Paylaş
Bizim evde bir sürü kamyonumuz var.
Bu kamyonlar, kamyonu olmayanlar için.
Bizim ihtiyacımız yok, çünkü bizim evde bir sürü kamyonumuz var.
Çimento kamyonumuuuuz, çöp kamyonumuuuz... (Sizi sıkmayacağım, burada anne evdeki bilumum kamyonları sayar.)
Daha ilk başta karar vermiştik biz. (Aile değerleri okuldan bile önemliymiş).
Oyuncaklarla bezeli bir dünya kurmayacaktık oğlumuza.
Evet sonu gelmez bir kamyon sevgisiyle dolu.
Olmayınca, hayal gücünü kullanmak zorunda kalıyor çocuklar ve aslında çok oyuncak onlara yapacağımız en büyük kötülüklerden biri.
Hem kıymet bilmez, hem doyumsuz hem de hayalsiz kalıyorlar.
Kuzguncuk’taki Waldorf Okulu’nu ve genel anlamda oyuncaksız olan okulları bu yüzden seviyorum.
Anaokuluna giriyorsun. Oyuncak moyuncak yok.
Emilia Reggio okullarında da yok, Montessori okullarında da yok. Ahşap bloklar var, çamur var, kendi materyalleri var, park var.
Doğum gününde gelen bütün oyuncakları da kaldırdık. Kendimize göre bir kotamız var yani.
Neyse o gün, esnafın kafası şişti benim bu uzun konuşmamdan.
Adamcağız demiştir, “Yahu üç kuruşluk kamyonu almıyorsun çocuğa!”
Almamayı koydum ama kafaya. (Hayır deyince evete çevirmiyorsun, bu çocuk işi karışık iş, zor zanaat, ben de hâlâ kıvıramıyorum tam, zaten kim tam kıvırmış ki canım!)
Neyse o sırada gözüme şu resimdeki pembe çanta takıldı. İç yaşım 3-5 olduğundan bayıldım ben buna. Sanki çocukluğumda kavuşamadığım tek boynuzlu at, bana bir şeyler fısıldıyordu.
Pembenin en sevdiğim tonundan bana göz kırpar, gel kavuşalım artık der gibiydi.
‘Tüketme, üret’ diye bir felsefeden besleniyordum son zamanlarda ve bir şey almıyordum artık üstüme başıma.
Olanlar bana ömür boyu yeterdi. (Yani ileride yaşlandığımda biraz çizgi dışı olmayı kabul edersem tabii, ki ediyorum.)
FAKAT BU ÇANTA KURAL DIŞIYDI!
Kırtasiye sayılırdı bu canım, giyim kuşam değil.
Hep öğrenci kalmak isteyen Nil, tutturdu. Yukarıdaki konuşmayı ona yapamadım.
“Şuradaki pembe çanta ne kadar” dedim...
Tamam alıyorum dedim. Aldım.
Aldım da...
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?
‘Dünyada görmek istediğin değişimin kendisi ol’ demişti Gandi.
Çocuklarla ilişkide bu en önemli şey.
Dediğini değil, yaptığını öğreniyorlar. ‘Teşekkür ettin mi amcaya?’ deyip de, sen kimselere teşekkür etmezsen, o da etmiyor.
‘Cep telefonu iyi değil, şeker kötü, ekmek olmaz’ gibi sloganlarla etrafta dolanıp, cebinden kafanı kaldırmıyor, şekerli şeyler yiyor, ekmekleri löp löp yutuyorsan, unut gitsin!
Bu sebeple işte, ben şu dükkandan yenilgiyle çıktım. (Siz öyle zannedin) Çantayı ayırtıp, sonra gidip aldım.
Ağzımızdan çıkanlarla yaptıklarımızı denkleştirmek büyük erdem.
Bir çocuk öyle bir ayna ki, hani şu ışıklı olan, büyüteçli olanlardan.
Gözeneklerine kadar görüyorsun kendini. Aslında sürekli kendine bakıyorsun.
İnsanlara teşekkür ediyor muyum? Ben kendime ihtiyacım olmayan şeyleri de alıyor muyum?
Cebimin mavi ışığıyla yüzüm apaydınlıkken, onun zararlı bir şey olduğunu mu söylemeye çalışıyorum?
Ben ona değil, o bana öğretiyor.
Unutmayayım diye de, yazıyorum işte böyle buralara.
Çanta nasıl ama çok tatlı değil mi?
Paylaş