayşe’den.
Sokağın kedisi turuncu beyaz
Temmuzdaki deniz turkuaz
Bahçedeki saksılarda bitkiler nefti yeşil
Peri’nin gözleri her zaman mavi
Onur’un gülüşü güneş sarısı
Annemin gözleri sıcacık ela
Babamın saçları gümüş gri
O insanları devleştiren, sizinle aynı canavarı gördüklerinde korkmalarına rağmen kaçmamaları, sizinle aynı şeye dertlendiklerinde çözüm çözüm gezmekten usanmamaları ve sizinle tam da aynı şeyi istediklerinde onu almadan vazgeçmemeleridir. Anlıyorsunuz ki, hayat ‘insan’lar için. Üstün mahluklar için değil. Herkesin pardösüsünün içine sokuşturup gizlemeye çabaladığı kusurları var.Herkesin ödü kopuyor. Herkes yalnız. Herkes bazen çaresiz. Herkes bir vakit kendini birine bir mektup gibi teslim edip “Hadi sen şunu hallet, sana güveniyorum” deyiveriyor.
Herkes düşüp düşüp kalkıyor. Herkes reddediliyor. Herkes ne yapacağını bilemediği günü yaşıyor.
İnsanız çünkü. Kalbimiz bir süreliğine bir ritim tutturacak ve işte o süre zarfında dansımız neyse yapacağız.
Bazılarımızı, pirinç ayıklar gibi diğerlerinden ayıran belki de tek şey, bütün bu ‘herkes’lere verdiğimiz bireysel savaşlar. İşte bu bazılarımızı dev yapıp, zaferlerle süslüyor.
Bu yüzden biyografi okumayı çok seviyorum. Bu bayramda Leonard Cohen’in, Sylvie Simmons kaleminden biyografisini okudum ve ne yalan söyleyeyim yüzlerce kere ‘ohh’ diye nefesimi bıraktım.
Yalnız değilmişim dedim, hiçbirinde yalnız değilmişim.
Ohh, o da gitarıyla kendince çaldığı şarkılarını bir gün bir prodüktöre götürmüş ve “Bunlarla ne yapalım” demiş.
Artık onu ben mi elime alıyorum, yoksa Iron Man filmindeki metaller gibi o mu bana yapışıyor bilmiyorum.
Elimi sabunlarken ya da başka şeyler tutmam gerektiğinde filan bırakıyorum onu. Ama her ses çıkardığında ona koşup baktığım gibi, bir bebeğe baksaydım kocaman bir çocuğum olmuştu. * * *
Arada bir bana musallat olmuş bir illet gibi, elimden silkip atıyorum onu. Sonra mutlaka gidip tekrar alıyorum. Sanki bir yerde hapisim de, dünyaya oradan bakıp oradan konuşabiliyorum. O simsiyah pencereden.
Aklıma gelen şarkıları bile ilk o duyuyor. Gözüm daha bir şeyi adam gibi görmeden, o resmini çekiyor. Daha fazla bakma nasılsa hafızada var gibi bir tavır içerisinde.
Sadece ben mi... Herkes. Herkesin boynunda 45 derece bir açı, sırtında hafif bir kambur o ekrana bakıyor. Bir ekranla uyuşturulmuş uzaylılar gibi.
Beş dakika bile kaybolsa, bir bağımlı gibi hayattan kopuyoruz. Ta ki ona kavuşana kadar bir panik atak.
Sanki “Bunu sakın yanından ayırma” diye tembihlenmiş. Hem yalnızlığımız, hem kalabalıklarımız orada.
Çok kabaca anlatmak gerekirse, biz iki sistem dahilinde düşünüyoruz. Sistem 1, “iki kere iki kaç eder, dört” örneğinde olduğu gibi, aslında hiç düşünmeden, pat diye söylediğimiz düşünceler.
Bu hızlı düşünmeye giriyor. Çünkü hiç efor harcamadan düşüncemiz hemen orada.
Sistem 1 düşüncelerimiz rafta hazır. Bütün önyargılarımız da “iki kere iki dört”e benzediği için, onlar da sistem 1 düşünce sisteminde.
Sistem 2’yse “17 kere 23 kaç eder?”de olduğu gibi, hemen çağırınca gelmiyor.
Bunu analiz etmemiz, üstünde düşünmemiz, hesaplamalar yapmamız gerekiyor. Zaman vererek bulabiliyoruz. O yüzden bu, yavaş düşünceye giriyor.
Kabaca biz, bu iki düşünce sisteminden ibaretiz. Tabii ki hayat, sistem 2’yle yürüyemeyeceğinden, çoğunlukla sistem 1 tarafından yönetiliyoruz. Hatalarla, önyargılarla dolu olsa da, hızlı olduğu ve içgüdünün gücüne sahip olduğu için en çok işimize yarayan o.