Paylaş
Uyanır uyanmaz sanki beynimden bir ağaç büyüyor.
Koca gövdesi güneşle beraber göğe yükselirken, dallanmaya başlıyor, o kadar çok dallanıyor budaklanıyor ki, artık ben bir sincap gibi hangi dalda gezineceğime karar veremiyorum.
Zıp zıp geziyorum. Benim gibi biraz içine kapalı diyebileceğimiz birinin başına önce şöhret tozu dökülüp, sonra da annelik gelince, siz bu dalların yoğunluğunu düşünün artık.
Bir de sosyal medya, internet çıktı başıma. Evlerden içeri başkaları bocalanmış gibi oldu.
Kapılar kırıldı herkes içeride. Tanıdık tanımadık.
Sen şöylesin, annelik böyle, benim mutluluk anlayışım şöyle, kahvaltım da böyle demeye
başladı.
Herkes bir ağızdan konuşuyor. Herkes, boy boy fotoğrafını kendi çekip koyacak kadar kendinden emin ve takipçileri kadar da şöhret.
Peki şimdi madem buradayız, kalkanları nasıl açacağız? Siz lüzum görmeyebilirsiniz ama benim bir yol bulmam şart.
Şu hale geldim çünkü, okuyacağım, bakacağım, öğreneceğim, dinleyeceğim şeyleri arayıp bulma paniğinden, okuyamıyorum, bakamıyorum, öğrenemiyorum, dinleyemiyorum.
En başta da kendi kafamı. Yahu nerede benim şu kendi kafam?
Bir herkes sessiz olsun da, şunu anons ettireyim, bulayım bir.
Koca bir AVM’de kendimden ayrı düşmüş gibiyim.
Sanırsınız koca bir AVM’de çocukluğumu anons ettiriyorum.
Gelsin derhal buraya. Bir daha da elimi bırakmasın.
Şimdi size bu kaos ve sis ortamında, Twitter laklakında, WhatsApp gruplarında, Google bile ileri geri konuşurken hakkımda, nasıl merkezimde kalıp savrulmadım onu anlatacağım.
Çok basit. ‘Nille bir saat’ diye bir program başlattım evde.
İstediğim zaman başlayan bu programa, saat bile davetli değil.
Kum saati ve ben. Cep, mep yok. Laptop, meptop yok.
Zamanda, çocukluğumdaki o geçmez saatlere ışınlanmışım gibi.
Nasıl yavaşlıyor zaman anlatamam. Kum bana bakıyor, ben kuma. Dün hatta kum saatini elime alıp baktım, yahu bu gerçekten akıyor mu diye.
Sanki zaman dururmuş gibi. Ne yani zaman akmayan bir tuzluk gibi dursa, hadi geç diye dibine mi vuracağız yoksa aman iyi çaktırmayın mı diyeceğiz? Demek ‘ak’ diyecekmişim ben.
Neden? Çünkü kolay değil. Kendimle baş başayım.
Beni kimse ve hiçbir şey oyalamıyor. Ne bir video, ne bir dedikodu, ne de filtreli fotoğraflar.
Herkes gidiyor. Bütün o rabarba susuyor.
Sıkıntıdan patlasam da oturup bekliyorum.
Godot’yu. Nil’i. Çocukluğumu.
Beni hiç tanımayan birine, kim olduğumu, yolculuğumu nasıl anlatırdım bakıyorum.
Hislerimi açıyorum özenle küçük mendillerden. Tek tek bakıyorum.
Kağıt kalem. Gitar. Bir şey yutma saati değil, bir şey kusma saati.
O sebeple kitap da yok. Sallıyorum kendimi, yere dökülenlere bakıyorum.
Tek tek elime alıp bakıyorum. Gitarda La minör basıp, üzerine bir şey söylüyorum. Olmuyor... Olsun diyorum... Olmuyor’a olsun demek önemlidir.
Her sabah o gün ne olursa olsun, benim için en büyük hedef, ‘Nil’le bir saat’ programına katılmak.
Eğer tutarsa, gitgide program saatini uzatacağım. Bir sabaha, bir de akşama koyacağım. Akşam insana üşüşen kuşlar başka oluyor. Onlara da yem vermek istiyorum.
Hepimizin, dublajsız ve dublörsüz kendimizi oynadığımız zamana ihtiyacımız var. Kimse bir şey demezken pencereden bakmaya, kimse bir şey sormazken bir yere oturmaya, kimse bizi çağırmazken yalnız kalakalmaya. İşte o vakit, çıkıp geliyor çocukluk. Oturuyor yanına. O ayakları yerden kesik halin.
En güzel halin. En hayal kuran halin. En oyun oynayan halin. En meraklı halin. En sevilen halin. En yaramaz halin. En umutlu halin. En savunmasız halin. En güçlü halin. En gerçek halin. En korkusuz.
Büyüme hormonu basılıp da korkular alemine geçmeden önceki o saf sen.
Özün. İçin...Geliyor, tutuyor elinden. Artık o bir saat koşup oynar mısınız, çizip boyar mısınız, şarkı mı söylersiniz yoksa susup oturur musunuz bilinmez.
Ama işte o saate, altın saat diyorum ben.
O bir saatimi iple çekiyorum ben.
Paylaş