Paylaş
Onlara bakıp, ciddi adam, hisli adam, inatçı adam diyoruz ister istemez. Daha iki laf etmemiş bu iki güzel kokulu canlı hakkında ileri geri konuşmamaya özen göstersek de, bazen bir bakış, gelecekteki bir anla göz göze getiriyor bizi sanki. Dediğinde inat edecek diyoruz. Topa futbolcu gibi vuracak diyoruz. En az bir tane şiiri olacak diyoruz. Aslında, bilmiyoruz. İpucu ararken, bazen ipin ucu kaçıyor. İyi şeyler gördüğümüzde bize ne kadar benziyor, zor yanları ötekine çekmiş. Yüzlerine dikkatle bakıyoruz sonra. Bu adam kime benziyor? Senin halan. Benim babam. Ama değişiyormuş diyoruz. Ellerini birine, saçlarını birine, burnunu başka birine verip, kardeş payı yapıyoruz bazen. Öyle herkes mutlu oluyor.
Bunlar böyle kalmayacak, yüzlerimizi yaklaştırıp kafamızı sallayarak komik sesler çıkardığımızda, hep bize kahkahalar atmayacaklar biliyoruz. Nereye gidecekler? Kime gülecekler? Neden kaçacaklar? derken, endişe mürekkep gibi damlıyor içimize... Hangi okul, hangi arkadaş, hangi kader? Biz onlara canım diyoruz da, başkaları nasıl hitap eder? Onu bilmem ama bizim bir dolu kitabımız var. Haldır huldur okuyoruz. Yanından giderken hep ‘hoşçakal’ denilecek, ne zaman döneceğin söylenecek. Bebek diliyle değil, yetişkin diliyle konuşulacak. Kandırılmayacak, hep doğru söylenecek. Arada ağlamasına izin verilecek, hemen yanına koşup teselli edilmeyecek. Sofrada bizimle oturacak, biz ne yiyorsak onu yiyecek, ona özel menü çıkmayacak.
Seçenekleri olacak, bir diktatörlükte yaşamayacak. Hislerine hep saygı gösterilecek.
Kimsenin onu gözlemlemediği, kendi kendine kaldığı zamanlar yaratılacak. Başardığı her küçük şey, ayakta alkışlanmayacak. Yardım istemezse yardım edilmeyecek... Sanki yeni bir oyun. Evlat yetiştirme oyunu. Biz de kurallar ezberliyoruz. Hep de içimizde şu korku: Ya uymazsak, ya yanarsak!
Biliyoruz, hiçbirimiz büyürken bu kurallara uyulmadı. Bu kadar kılavuz basılmış mıydı, onu da bilmiyorum. Yanımızdan bize haber vermeden gidildi, biz seviyoruz diye her gün ayrıca köfte makarna yapıldı, azarlandık da adamakıllı. Gün geldi, onlar ağladı, biz koşup teselli ettik! Zamanla hayat rolleri karıştırmaya da başlıyor, sen anne baba oluyorsun, onlar çocuk oluyor sonra bir şey oluyor sen tekrar çocuk oluyorsun onlar anne baba.
İster eski usul, ister bu yeni usul fark etmez. Şunu anladım. Birisinin annesi babası olmak, ömür boyu hikayesinde başrolde olmak demek. Yakınında da olsan, uzağında da olsan, başroldesin. Sahnelerin, repliklerin çok ya da az fark etmez. Konu çocuklarımızdan çıkıp, kendimiz hakkında konuşmaya geçince gördük: Evde konuşulan endişeleri, çözmeye çalışıyor kahraman çocuk. Anne baba sanki ona, bir define haritası çiziyor. Çocuk yola çıkıyor. Yol üstünde unutuyor bazen nereye gittiğini, neden gittiğini, aradığının ne olduğunu. Psikolog soruyor, bunu sen mi istemiştin annen mi, baban mı? İşte orası karışık. Tavana bakıyorsun. Ben, ben... Ellerini hışımla ceplerine atıyorsun, kayıp bir anahtarın şıngırtısını duymak ister gibi, ben neredeyim sahi? Nereye koydum beni? Annem beni nereye koymuş olabilir? Annemin beni kaybolmayayım diye koyduğu yerdeyim belki.
Analık babalık bu işte. Büyüdükçe daha fazla konuşuyorsun, çocukluk konusu bitmiyor. Herkesin topu varken, senin ellerini arkada kavuşturduğun yazdan kalma o resim, bir türlü aklından silinmiyor.
Hepimizin, bazen bir kokuyla bazen bir şarkıyla, ışınlandığımız anları var unutulmayan.
Sevincimizin taştığı, kalbimizin kırıldığı, korkudan ödümüzün koptuğu.
Ne okursak okuyalım, önlerinde saygıyla da eğilsek, o anlar onların. Hiçbir yerde yazmıyor. Dilerim, bu oğullar, bütün oğullar ve bütün kızlar, kalplerindeki hazineye koşsun. Bizi de biraz boş versinler.
Paylaş