Asıl cevap, başkalarına değil, kendimize dair sorduğumuz sorulardan çıkar.
Eğer çocuğunun sağlıklı yemek yemesini istiyorsan, sen sofrana kızarmış patates koymayacaksın.
Halbuki ağız alışkanlığı, düşünce alışkanlığına o da hayat alışkanlığına dönüşmüş.
Hep memleket, hep komşu, hem eş dost, hem yavrumuz.
Yahu peki biz?
Peki ben?
Benimle ilgili cümle kurmak, bencillik değil herkese faydadır.
Durur. Düşer. Yuvarlanır. Tepetaklak olur.
Ayaklarını havada, başını yerde, kollarını düğüm bulursun.
Bazı şeyler noktalanır.
Böyle zamanlarda, sana söylediğim o içindeki ateşi yakacaksın.
Başına oturacaksın, bağdaş kuracaksın.
Ellerini ateşine tutup ısınacaksın biraz.
Hikayeni dinlemek isteyecek, içindeki tüm canlılar.
Birileri, yaşama şekillerini, fikirlerini, inançlarını zorla, döve döve başkasına yaşattırmaya kalkışıyor. Delice bir şey. Baskıyla, korkuyla dönüştürme cabası. Aynılaştırma isteği. ‘Benim gibi olmazsan, benim dediğimi yapmazsan, dediğim olmazsa seni yok ederim. Seni teröre boğarım. İçine korku zerk ederim. Masumlarını katlederim. Ya teslim ol, benden ol, ya da yok ol.’
Bu nasıl bir yazılım? Nasıl bir tahammülsüzlük? Sevgisizlik. Kendine aşıklık. Kibir. Acımasızlık. Dayatma. Daha onlarca kesici kelime kullanabilirim.
Diyelim ki ben, sarı renkli bir canlıyım. Hücrelerim sarı renk pigment üretiyor. Kimyam bu. Sarı doğmuşum.
Sarıyım yani düpedüz. Morun biri bana gelip, ‘bundan sonra mor olacaksın’ diyor. Başka renkler katmaya zorluyor beni.
Sarı bedenime, boyalar sıkıyor. Mora çevirmeye çalışıyor beni.
İyi de, beni nasıl boyayacaksın? Ben yine yıkanınca sarı olacağım. Güneş gibi parlak sarımla, gözüne batacağım. Sen beni renkten saymazsan, sarı olmamdan mutlu olmazsan, nasıl olacak bu iş?
Nasıl bu güzel mavi kürenin üzerinde, bir arada nefes alıp vermeye devam edeceğiz? Gezegenin tamamını mı mor istiyorsun? Pembeler, kırmızılar, eflatunlar da mi gitsin?
Onlara bakıp, ciddi adam, hisli adam, inatçı adam diyoruz ister istemez. Daha iki laf etmemiş bu iki güzel kokulu canlı hakkında ileri geri konuşmamaya özen göstersek de, bazen bir bakış, gelecekteki bir anla göz göze getiriyor bizi sanki. Dediğinde inat edecek diyoruz. Topa futbolcu gibi vuracak diyoruz. En az bir tane şiiri olacak diyoruz. Aslında, bilmiyoruz. İpucu ararken, bazen ipin ucu kaçıyor. İyi şeyler gördüğümüzde bize ne kadar benziyor, zor yanları ötekine çekmiş. Yüzlerine dikkatle bakıyoruz sonra. Bu adam kime benziyor? Senin halan. Benim babam. Ama değişiyormuş diyoruz. Ellerini birine, saçlarını birine, burnunu başka birine verip, kardeş payı yapıyoruz bazen. Öyle herkes mutlu oluyor.
Bunlar böyle kalmayacak, yüzlerimizi yaklaştırıp kafamızı sallayarak komik sesler çıkardığımızda, hep bize kahkahalar atmayacaklar biliyoruz. Nereye gidecekler? Kime gülecekler? Neden kaçacaklar? derken, endişe mürekkep gibi damlıyor içimize... Hangi okul, hangi arkadaş, hangi kader? Biz onlara canım diyoruz da, başkaları nasıl hitap eder? Onu bilmem ama bizim bir dolu kitabımız var. Haldır huldur okuyoruz. Yanından giderken hep ‘hoşçakal’ denilecek, ne zaman döneceğin söylenecek. Bebek diliyle değil, yetişkin diliyle konuşulacak. Kandırılmayacak, hep doğru söylenecek. Arada ağlamasına izin verilecek, hemen yanına koşup teselli edilmeyecek. Sofrada bizimle oturacak, biz ne yiyorsak onu yiyecek, ona özel menü çıkmayacak.
Seçenekleri olacak, bir diktatörlükte yaşamayacak. Hislerine hep saygı gösterilecek.
Kimsenin onu gözlemlemediği, kendi kendine kaldığı zamanlar yaratılacak. Başardığı her küçük şey, ayakta alkışlanmayacak. Yardım istemezse yardım edilmeyecek... Sanki yeni bir oyun. Evlat yetiştirme oyunu. Biz de kurallar ezberliyoruz. Hep de içimizde şu korku: Ya uymazsak, ya yanarsak!
Elindeki mikrofonu yüzündeki siyah ince kumaşa tutarak şarkı söylüyordu. Arkasındaki dev ekranda, onunla aynı şarkıyı aynı anda söyleyen fakat sesleri duyulmayan insanların görüntüleri vardı. Bir şarkıda, gözlerimizin içine bakarak şarkı söyleyen siyahi bir kadın, birinde yaşlı bir kadın, birinde yorgun bir travesti...
Anohni, o gece onların sesi olmuştu. Umutsuzların, yorgunların, düşüp ayağa kalkamayanların, kaybolmuşların. Kaybetmişlerin... Bazen de genç ama soru soranların, isyan edenlerin...
Konser boyunca, kocaman suratlar ve önlerinde simsiyah kumaşa kendini sarmış, bir nevi ‘orada olmayan’ Anohni’yi izledik. Son albümünün adının ‘hopelessness’ (umutsuzluk) olduğunu ve karanlık bir konsere gittiğimizi biliyorduk ama bu kadarını beklememiştik.
Montreux’ye kadar, kucağımda bir çocukla, kayıplarına henüz ağlamaya fırsat bile bulamadan işe koyulmuş Atatürk Havalimanı’ndan geçerek gelmiştim. İçimde mum gibi yanan bir umudu söndürmemeyi başararak binebilmiştim uçağa.
Anohni, adeta iki parmağıyla o cılız ateşi de tısss diye söndürdü. Özellikle ekranda, yalvaran gözlerle, ‘umutsuzluk... sadece umutsuzluk hissediyorum. Kendimi bir virus gibi hissediyorum’ diye ağlayan gözlerle bize bakan kadını görünce, içime mürekkep gibi dağılan üzüntüye kendimi bıraktım.
Derler ki, insanların ruhları gözlerinden pencere misali dışarı bakar. Konser boyunca gördüğüm acı dolu gözler, gözlerimin içine bakıp, ‘neredesin gel elimi tut, omuzunda ağlayayım, bana bir şeyler söyle, en azından bir ninni söyle de huzurla bir gece olsun uyuyayım’ der gibiydi.
Acılarını soramadım ama biliyorum. Tacizi bilen, ölümü bilen, şiddeti ve dışlanmak nediri bilen insanlardı onlar. Ve bunları geride bırakmak için her şeylerini verirlerdi. Demek birbirimizi hissedip, elimizi uzatmak için tek gereken şey, onların gözlerinin içine bakmak. Seslerini kısıp, onların sesi olmayı denemek. Onların dudaklarında kendi sesimizi duymak. Ve böylece, belki bir anlığına bile, ötekileştirdiğimiz, canını yaktığımız herkesi kendimizden sayabiliriz.
Kadınlar, çok az makyaj yapanları da dahil, kolay kolay makyajsızlığa karar vermezler.
Dünyaca ünlü şöhret olanlarıysa asla böyle bir karar vermez.
Bu fotoğrafı çektirmez ve kapağa koymaz.
Güzelliğiyle de meşhursa hiç yapmaz....
O zaman Alicia Keys neden yaptı? Nasıl yaptı?
Yolculuğu onu nereye getirdi de bize kendini bu kadar doğal haliyle göstermekten korkmadı?
İlk albümüm nildünyası, ‘erkekler yüzünden’ şarkısıyla açılır.
Bize bir gün bir hastane odasında rastladılar. Pek romantik sayılmazdı ilk buluşmamız.
Kucaklarında gözlerimiz kapalı uyuduğumuz bu insanlar, o sırada içlerinden bizi ne olursa olsun korumaya yemin ediyorlardı. Bilmiyorduk henüz.
Bugüne kadar erkek, adam, oğlan, koca, sevgili olan bu varlıklar bundan böyle baba olarak anılacaktı. En azından kendi hikâyelerinde adları böyle geçecekti.
Büyürken çeşitli dönemlerimiz oldu. Hiç konuşmadığımız yıllar, hiç uyumadığımız geceler, kapıları sadece çarparak kapatabildiğimiz zamanlarımız oldu.
Onlar bizimle konuşmaktan, uykusuz kalmaktan, kapının başında durup endişelenmekten vazgeçmediler.
Bizim büyüyüp kocaman olduğumuz zamanları hayal eden de onlardı. Biz değildik.
Söyledikleri şey basitti. N’olursa olsun vazgeçmeyeceklerdi bizi sevmekten. Biz korkmamalıydık hiçbir şeyden. Hayat bir ormandı. Ayakta kalmak için güçlü olunacaktı. Gidip, yakalayıp pişirecektik. Koşup devirip getirecektik.
1- O şeyi yapmaya duyulan büyük istek.
Şimdi bu şart. Ve ne yazık ki, dışarıdan insana yüklenemiyor. Bu içinizde olacak yani.
Doğuştan, tutkulu ve arzulu bir tipseniz bu iyi. Yok değilseniz, illa ki tutku ve arzu duyduğunuz bir şey vardır.
Onu arayı bulun, o bizim asıl malzememiz. Olmazsa olmazımız.
2- Sabahın erken saatleri.
Bu şart değil ama olursa, işimiz çok kolaylaşır. Sabahın erken saatlerinde herkes, denizler bile, uyuyor olur.
İşte o vakit, yol almak iyidir.