Paylaş
Elindeki mikrofonu yüzündeki siyah ince kumaşa tutarak şarkı söylüyordu. Arkasındaki dev ekranda, onunla aynı şarkıyı aynı anda söyleyen fakat sesleri duyulmayan insanların görüntüleri vardı. Bir şarkıda, gözlerimizin içine bakarak şarkı söyleyen siyahi bir kadın, birinde yaşlı bir kadın, birinde yorgun bir travesti...
Anohni, o gece onların sesi olmuştu. Umutsuzların, yorgunların, düşüp ayağa kalkamayanların, kaybolmuşların. Kaybetmişlerin... Bazen de genç ama soru soranların, isyan edenlerin...
Konser boyunca, kocaman suratlar ve önlerinde simsiyah kumaşa kendini sarmış, bir nevi ‘orada olmayan’ Anohni’yi izledik. Son albümünün adının ‘hopelessness’ (umutsuzluk) olduğunu ve karanlık bir konsere gittiğimizi biliyorduk ama bu kadarını beklememiştik.
Montreux’ye kadar, kucağımda bir çocukla, kayıplarına henüz ağlamaya fırsat bile bulamadan işe koyulmuş Atatürk Havalimanı’ndan geçerek gelmiştim. İçimde mum gibi yanan bir umudu söndürmemeyi başararak binebilmiştim uçağa.
Anohni, adeta iki parmağıyla o cılız ateşi de tısss diye söndürdü. Özellikle ekranda, yalvaran gözlerle, ‘umutsuzluk... sadece umutsuzluk hissediyorum. Kendimi bir virus gibi hissediyorum’ diye ağlayan gözlerle bize bakan kadını görünce, içime mürekkep gibi dağılan üzüntüye kendimi bıraktım.
Derler ki, insanların ruhları gözlerinden pencere misali dışarı bakar. Konser boyunca gördüğüm acı dolu gözler, gözlerimin içine bakıp, ‘neredesin gel elimi tut, omuzunda ağlayayım, bana bir şeyler söyle, en azından bir ninni söyle de huzurla bir gece olsun uyuyayım’ der gibiydi.
Acılarını soramadım ama biliyorum. Tacizi bilen, ölümü bilen, şiddeti ve dışlanmak nediri bilen insanlardı onlar. Ve bunları geride bırakmak için her şeylerini verirlerdi. Demek birbirimizi hissedip, elimizi uzatmak için tek gereken şey, onların gözlerinin içine bakmak. Seslerini kısıp, onların sesi olmayı denemek. Onların dudaklarında kendi sesimizi duymak. Ve böylece, belki bir anlığına bile, ötekileştirdiğimiz, canını yaktığımız herkesi kendimizden sayabiliriz.
Sonra Muse konseri vardı. Cayır cayır gitarıyla, öfkesini umutla söyleyen bir adam harikalar yaratıyordu yine sahnede. Matt Bellamy...
Neden yapıldığını çözemediğim o küçük adam. Yeteneklerinin ve sesinin sonu yok. Sanki yerdeki böcekten, kainatın sonundaki bir yıldıza kadar gidiyor sesi. O incecik kafa sesine her çıkışında, ayaklarımı yerden kesip, beni yerçekimsiz bir yere alıyor ve orada kulağıma ‘güçlü ol! kazanan biz olacağız!’ diyor.
Önümde iki çocuk oturuyordu. Nedense, daha konserin başında, onları görür görmez Matt Bellamy’nin çocukları olduğunu düşündüm. Öyleymiş de. Böyle bir babayı nasıl izlediklerini, yer yer kendimi de düşünerek, izledim ben de. Sahneye baktığım kadar onlara baktım.
Küçük oğlan, konserin başlarında uykusuzluktan kafasını önündeki trabzana dayamaya başladı ve onu alıp uykuya götürdüler. Kız kaldı. Herhalde kızlar, hep babalarına kalıyor. O da, hayranlıkla izlediği babasını anlamaya çalışıyor gibi geldi bana.
Babasını ikiye ayırmaya çalışıyordu. Evde, ne dersem yapan adam ve sahnede ne dese yaptıran adam. Bir dev. Eve girince normalleşen bir efsane kahramanı. Çocukların belki de en iyi taraflarından biri, senin dışarıda kim olduğundan aslında o kadar da etkilenmemeleri. Annen Julia Roberts da olsa, senin için önemli olan yanı kolları, sıcak sesiyle sana izahları ve mutfakta yaptığı makarnası oluyor. Yer yer de seni delirten sınırları! Güzel olan da bu.
Annenin ve babanın, özel isimleri de olsa, neredeyse evrensel birer cins isim olması ve aşağı yukarı aynı işe yaraması.
Hiçbir yere boşu boşuna gitmiş olduğumu düşünmem ben. Eğer bir yerdeysem, oraya benim için bir şey bırakılmıştır ve hazine avcısı gibi onu bulmam gerekir. O gözle bakınca da insan aradığını bulur.
Anohni ve Matt Bellamy bana bu duyguları bıraktılar.
Şimdi bunları unutmadan, umudu yakarak yola devam. Önümüz bayram.
Paylaş