Füruğ Ferruhzad onları yan yana dizmiş. Ve neredeyse her şeyi anlatmış.
En son, yıllar önce Saint Antuan Kilisesi’nde Bach dinlediğimde böyle hissetmiştim.
O akşam da, anlatılabilecek her şeyi duydum gibi olmuştu. Bu şiirde de oldu.
Durdum. Kafamı kaldırıp, bir buluta bakmak istedim. İçime mürekkep gibi hüzün yayılacak sandım. Ama sevgi yayıldı içime iyi mi.
Uçuşlar benimdi. Ne güzel. Kuşun önemi yoktu. Kuş bir gün vardı, bir gün yoktu. Ama önemi yoktu işte kuşun. Kuşun uçuşundaydı her şey.
Kitaplar hep diyor ki, hayat anlardır. Anlar oldu oldu, olmadı olmadı.
Pek yaratılacak şeyler de değil.
Kız çocukları, “Otur oturduğun yerde ve kız gibi davran” laflarıyla kodlanmadan önce, tıpkı erkekler gibi istedikleri her şey olabileceklerini düşünürler.
Bir süper kahraman mesela.
Fakat onlara kadın süper kahraman kostümü bulamazsınız. Çünkü satılmıyordur. Satılanlar Ironman, Batman, Hulk ve Kaptan Amerika’dır.
Şayet kazara bunların içinde, süper kahramanlık yapan kadın varsa da, oyuncakçıdaki paketlerde resimleri yoktur. Kostümlerini koymaya değmez.
Kim alacak canım Black Widow kostümünü?
Şimdiki bu durum, ben çocukken tam olarak böyle değildi.
She-ra vardı ben çocukken. Kardeşim He-man’se ben de She-ra’ydım.
Bazen, fırtına dindikten sonra, ‘yahu neden ben buna bu kadar bağırdım çağırdım alındım, kaskatı kesildim’ dediğim oluyor.
Gerçi ben pek bağırıp çağırmam ama sessiz kaskatılığı iyi beceririm.
Biri hakkında yargılama yapıldığında, ‘O zaten şöyle biri’ denildiğinde, ‘Onun bu huyundan nefret ediyorum’ denildiğinde...
Dedikodunun en dikenli yerlerinde. Ya da beklenmedik bir anda garsona, bekçiye, yandaki şoföre sesimiz yükseldiğinde.
Sahi neden bazı şeyler, bizi diğerlerinden fazla tetikler düşündünüz mü?
Kim olsa böyle tepki verir demeyin. Vermiyor herkes.
Nefes alıp sakinleşeni var. O lafları etmeyeni ya da sizi kıran, delirten, çileden çıkartan şeyi görmeyeni, duymayanı, konuşmayanı var.
Bunu fark ettiğim yaz, bu yaz oldu.
Orası bir çocuk cenneti. Plastik kovaların, kamyonların, küreklerin herkesin olduğu komün alan. Kaleler yapılıyor harıl harıl.
Çocuklar için ‘sonraki zamanlar’ olmadığından, daha sonra dalgaların kaleleri yıkacak olması önemli değil.
Böyle bir şeyi söyleyecek olursan, aval aval suratına bakarlar.
“Yapmayalım, bak bu kadar uğraşıp dev bir göl yaptık, etrafına kat kat kale koyduk ama bu yarına burada olmaz söyleyeyim” dersen, “Eee?” derler. “Şu an oynuyoruz ya.”
Biz hiç başıboş gezmiyoruz bunu fark ettim bu yaz. Hep bir yere gidiyoruz. O yüzden de hep acelemiz var.
Çocuk öyle yapmıyor.
En sevdiğimiz şarkıları, yavaştı hızlıydı, aşktı, isyandı demeden yan yana dizerdik. A yüzü ve B yüzü vardı kasetlerin...
Bir yüzü bitti mi elinle çevirirdin. Kasetin kapağını sen yapardın. Tükenmez kalemle şarkıların isimleri yazardı kapakta.
En en sevdiğin A1, sonra diğerleri. Hatta bayağı bir süre bu kaset alışkanlığından ötürü, plak şirketleri sanatçılarına ‘hit’in var mı’, yerine ‘A1’in var mı’ dediler.
Bana karışık kasetini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim denecek kadar parmak izimizdi bizim bu kasetler. Kimseninki berikiyle bir değil. Çocukluğumuzun soundtrack’iydi onlar, avuçlarımızda taşırdık. Başucumuzdaki çekmecede saklardık. Biriyle mi tanıştık, ilk onu paylaşırdık.
Unutmuştum gitmişti. Ta ki, ‘Love Is a Mixtape’ (Aşk Bir Karışık Kasettir) kitabını görene dek...
Aşk karışık kasetsiz olmazdı tabii. Aşık olduklarına karışık kaset yapardın. Seni işte bu şarkıların gittiği yerler kadar çok seviyorum derdin. Müziksiz aşk olmaz zaten. Anlatamazsın. Anlayamazlar. Bugün bile, bir şarkıyla aşk başlatır, bir şarkıyla terk edersin, sonra da oturur bir şarkıyla yad edersin... Ağır aşk işçisidir yani şarkılar.
Hatta şu vardı, alıp eski bir kaseti, e artık tamam bıktım ben bu albümden der, üzerine yeni favorilerini çekerdin. Bazen annenin Nükhet Duru albümünün üzerine, e napalım evde boş kaset yoktu ve acilen yapmam lazımdı deyip, Michael Jackson’lar, Whitney Houston’lar, Abba’lar, Beatles’lar çekerdin. Üzerine de bant yapıştırır yeni sahibini yazardın. “Nil’in favori kaseti 23”.
Sonra tekrar uyumaya çalıştıysak da, gözünü açıp günün gözlerine baktıktan sonra, görmemiş gibi yapıp uyumak da ayıp oluyor.
Ben de kalkıp yüzümü yıkadım. Şu bütün pencereler açık uyuma işi güzel ferah da işte, sabaha karşı şu ağustos böcekleri korosu yok mu? Ağustos böcekleri demişken, toprağın altında 17 yıl kozada kaldıklarını, sonra da sadece 4 hafta çiftleşmek üzere yeryüzüne çıktıklarını öğrenince, gözüme kelebekten bile daha romantik görünür oldular.Çıkardıkları sesi, kanatlarını birbirine sürterek çıkarıyorlar.
Çalılardan ağaçlardan taşan, yazın sıcağını daha da kavruk yapan o ses, onların aşk şarkısı. Eşlerini arıyorlar o sesle.Rock konseri o onların. Serenatı. Çellosu, kemanı, kanunu. Dilerim, şu pencerenin önünde duran ağaçta avaz avaz bağıran bütün ağustos böcekleri sevdiklerine kavuşsun. Dilerim bütün insanlar da sevdiklerine kavuşsun diyeceğim ama insanlık bu gidişle bin yıl daha dayanmaz diyor “Sapiens” kitabında Yuval Noah Harari.İnsanı öyle bir anlatmış ki, bu ne vahşi, ne tahammülsüz türmüş canım diyorsunuz kitabı okudukça. Başka bir canlı türüne ait olasınız geliyor. (Ağustos böcekleri olabilir ama onda da 17 yıl koza var.)Daha gezegende üç yüz beş yüz kişiyken bile, bu homo sapiens denen tür, adım attığı bütün kıtalardaki canlılığı tüketmiş.O kadar çok canlı türünü yok etmiş, yazık etmişiz ki. Mesela elephant bird (fil kuşu) varmış kocaman.
Tabii ki uçamayan. Onlar artık yok.Dev lemurlar yok. Yüzlerce hayvanı kesip yemekten bitirmişiz. Şimdiye bir şey kalmazdı da, büyükbaşları ve tavukları kesimhanelerin yanında odacıklarda, balıkları da suya yaptığımız çiftliklerde hızla ürettirip, ilaçlayıp yemeye başlayınca talebin birazı karşılanıyor. Kendinden azıcık farklı türlere bile tahammül göstermemiş homo sapiens. Harari diyor ki; akrabamız homo erectus en azından barış içinde 1 milyon yıl yaşadı.
Sapiense bu da nasip olmayacak. Savaşçı bir tür. Yine de, türüm savaşçı ne yapayım deyip işin içinden çıkamayız.
Gereğinden çabuk büyümüş ve taşıyacağız diye belimize, boynumuza ağrılar saplayan şu koca kafamızı çalıştırıp nasıl birbirimizle savaşmayız, savaştıramazlar diye düşünelim. Dünyanın tek evimiz olduğunu ve onu bitirirsek bize ve çocuklarımıza yaşayacak yer kalmayacağını anlayalım. İçimizde şiddet olsa da, onu göstermeden yaşanan bir hayatın düşünü kuralım.Beni kaygılandıran ne öksüren köpek, ne tükenen fil kuşu ne de balık. Beni kaygılandıran, insanın tuzaklarına düşmeyen, insanı dönüştürme umudu olan nesillere vesile olabilecek miyim düşüncesi.Sadece bir anne olarak değil, mikrofonu ve kalemiyle donanmış biri olarak, insanı silahsızlandırmayı başarabilme ihtimali. İyi insan olmanın tek emel olduğu günler. Dünyayı diğerkam insanların vatanı kılmak. Dileğim hiçbir sabah, düğünde çocukların öldürüldüğü bir dünyaya uyanmamak.
Hayat akarken, insan kendisiyle çok konuşuyor. Her gün bir şey oluyor ve sana bir şey bırakıyor.
O şey iyisiyle kötüsüyle senin hazinen oluyor. Bazı günler kırılan kalplerden bir inci kalıyor elinde.
Hani Çin restoranlarında, içinden bir kağıda yazılı mesaj çıkan şans kurabiyeleri gibi. Kırıp okursun. İşte bazen kalpleri de kırıp okuyorsun. O kalbin nasıl kırıldığını anlatıyor içinde.
Bir daha kırmaman için, sana bir sır veriyor aslında. Beni az çok tanıdınız. Birazı şarkılardan. Birazı buradaki yazılarımdan. Birazı gazetelerdeki fotoğraflardan, röportajlardan, sosyal medyalardan vesaire. Ben de kendimi az çok tanıdım. Biraz şarkılardan, yazılardan, oradan buradan.
Tıpkı sizin gibi, ben de her gün biraz daha kendimi tanıyorum. İnsanın kendiyle tanışması bitmiyor. Hele bir de anne filan olursanız, mecbur. Her gün makine dairesine en az bir kere iniyorsunuz. Bu gıcırtım da nereden geliyor diye. İnsan kendini en çok, başkalarının aynasında görüyor. İnsansız büyüyen biri, kendini tanıyamaz, çünkü tepkilerine bakamaz. Malzemesini eline alamaz. Dokunup hissedemez. Size sizi başkaları anlatıyor. Annelik kadar aşk da mesela. Ah o aşığın gözünden kendi manzaramız yok mu...
Doyamıyoruz bakmaya. Arkadaşlar da güzel ayna. Geçen hafta, arkadaşlarım sayesinde, anında ani ve kırıcı tepkiler verebilen biri olduğumu görmeyeyim mi! Hemen sıvadım kolları. Bu konuda ne yapmalı?Elimde, kırılan kurabiye kalpten çıkma bir mesaj: Bu kalp, kendisi dinlenmeden önce yargılandığı için kırıldı. Başkalarını dinleyip, kalbi kırmışım, acele içinde, hiç nefes alıp vermeden, hışımla. Sonra tamir etmek için bin bir dereden su getirdim. Aflar diledim. Özür dilemekten hiç gocunmam. Siz de deneyin bakın, hiç azalmayacaksınız. Gece yatarken ‘günden kalanlar’ programı yapıyorum kendime. Aklımdan bir bir geçiriyorum, bugün neyi daha iyi yapabilirdim? Ne öğrendim bugün? Bugünümü nasıl geçirdim?
Bir güzel laf var, belki biliyorsunuz: Bir gününü nasıl geçiriyorsan, hayatın öyle geçer. O gün bu soruyu sorduğumda, kendime bir düğme yapmaya karar verdim.
Ali’nin, bütün Ali’lerde olduğu gibi, topu var. Bir süre sonra sudayız. Ali topu at diyoruz. Atmıyor Ali. Ve o unutulmaz ‘evet ama’lı diyaloğumuz başlıyor.
- Ali, topunla Aziz Arif, sen, ben oynayalım mı?
- Evet ama, topun uykusu var. Sudan çıkarıcam onu, biraz uyuycak.
- Ali toplar uyumaz ki...
- Evet ama, onu şimdi sudan çıkarmam lazım. Sabaha kadar anca kuruyor. Kuruması çok uzun zaman alıyor bu topun.
- Hmm anlıyorum ama bu top plastik Ali, plastik hemen kurur.
- Evet ama, bunu biz özel bi yerden aldık. İthal plastik bu. İthal plastik hemen kurumuyor.