Paylaş
Hep bakılacak, üzerinde uzun uzun konuşulacak, koklanıp dinlenecek bir şeyler olduğunu da.
Her anın içinde, o an neredeyse ne, bir sürü görmeye değer şey varmış meğer.
Bilmezdim ben. Anlar peşinde koşardım.
Hayali anlarım vardı. Bir sürü anı, montajda atardım. Bakmaz, görmez, koklamaz, dinlemez, dokunmazdım.
Ta ki, seyahat ettiğim hayat gemisine bir çocuk binene dek.
Hep diyorlar da, okuyorum da, boyutlarına bakınca insanın ciddiye alası gelmiyor: Bunların beyinleri orman. Bizimki fidanlık. Bunlar birer sünger, biz keçe.
Bunlara her şey olur, bize az şey olur. Bunlar meraklı, biz bilmiş.
Bunlar soru soru soru, biz cevaplar. Beyinlerindeki trafik o kadar gelişkin ki, onlara en sofistike müzikleri çalabilirsiniz.
Mesela John Coltrane’in ‘a love supreme’ albümünü. Size bir sene bir Çinli car car konuşsa, Çince öğrenebilir misiniz?
Onlar öğreniyorlar. Dili müzik gibi dinliyorlar. Bütün olarak yutuyorlar. Maviydi, gramerdi, kuştu ezberlemiyorlar okullardaki gibi.
Ben parka, ‘canım işte biraz koşar, hava alırız, oradan da yemek saati eve döneriz’ diye bir önyargıyla giriyorum.
O, taptaze yepyeni gözlerle ‘yaşasın park’ diye giriyor.
Tabii doğal olarak da, bambaşka şeyler yaşıyoruz.
Ben parktaki göle baktığımda, ‘kaplumbağalar yok’ diyorum.
O ‘ordalar ama biz görmüyoruz’ diyor. Haklı çıkıyor.
Suyun içindelermiş, yeterince bakınca kafayı çıkardı biri.
‘Tavus kuşu bugün yok. Alıp götürmüşlerdir, hastadır belki de ölmüştür, biri yemiştir’ filanlar geçiyor benim kafamdan.
Karanlık bir soğukkanlılıkla, çabucak vazgeçmeye meylediyorum.
O, ‘bulalım buralardadır’ diye parkta dört dönmeye ikna ediyor beni.
Ve noluyor tahmin edin.
Birden köşeyi dönüp, binanın arkasında kaybolan o güzel varlığı görüyoruz. Peşine takılıyoruz sessizce.
O çalılara girip kaybolunca, benim için artık çıkmaz oluyor. O bekliyor.
Elmasını ısırarak gözlerini çalılardan elbet çıkacak tavus kuşuna dikiyor. ‘Zaman akmıyor mu ona’ diye düşünüyorum.
Ne güzel, ‘burada buna bakacağıma gider oyun oynarım’ gibi alternatif evrenleri doğmamış henüz.
Sadece o, ben ve tavus kuşu.
Sanki buna doğduk ve hayat burada geçecek.
Ve bunda hiçbir sorun yok.
Zaten neredeysek orada geçmiyor mu?
Üzülerek şunu fark ettim: Biz geçip gitmesine izin veriyoruz. O zamanla birlikte geçiyor. Kocaman bir bulvarda, bir kraliçenin geçişi gibi. Atlarla, şarkılarla, şanlı bir geçit. Yavaşça selamlayarak halkını. Olan biteni. O ana uğramıyor. Yatıya kalıyor.
İşte çocuktaki erdem bu.
Saatlerimi ona ayarlıyorum ben de.
O tavus kuşunu belki 10 dakika bekliyoruz. Biraz gezinip yine uğruyoruz, sonra yine, sonra yine.
Sonra başka bir kız çocuğu beliriyor yanımızda.
Lara. Lara’yla bekliyoruz bu sefer. ‘Uyumuştur ya da yalnız kalmak istiyordur’ diyor Lara.
Ceviz yiyoruz tavus kuşunun çıkmak bilmediği, çalılığa bakarak.
Sonra Lara’yla ağaçların altındaki mantarlar... Salyangozlar ısırmış evet... Sonra yokuş aşağı koşmalar... İnsan hızlanıyor evet... Sonra aslan heykelinin sırtına binmeler...
Havuza ördeklerin yanına uçuyorlarmış hayal bu ya...
Küçücük park oluyor bir alem.
20 dakika bir anda oluyor iki saat. Bulut bırakıyor güneşi.
Güneş giriyor gözüne. Göz kapanıyor. Gülüyor. Güneşi kim bıraktı birden?
İki şey getiriyorum size naçizane, bu park gezisinden.
Biri her gün yeni bir şey yapın. Bir de yaptığınız her şeye ilk kez bakın.
Güneş gözünüze girene dek.
Paylaş