Abartmıyorum, çocuk kitaplarında bilmemiz gereken her şey var.
Sonradan noluyo da hepsini unutuyoruz hayret verici.
Geçenlerde gittiğim bir anaokulunda, ‘çocuklar arası bir sorun çıktığında, barış yapıcı’lara gidiyolar sorunu çözmek için’ dediler.
Barış yapıcılar kim deyince, onlar da 5 yaşında dediler. 5 yaşındaki bir çocuğa, iki insan arasındaki barışı sağlama sorumluluğunu vermişler!
Artık daha ne olsun! Yukarıdaki kitabı oku, barış sağlayıcı ol, başka şey bilmesen de oluyor zaten. Öz güven ve empatiyle gidemeyeceğin yer mi var?
Yıllar geçip de büyüdüğümüzde, büyüyeceğimize ‘çekiyoruz’ bence.
Çamaşır makinasına atılmış kaşmirler gibi küçülüp, düdük kalıyoruz.
Hayatımızı başkaları yönlendiriyor, ayaklarımız değil. Kararları kendi beynimiz vermiyor.
Eskiden’le başlayan cümleler kurmayayım diyorum ama eskiden her şey tek şeydi. Bir şeyle uğraşırken, sadece o şey vardı.
Mesajlaşmayalım demiyorum, ama o zaman bir yandan yürümeyelim. Yürümeye ayıp oluyor bu sefer. Ne kaldırımı kalıyor, ne kuşu ne ağacı...
Ekrana bakıp düşmemeye çalışarak, gideceğimiz yere varmak oluyor yaptığımız.
İddiam şu: Böylece hiçbir şey yapmamış oluyoruz. Konseri çekersek, o sırada o konseri izlememiş, çekmiş oluyoruz. Ve daha da acıklısı, daha sonra ona hiç bakmıyoruz. Sadece yayınlıyoruz.
Bitti. Başkaları için gidilmiş bir konser. Konsere ayıp oluyor bu sefer.
Gerçekten o anda olduğum büyülü zamanlarda, sadece o şeyle baş başa olduğumu gördüm. Çoğu şey kaydedilmemiş.
Kafamdaki sinemada oynatıyorum. Hafızam gelip bozuyor, yeniden montajlıyor. Fark etmez. Yaşıyor içimde.
Bence ruhu sağlıklı insan, kendisiyle konuşandır.
İnsan kendisiyle ister dışarıdan duyulacak şekilde, ister fısıltıyla, ister de içinden sık sık konuşmalıdır.
Yoksa kendini bir terapistin karşısında, kendisiyle konuşuyor bulur.
İyi bir terapistin yaptığı zaten seni seninle baş başa bırakmaktır.
Rüyamda bir nine gördüm, dolabın içinde saklanıyordu dersin.
Kim olabilir sence der?
Sen de başlarsın, arşivlerini karıştırmaya.
Bitmiyor katlarım, balkonlarım, temelim.
Merdivenlerim bitmiyor.
Bazen bir kat çıkıyorum gibi oluyor ama gel gör ki, merdiveni yok.
O kata çıkılmıyor. O balkondan bakılmıyor.
Musluklardan şorul şorul sular akmıyor, kaloriferler gürül gürül yanmıyor.
‘Olmuyor olmuyor’ şarkısındaki gibi olmuyor.
Ben de levhayı asıyorum tabii, ‘inşaat halinde’. diye
Kainattaki en güzel duyguların gerdanına asılı bu kolye sayesinde, bir şeyin içinde eriyip gitme haline vasıl oldum. Normalleştim.
Hani çocukken, bir akranın sırf o sırada senin kapının önünde ya da seninle aynı yazlık sitede diye arkadaş olursun ya, onun gibi bir şey oldu.
Sokaktaki her anneyle oturup, saatlerce konuşabilirim.
Hepsi arkadaşım artık benim.
Can yoldaşım. Kız kardeşim.
Canım uzak arkadaşım Ceren, dünyanın bir ucunda, taa Avustralya’da anne olduğunda demişti ki: “Burada devlet aynı anda hamile olan ve aynı mahallede yaşayan anneleri, daha hamileyken tanıştırıyor.
Evimize bir davetiye geliyor. Hamilelik boyunca birkaç kez buluşuyoruz. E-mail grubumuz oluyor.
Anne bence sen çok güzelsin.
Yıllar, önce geçmek bilmezler, sonra geçip giderler. Bir kadın için, yıllara meydan okumanın en büyük meydan savaşı olduğunu biliyorum.
Ve sen anne, bu savaşın botokssuz, çivisiz kahramanısın.
Hâlâ o miniminnacık etekleri giydiğin günkü kadar güzelsin. Siyah beyaz resimlerindeki kadar.
Babamın seni görüp, “Hep onu görsem olur artık” dediği günkü kadar. Bunu sana hiç söylemediğimi fark ettim.
Ne kadar güzel olduğunu.
Anne bence sen insana neşe veriyorsun. Niye gidip gelip bir bahane bulup size geliyorum biliyor musun?
Pencere nedir?
Telefonumuzun ekran ‘pencere’sine benzemez. Telefonumuzdaki gibi istediğimiz an, kuş resmi açmaz. Trenleri yola koymaz. Güneş çıkarmaz. Sadece gözlemler ve düşüncelere dalarız. Hatta bazen dersler çıkarırız. Geçen hafta, bir yazarın, odasının penceresinden bir olaya şahit olup büyük dersler çıkardığını okudum ve çok etkilendim.
Yazar, kırmızı koltuğunda tembel tembel uyuklarken, bir kaza sesiyle uyanıyor. Pencereden bir bakıyor, bir araba karşıdaki otoparktan çıkmaya çalışırken, parmaklıklara çarpmış. Hem parmaklık zarar görmüş hem de araba. Merakla izlemeye koyulmuş.
Arabanın içinden saçları kazılı, bermudalı, gömleğinin önündeki açık düğmelerden göğsünün kılları görünen bir adam çıkmış. Yazar, adamı görür görmez sevmemiş. Sonra ön kapıdan minicik bir çocuk inmiş. Önde oturan bir çocuk! Yazar, adamı iyice sevmemiş.
Bu zavallı çocuğun, evde babası cips yerken ateşle ve kırık cam parçalarıyla oynayarak büyüdüğünü hayal etmiş. Derken adam, yazarın hiç beklemediği bir hareket yaparak, parmaklığı onarmaya yeltenmiş. Elinden geldiğince yerdeki parmaklığı kaldırıp, dikmeye çalışmış.
İşte bu önyargıyı yıkmak, ve mühendisliğe gönül vermiş kızları desteklemek amacıyla, “Türkiye’nin mühendis kızları projesi” başlatılmış.
Türkiye’nin her yerinden, mühendisliği seçmiş kızlara burs veriliyor, seçtikleri dalda danışabilecekleri mentorları oluyor, staj imkanları sağlanıyor. Beni de bir sabah, bu pırlanta gibi 40 kızla sohbete davet ettiler.
Bir gittim, bir oda dolusu parlak zeka. Umut dolu, hayat dolu kalpler. Hepsi ayrı ayrı hikaye. Zorluklarla baş ederek, ailelerini ikna ederek bu bursa hak kazanmışlar.
Onlarla buluştuğum an, aklımda sadece bir soru vardı:
Ben onların yaşlarında olsaydım, bir saatimi birini dinlemeye ayırsaydım, ne duymam iyi olurdu? Önce ‘gençliğime sevgilerimle’ videosunu izledik. (Merak edenler için YouTube’da var.)
O videoda söylemek isteyeceklerimin büyük bölümü var. Sonra sorular sordular, cevaplar verdim.
Öyle güzel sorular sordular ki, sizinle de paylaşmak istedim.