Nil Karaibrahimgil

Niltemenni

27 Kasım 2016
Bilmem hiç rast geldiniz mi?

Ben burada yazdığım iki yazıyı, şarkılı okudum, video yaptım.
Biri ‘Gençliğime Sevgilerimle’, diğeri de ‘Meğer ben Aziz Arifmişim...’
İki sevdiğim şeyi yapıştırmış oldum birbirine. Yazı ve müzik. Tam şarkı da değil, tam yazı okuma da değil, rap değil, başka bir şey.
Sanki tam benlik bir şey buldum, hem carcar konuşuyorum, hem de istediğimde şarkı söylüyorum.
Mesela okuyorum okuyorum... Sonra birden karşıma ‘hayalini kendinden saklamasın’ diye bir cümle geliyor.
Bu cümle okunmamalı, melodili söylenmeli diyorum, onu şarkı gibi söylüyorum sonra yazı devam ediyor.
Birine masal anlatıyormuşsunuz da, arada müzikal gibi şarkıya geçiyormuşsunuz gibi düşünün.

Yazının Devamını Oku

İçimdeki kız çocuğu konuştu

20 Kasım 2016
Çocuklar, henüz savunması olmayan gelecek günlerdir.

Onlar yarınların sözlerini edecekler.
Biz duymayacağız
diyeceklerini.
Gelecekte bir evin ışıkları yanacak, içlerinde onlar olacak.
O evde aş, o evde aşk, o evde mutluluk olması için, çocukluğa narin bir çiçek, bir kelebek gibi bakmalıyız.
O yaşlarda deftere yazdıklarını, ömür boyu temize çekersin.
Çocuğun istismarı

Yazının Devamını Oku

Hoşçakal Cohen

13 Kasım 2016
Radyo peş peşe şarkılarını çalmaya başlayınca anladım, Leonard Cohen’in gittiğini.

Son albümünü birkaç hafta önce çıkarmıştı.
82 yaşındaydı.
‘I’m ready my lord’ (Hazırım Tanrım) diyordu son şarkısında.
Gideceğini biliyordu. Tıpkı David Bowie’nin yaptığı gibi, sonuna yaklaşırken bile şarkı söylüyordu. Ölümü dansa kaldırır gibi...
Cohen, hayatı anlatan eşsiz bir şairdi.
İlla bir şarkı yazarı Nobel alacaksa, benim Nobel’im Leonard Cohen’e olurdu.
Sırf ‘Hallelujah’ için verirdim ben ona Nobel’i.

Yazının Devamını Oku

Kendinle bir saat baş başa kalabilir misin?

6 Kasım 2016
Benim kafa hep çok doluydu. Öyle çok akıllı olduğumdan filan değil. Düşünecek çok şey buluyordum ben.

Uyanır uyanmaz sanki beynimden bir ağaç büyüyor.
Koca gövdesi güneşle beraber göğe yükselirken, dallanmaya başlıyor, o kadar çok dallanıyor budaklanıyor ki, artık ben bir sincap gibi hangi dalda gezineceğime karar veremiyorum.
Zıp zıp geziyorum. Benim gibi biraz içine kapalı diyebileceğimiz birinin başına önce şöhret tozu dökülüp, sonra da annelik gelince, siz bu dalların yoğunluğunu düşünün artık.
Bir de sosyal medya, internet çıktı başıma. Evlerden içeri başkaları bocalanmış gibi oldu.
Kapılar kırıldı herkes içeride. Tanıdık tanımadık.
Sen şöylesin, annelik böyle, benim mutluluk anlayışım şöyle, kahvaltım da böyle demeye
başladı.

Yazının Devamını Oku

Çocuğun bildiği benim unuttuğum

30 Ekim 2016
Ben durduğum yerde durmayı ondan öğrendim. Her yerin durulabilecek bir yer olduğunu da.


Hep bakılacak, üzerinde uzun uzun konuşulacak, koklanıp dinlenecek bir şeyler olduğunu da.
Her anın içinde, o an neredeyse ne, bir sürü görmeye değer şey varmış meğer.
Bilmezdim ben. Anlar peşinde koşardım.
Hayali anlarım vardı. Bir sürü anı, montajda atardım. Bakmaz, görmez, koklamaz, dinlemez, dokunmazdım.
Ta ki, seyahat ettiğim hayat gemisine bir çocuk binene dek.
Hep diyorlar da, okuyorum da, boyutlarına bakınca insanın ciddiye alası gelmiyor: Bunların beyinleri orman. Bizimki fidanlık. Bunlar birer sünger, biz keçe.

Yazının Devamını Oku

Bir şeyi alıyorsan, bir şeyi ver

23 Ekim 2016
Yeni kuralım bu. Gitgide yükselen bir eşyalar imparatorluğunun, azla da mutlu olabilen mizacımı ele geçirmesini istemiyorum.


Kimsenin çok şeye, ‘bir tane daha’ya ihtiyacı yok.
İnsan büyüdükçe anlıyor, dükkanlarda aradığının başka şey olduğunu.
Eve gidip suluboya yapmanın, bir parfüm daha almaktan daha iyi bir şey olduğunu.
Kasada, parası neyse verdikten sonra, kolaycacık senin olan bir şey, eve götürene kadar eskiyor zaten.
İhtiyaç için almak başka. Onu ayırıyorum. Lafım, ‘bitandaa’lara.
Evdeki sonbahar temizliğiyle, bu konu üstüme üstüme geldi.

Yazının Devamını Oku

O kadar çok yağmur yağdı ki, bir sürü şey düşünmek zorunda kaldım

16 Ekim 2016
Yağmur benlik bir şey. Herkesi üşütürken, beni ısıtır. Olmadık hayaller kurdurur. Evde oturtturur. Dışarıda olmadığın için kendini kötü hissetmediğinden, elde avuçta ne var ona baktırır.

Vicdan azabı olmadan durursun. Yağmurda koşturacak halim yok ya. Dört duvarının arasına, biriktirdiğin şeylere bakarsın. Eşyalara. İnsanlara. Çocuklara. Kitaplara. Pencerelere. Buzdolabındakilere. Kapı çalınca gelenlere.
Odalardaki şeyler netleşir. İnsanın vahşi tarafını en iyi yağmur evcilleştirir.
Ne mi düşündüm? Hayır demenin müthiş bir şey olduğunu.
Kapıları açan evet değil, hayırlar. Yolları çizen, bir yere götüren hep hayır.
Seni sen yapan, başkalarından farkını ortaya koyan da, neye hayır dediğin.
Kendini ‘hayır’la buduyorsun. Fazlalık dallarını, solan yapraklarını, işe yaramaz dallarını kesiyorsun.
Güneş olmayan yerlere uzanmayı reddeden ağaçlar gibi.

Yazının Devamını Oku

Başını göğe kaldıranlara

9 Ekim 2016
Hepimizin karamsarlığa kapıldığı günler oluyor.

Unutuyor insan bir güneş olduğunu. Sabahları doğduğunu.
Her şeye yeniden başlama şansı verdiğini.
Suda yürür gibi, ilerliyor gününün içinde.
Can sıkıntısı gelmiş, koca poposuyla göğsüne oturmuş sanki.
Nefesler bile tereddütlü.
“Karanlık bir geceden geldim, şimdi dünya ışığı yakmış dönmeye devam ediyor, fakat benim güne başlayacak mecalim yok” diyoruz.
Oluyor. Herkese oluyor. Hayat hep mutlu değil. İşler hep yolunda değil. Sevdiklerimiz hep iyi değil. Biliyorsunuz işte.

Yazının Devamını Oku