Paylaş
Geçenlerde sırf iki dakika bekleyemediğimiz için, arkadaşımla birbirimize bir şey gösteremedik.
Bana bir Damien Rice şarkısı dinletmek istedi. Hangi şarkı olduğunu hatırlayamadığı için, Spotify’dan dinlemeye başladı. Bir-iki dakika içinde, sanki bize ayrılan sürenin sonuna geldik ve “Neyse sonra bulup gönderirim” dedi. Ben de “Tamam” dedim.
Sonra benim mail’ime bir video gelecekti, o bir-iki dakika geç geldi, yavaş yükledi filan... Hop, zamanımız bitiverdi, “Ben sana yollarım sonra, sen bakarsın” dedim.
N’olmuş oldu biliyor musunuz? Aslında hiçbir şey olmamış oldu! Ne ben şarkı dinledim, ne o video seyretti, niye? Beklemeye tahammülümüz kalmadığı için.
Hiç kafeye ya da restorana erken gelmiş insanlara baktınız mı? Beklemek işkencesinden kurtulmak istercesine, hemen ceplerinden bir doz yutuveriyorlar sanki.
Etrafa ölü balık gibi boş boş bakıp beni garipseyenlerle göz göze geleceğime, koşuya çıkan arkadaşıma özenir ya da “Bugün de harika bir kombinle karşınızdayım” dercesine selfie çeken tanıdıklara sinir olurum daha iyi.
Beklemenin sıkıntısında boğulacağıma, kıskanma, sinir olma ve suçluluk karışımımı içerim daha iyi. Beyin kimyam benim değil mi? İstediğim gibi oynarım onunla size ne.
Bu ‘bekle-ye-memek’ yanımızda cep mep olmadığında da hayatımıza sirayet etmeye başladı.
Boş vakit geçirmemeye alıştığımız için (alternatif olarak sosyal medyada gezinti bence çoğu zaman bomboş) birazcık vakit alan şeyler bizi hoflattırıp, puflattırıyor.
Bir şey olmadan geçen vakit, ne zaman bu kadar ağır oldu? Bakın çocuk yetiştirmeyle ilgili bütün kitaplar, “BIRAKIN SIKILSIN. SIKINTIDAN PATLASIN” diye salık veriyor. Neden biliyor musunuz? Sıkıntının yarattığı vakum, keşfi davet ediyor da ondan.
Şarkı yazmak istediğimde, kendimi boş bir odaya kilitliyorum ben. Hiçbir alet edevat olmadan. Sadece gitarım, kağıt, kalem.
İçimden bir şey gelmiyorsa, onunla takılıyorum: İçimden bir şey gelmemesiyle. O benim dostum. O benim duygum. O benim aslında o an için, her şeyim. Kıymetlim. Birbirimize sarılıp aval aval duvarlara bakıyoruz. Âşıklar gibi.
Gerçek bir sohbeti ne kadar özlemişim diyorum, olduğunda. O da pek sık olmuyor artık. Şöyle, zamana bağdaş kurarak, gözlerimizin içine bakarak, sessizlikte durarak, gerçekten dinleyerek...
Bir sonraki cümleni değil, karşındakini dinlediğin zamanlar... Telefonun ağlamış, zırlamış, bağırmış, çağırmış hiiiç takmadan.
Eskiden telefon mu vardı canım. Biz yine de buluşurduk. Birbirimizi sinemanın kapısında beklerdik yağmurda ve erimezdik.
İki dakika bir şey beklemek ne zaman bu kadar çekilmez oldu?
Seyahat edince de gözüme batıyor bu. Yavaş bir tezgahtar, uzuun uzuuun paket yaparken, niye onu bekleyemez telefonuna bakarsın? Whats App’ına hemen cevap yetiştirmen şart mı? Belki onun o yavaş katlayışları, içinde bir şeyi yerine koymana vesile olacak...
Demem o ki, bekleyelim. Yin yoga diye bir yoga var. Belli hareketleri uzun uzun tuttuğun. Nefes yollayarak dayandığın. Böylece katılaşmış kaslarını gevşettiğin, tabii o sırada betonlaşmış fikirlerini de yumuşattığın... Kalbine dayanıklılığı, sabrı, nefesinin gücünü soktuğun. Böyle düşünmek lazım belki beklemeyi.
Godot bile olsa beklediğin, beklemek güzel. Hayat zaten uzun bir bekleyiş gibi geçiyor. Öğrenmek lazım bu sanatı. Bitsin şu oyalayıcıların saltanatı.
Paylaş