Nil’i dinlemeyen Nil

“Yok canım, Doğu Ekspresi’yle 27 saat gidilir mi” dedim kendime.

Haberin Devamı

Üstelik üç buçuk yaşında bir çocukla.
Üstelik eksi bilmem kaç derecede.
Vagonlar da darmış.
Giden bazı arkadaşlarım, “Valla biz kısa olsun diye Erzurum’dan bindik, o bile uzun geldi sekiz saat” dediler.
“Çocukla olmaz o iş” diyenler oldu.
Bir de biz bir vagonda, 10 çocuk olacaktık. Kaos.
Ben genellikle böyle durumlarda, niye yapılmaması lazım kısmına odaklanırım.
Risk sevmem ben. (Aslında siz beni tam olarak tanımıyorsunuz, bir tanısanız...)
Neyse işte, “gelmeyeceğim ben” dedim.
Bozulan arkadaşlarım oldu.
“Canım bizim de küçük çocuğumuz var, biz de onunla biniyoruz, biz de 27 saat gideceğiz, biz de eksi 20 dereceye ineceğiz” dediler.
Yahu kendimi niye bu kadar zorlayayım bir tren için?
Sonra bu işin buzu, soğuğu var...
Var ki ne var. Gecelerce alt alta topladım sakıncalı bulduğum yönleri. Artıda da sadece bir şey yazıyordu: Yeniye cesaret.
Sonra okuduğum bir kitaptan bir alıntı geldi aklıma.
Diyordu ki, hep gelecekle ilgili öngörülerimiz olur.
Bunlar çoğu zaman yanlıştır. O, gözümüzde canlandırıp da gitmediğimiz yer, düşündüğümüz gibi çıkmaz. O insan hiç de öyle değildir. Öyle dersek, onlar da öyle demeyebilirler, hatta demezler.
Aklıma bu cümleler geldi. Dedim kafamda bir seyahat var, bakayım yaşanınca da öyle olacak mı?
Ben geliyorum dedim.
Şu Nil’in kurguladığıyla, yaşanacak olanın farkını görmek istiyorum.
Aklın çok oyunbaz, hilekar, korkak olduğunu biliyorum.
Yüreğim git diyor. Git yaşa.
Bir daha ne zaman yaşayacaksın?
Bir daha ne zaman, üç buçuk yaşında trenlere aşık bir oğlan, 27 saat trende olacak?
Ve bindik ve gittik ve döndük.
Bu seyahate çıktığım için çok mutluyum.
Korktuklarımın hiçbiri olmadı.
Yol çabucak geçti.
Çocuklar, mışıl mışıl uyudu.
Ben güzel güzel Orhan Pamuk’un Kar romanını okudum.
Atlarla Çıldır Gölü büyülüydü.
Otelimiz sıcacık, musmutluydu, önünden nehir akıyordu.
Her yer kardı ama hava güneşliydi, harikaydı.
Kars’ta bir restoranda yemek yerken, ‘aşık atışması’na gitmek ister misiniz dediler.
Çok isterim ama ‘süt bar’a gidip ballı süt de içmek istiyoruz dedik.
Her şey düşündüğümden başkaydı. Tren de, dağdaki o güzel otel de, restoranlar da, süt bar da, aşık atışması da, kızaklarla kaymak da, Sarıkamış’ta ormanın içinde kayak da, Kars sokaklarında yürümek de.
Dedim kitaplardan, hayallerden, düşüncelerden hayat olmuyor.
Hayatın paleti o kadar zengin ki, yeter ki suya girer gibi ‘gir içime’ diyor.
“Gir hayata ve gör. Beni yaşamadan sana harikalarımı ve sürprizlerimi göstermeyeceğim. Ancak yaşarsan görürsün, taze yaptığı portakal reçelini ağzına kaşıkla yediren o güzel otel sahiplerini, dağdan aşağı kayarken yanında akıp giden o masalsı ormanı, ateşte yer fıstığı kavurup avucuna bırakan o güzel insanları...
Hakkımda atıp tutuyorsun ama çoğu zaman yanılıyorsun.
Kafandaki hayat, her daim bayat.
Senin çiğnenmiş lokmalarınla pişirdiğin yemekler, asla benim fırından taze çıkmış lezzetlerimle aşık atamaz.”
Kendime çelmeyi taktım yani.
Nil’in endişelerini kıstım.
Maceraya çağrının sesini açtım. En güzeli de cesaret ettim yeniye. Bilinmeze.
Unutulmazdı Kars. Orhan Pamuk’u da aynı anda okumak harikaydı.
Kahramanı Ka, pastaneden çıkıyordu, kahramanım Nil aşıkların kahveye giriyordu.
Aşık atışması başka bir yazının kocaman konusu ama şimdilik şunu söyleyeyim, kendimi aşıklara çok yakın buluyorum.
Sazım olsa, aşık olurdum ben. Dediler Nil Hanım bizimle atışmak ister mi?
İstemez mi, ister dedim. Bir daha nerede rastlaşacağız?
Çaldılar sazlarını, üzerine söyleyiverdim:
Karsa geldim tren ile
Karşıladılar kaz ile
Rastladım iki aşığa,
Atışırlarmış saz ile,
Atışırlarmış söz ile.
Yine gideceğim Kars’a, hem de daha büyük bir aşkla.

Yazarın Tüm Yazıları